Prof. Dr. Tülay ÖZÜERMAN
Kapitalizmin kıskacındaki ülke: Türkiye!…
Soma’da yaşanan dram kapitalizmin giderek vahşileşmesinin toplumsal etkilerinin sondajı için laboratuar niteliğindedir. Gelişini bağırarak haber veren facia topluma duygusal travma yaşatarak, uzun süredir içinde kıvranılan duyguyu açığa çıkarmıştır. Önceden kendisini tanımladığı değerlerin bir şekilde yalıtılarak elinden alınması ile kendisini önemsiz ve güçsüz hisseden bireylerin kendi içlerinde yaşadıkları içerleme ulusal ölçekte dışa vuruma dönüşmüştür. Suçtan sıyrılmak isteyen tek tek asıl sorumlulara karşılık, kendisini gözünün önünde işlenen cinayete dur diyemeyişten sorumlu tutan tanıklığın utancının ağırlığı toplumsal sorumluluğu harekete geçirmiştir.
Ekonomik/siyasal çıkarların insanı, emeği nasıl öteleyip, sermayeyi öncelediğini, devlet ve onun gücünün koruyucu şemsiyesinin tüm yurttaşlar yerine, sermayeyi güçlendirdiğini, özelleştirme adı altında yürütülen faaliyetlerin sermaye dışındaki diğer sınıflar için ne denli yıkıcı sonuçlar verebileceğini, bundan devletin de nasıl olumsuz etkilenebileceğini sadece sözle değil, binlerce fotoğrafla anlatabileceğimiz bir laboratuarımız var.
Sermayenin toplaştığı yerlerden hareketle insanlar arasında bir hiyerarşi kuran sistemin, insanı kontrol eden mekanizmayı kurarak bu ilişkileri pekiştirmesi ile demokrasinin vaat ettiği özgürlükleri nasıl ortadan kaldırdığı, hukuk sistemi ile vaat edilen eşitliğin sadece anayasa üzerinde yazılı bir ifadeye dönüştüğü iyice görünür olmuştur. Bu net tablodan sonra her şeyin aynen devam ettirildiği bir düzenek başka felaketlerin habercisidir
Neo-liberalizmin demokrasiye tutunarak ama demokraside olumlanan değerleri bir bir yalıtarak ilerleyişi, yeni tür otokrasileri ortaya çıkarıyor. Bireyi özgürleştirmekten söz eden, ancak koşullarını kaderi olarak görüp değiştiremeyeceğine inandırarak bireye boyun eğdiren ve hakkını aramasının önüne kendi çaresizlik hissini engel olarak yığan, her geçen gün özgürlüklerin biraz daha boşaltıldığı bir sistem kurulurken, yaşanan travmalar bunu önlemek yerine pekiştirici işlev görüyor. Sistem hepimize hiçlik, bıkkınlık, yılgınlık telkinini yapıyor. Haksızlıklara tepki vermemek, susmak ödüllendirilirken, tepkilerin dışa vurumuna karşı yoğun şiddet uygulanıyor. Sürekli sıkı sıkı tembihlendiğimiz bir sistem yerleşiyor.
Bu sistemden hoşnut olmasa da ekonomik anlamda tatmin sağlayan ve/veya kendi konumlarını korumak isteyenlerin, sistemi kuranlardan daha fazla katkı sağladıkları yadsınamaz. Güç, parasal yada konumsal giderek öne geçen bir kavram olunca; para değerler sıralamasının önüne geçiyor ve sistemde herkes ve ilişkiler buna göre tanımlanıyor. Hak gaspının giderilmesi de para ile ölçülür olunca, bağımlılık ilişkisinin asıl burada kurulmuş olduğu gerçeği de kanıtını bulmuş oluyor. İnsan yaşamının değeri de para ile ölçülür, yaralar para ile kapatılır oluyorsa, insanın değerli olduğundan değil, kaç para ettiğinden söz eder oluyoruz. Otoriter ilişkileri ve kişilikleri öne çıkaran gelişmeleri bu giderek vahşileşen piyasa ekonomisini göz ardı ederek açıklamak soruna teğet geçmek olacaktır.
Bizleri robotlaştırarak, kişiliklerimizi törpüleyen, toplumsallığı belli süreçlerde yaşanan dram/trajedi gibi olaylar dışında geliştirme olanaklarına setler kuran yetkeciliğin yaşamımızda daha çok yer bulduğu bir gerçek. Otoriterliğin bu yeni türü bizleri her geçen gün biraz daha esir alırken, diktatörlükleri çağrıştıran uygulamaların önünü açan kurumsallaşmaya doğru hızla ilerleyişimizi sorgulayamaz oluyoruz. Türkiye’ye bugün egemen olan zihniyet kapitalizmi ehlileştirmek yerine, insanı ehlileştirerek, boyun eğmeyi tembihliyor.
Türkiye, madencilerimiz ve yakınlarının yaşadıkları büyük dramın duygusal travması içindeyken, akıl ile durdurulması gerekeni atlayabilir. Fazla uzağımızda olmayan Cumhurbaşkanını halkın seçeceği ilk uygulamanın, Türkiye’de köklü rejim değişikliğinin ilk adımı oluşunu atlıyor olmaktan söz etmekteyim. Türkiye özgür olmayan ülkeler sınıflandırması içinde yer alan bir ülke artık. Özgür olmayan ülkenin halkı, özgür bir seçimi nasıl yapacak? Hele medyanın çarpıtılmış işlevi ile ancak yandaşlık temelinde yaşam alanı bulabildiği, aralık bırakılan hava deliklerinden yükselen muhalif seslerin geniş kitlelere ulaşmasının önünde engellerin kurulu olduğu bir zeminde?!…
Her bir travma toplumu güçsüz olduğu algısına iterken, güç gösterisi üzerinden pazarlananları öne çıkarıyor. Toplumun/kendisinin güç yitirdiğini düşünenlerin güçlü kişilik gibi yansıtılanla güç özlemlerini giderdikleri tuhaf bir düzlem bu. “Neden herkes gerçeği göremiyor?” sorusunun yanıtı toplumsal bellek üzerinde kurulan baskı ve algının nasıl yönetildiğinden çıkarılmalıdır. Ayrıca bilinçli politikalarla eritilen orta sınıfa bakmak gerek. Orta sınıfın üst katmanlarının küme düşmemek ve sınıf atlama hırsları ile alt katmanlarındakilerin kendilerini hoşnut edecek sus payları veya telkinlerin işe yaramadığı söylenemez.
Genele yansıyan yoksullaşma, en alt gelir gruplarını işsizlikle terbiye etmekte. Soma faciası piyasaya teslim edilişin acı faturalarından yalnız bir tanesi. Cinayete tanıklık edişimizin utancı bizleri bu sarmaldan çıkaracak akılcı çözümlerde buluşturamazsa, Ağustos sonrasındaki rejim dönüşümü ile Türkiye çok daha büyük sorunlarla yüzleşmek zorunda kalacaktır. Rejimin otoriterleşmesinin her birimizin yaşamlarımıza olumsuz etkisini ortadan kaldıramıyoruz ancak hala sınırlı ortamlarda da olsa sorgulayabiliyoruz.
Türkiye Ağustos’ta yalnız Cumhurbaşkanı seçmiş olmayacak, kaderini oylayacak.