Ergenekon’dan Ötüken’e, bir efsaneden diğerine

Fatih Yaşlı
16 Nisan 2014
Sol haber

Ergenekon’dan Ötüken’e, bir efsaneden diğerine

‘Ergenekon’dan Ötüken’e, bir dönemden başka bir döneme geçiş sürecinin tam ortasındayız. Tıpkı Ergenekon’da olduğu gibi Ötüken’de de herhangi bir tarafa yedeklenmeyecek, hegemonyaya hizmet eden bir tutum almayacak, bir karşı-hegemonya için mücadeleye devam edeceğiz elbette.’

Milliyetçilik literatüründe sıkça atıf yapılan bir söz vardır:
“Milletler milliyetçilikleri değil, milliyetçilikler milletleri yaratırlar.”

Sözün anlattığı şey, milletlerin ya da aynı anlama gelmek üzere ulusların milliyetçi ideolojilerin birer yaratımı olduğu, milliyetçilik aracılığıyla inşa edildiğidir. Milliyetçilik önce yazarlar, şairler, düşünürler, yani “elitler” arasında ortaya çıkar; sonrasında ise bu elitler, efsaneler, destanlar, romanlar, şiirler aracılığıyla milleti kadim zamanlardan bugüne varlıklarını devam ettiren kolektif bir yapı olarak sunan inşa süreçlerine girişirler.

Şöyle de diyebiliriz: Bugün, her şeyden önce geçmişte kurulur; bugün arzulanan ulusal birlik, ancak geçmişe referansla, milletin/ulusun ezelden beri zaten bir arada bulunduğu, aynı dili, kültürü ve tarihi paylaştığı iddiası üzerine bina edilebilir.

Diğer halklarınkine kıyasla gecikmiş bir halde ve on dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru ortaya çıktığında, Türk milliyetçiliğinin esas görevi “Türk milletini/ulusunu” inşa etmek olmuştur. Yani bir etnik grup olarak zaten var olan Türklerden bir ulus yaratmak amaçlanmıştır. Türk milliyetçiliğinin kurucu babası olarak kabul edebileceğimiz Ziya Gökalp ise ulus inşa sürecine sadece siyaset ya da sosyoloji yazılarıyla katkı yapmamış; milliyetçilikle dil ve tarih arasındaki ilişkinin farkında olduğu için, hem eski Türk destanlarını gündeme getirmiş, hem de Türklüğün kadim zamanlarını anlatan, mitolojik unsurlarla bezeli şiirler, metinler yazmıştır.

Türkçü Faşizmden Susurluk’a Ergenekon

Gökalp’in şiir ve yazılarında geçen “Ergenekon” da, “Ötüken” de Türklerin anayurdu olan Orta Asya’da yer alan yarı gerçek/yarı mitolojik mekânlardı ve her ikisi de Türkler açısından “kurucu semboller” olma niteliğini taşıyor; on dokuzuncu yüzyılın ulus inşa sürecini kadim zamanlara bir “tarih bilinci”yle bağlamanın enstrümanları vazifesini görüyorlardı. Altı yüz yıllık bir imparatorluk çökerken Türkler bir varoluş mücadelesi veriyor ve “çıkış” için yüzlerini yeniden Orta Asya’ya, “Ergenekon”a dönüyorlardı yani.

Kemalist milliyetçilik anlayışı pantürkist/Turancı bir karakter taşımayıp Misak-ı Milli sınırlarını veri kabul ettiği ve irredantizmden, yani yayılmacı milliyetçilikten özenle uzak durduğu için, söylemine Orta Asya’yı ve Turancılığı işaret eden sembolleri taşımaktan bilinçli bir şekilde kaçındı ve bunlar resmi ideoloji içerisinde kendilerine merkezi bir yeri hiçbir zaman bulamadılar.

1930’lardan itibaren dünyanın hemen her tarafında faşist akımlar tarih sahnesinde güçlü bir şekilde boy göstermeye başladığında, Türkiye’de de Rıza Nur, Nihal Atsız, Reha Oğuz Türkkan gibi isimler, “Türkçü faşizm”in ideologları olarak ortaya çıktılar. Türkçü faşizm, tıpkı Nazizm gibi ırk-merkezci bir anlayışa sahipti ve biyolojik milliyetçiliğe, yani kanın saflığına ve devletin görevinin bu saflığı korumak, yani melezleşmeyi engellemek olduğuna inanıyordu. Ayrıca yine tıpkı Nazizm gibi yayılmacı bir milliyetçilik anlayışına ve “pan” ideallere sahipti. Pantürkizmin, yani “bütün Türkler”in birleşmesi hedefinin coğrafi mekânı ise doğal olarak Orta Asya, yani o günkü Sovyetler Birliği topraklarıydı. Dolayısıyla sadece ırkçılık açısından değil, anti-komünizm ve Sovyetler Birliği düşmanlığı bağlamında da Nazilerle Türkçü faşistler “stratejik ortak” konumundaydılar.

Türkçü faşizm, 1930’lardan 1944’e, yani Nazizmin yenileceği anlaşılınca tek parti rejimi tarafından tasfiye edildiği tarihe kadar yoğun bir yayıncılık faaliyetine girişmişti ve çıkarılan dergilerin hemen hepsinin adları Orta Asya Türk mitolojisinden seçilmişti. Atsız ve Türkkan gibi faşist ideologlar Ergenekon, Orkun, Orhun, Gökbörü gibi sayısız dergi çıkardılar. Ötüken ise tasfiye sonrasında yeniden toparlanmaya çalışan Türkçü faşizmin en önemli ismi Atsız’ın 1960’larda çıkardığı dergiye verdiği addı.

Ergenekon adı uzunca bir süre, yani 90’lara kadar ülkücü hareketin mensupları dışında kimse için herhangi bir anlam ifade etmedi. Ancak, Susurluk kazasının ardından kontrgerilla/derin devlet tartışmaları kamuoyunun gündemine geldiğinde Can Dündar ve Celal Kazdağlı “Ergenekon” adlı bir belgesel çektiler ve sonrasında bunu kitaba da dönüştürdüler. Belgesel/kitap, Soğuk Savaşla birlikte NATO’ya üye olan Türkiye’de TSK bünyesinde kurulan ve adı sonradan Özel Harp Dairesi’ne dönüştürülecek olan Seferberlik Tetkik Kurulu’nu anlatıyordu. Türkiye’nin Sovyetler Birliği tarafından işgal edilmesi halinde “direniş”i örgütlemek için ülkenin çeşitli yerlerinde silah depoları kuran ve aynı zamanda direniş esnasında devreye girecek “uyuyan hücreler”i olan bu örgütün kod adı Ergenekon’du. Yani nasıl ki İtalyan kontrgerillasına Roma dönemine atıfla “kılıç” anlamına gelen “gladio” adı verilmişse, Türkiye kontrgerillasına da “Ergenekon” adı verilmişti.

Ergenekon: Yeni Rejimin Miti

Susurluk’un üzerinden yaklaşık on iki yıl geçmişken, Ergenekon adı kamuoyunun gündemine yine “derin devlet” tartışmaları üzerinden gelecek, Ergenekon bir operasyondan davaya ve oradan da bir “politik dönem”in, sürecin adına dönüşecekti. Operasyonun adının “Ergenekon” olduğunu kamuoyu ilk kez 2008 yılının Ocak ayında duydu ama sonradan yayınlanan görüntülere göre 2007 Haziran’ında polis Ümraniye’deki bir gecekonduyu bastığında, polislerden biri zaten “operasyonun adı Ergenekon’sa her şey olur” minvalinde bir söz sarf ediyordu. Yani Ergenekon’un örgüte, operasyona ve davaya kod adı olarak çok önceden seçildiği belliydi.

Bugünden geriye doğru bakıldığında Ergenekon’u “modern zamanların bir miti/efsanesi” olarak değerlendirmek mümkün görünüyor. Öyle bir mit ki, “derin devletle hesaplaşma”, “demokratikleşme”, “vesayetten kurtulma” gibi iddialarla bezenen ve böylelikle tüm bunlarla mücadele iddiasındaki yeni rejimin hegemonyasının tesisini kolaylaştırıp onu meşrulaştıran bir mit.

Söz konusu mitolojik anlatı şöyle özetlenebilir: Bir yanda, kolları her yere uzanan, devletin bütün gözeneklerine sızmış, PKK, DHKP-C, Hizbullah gibi örgütleri aynı anda yöneten, gizliliği nedeniyle üyelerinin dahi birbirlerinden haberdar olmadıkları, rektörleri, generalleri, gazetecileri bünyesinde toplayan ve “1 numarası” asla tespit edilemeyen karanlık bir örgüt; öte yanda onunla millet adına mücadele etmeye kararlı “ak” güçler.

Türkiye’de AKP rejimi, Ergenekon mitinden beslendi, gücünü ve meşruluğunu bu mitten aldı, sağlı sollu liberal entelektüelleri bu mit sayesinde etrafına topladı, ideolojik hegemonyasını bu mit üzerinden tesis etti ve muhteşem bir ironi örneği olarak “derin devletle demokrasi adına mücadele” söylemi üzerine kurulmuş bu mitin de katkılarıyla Türkiye’de tek adam tarafından yönetilen bir parti-devleti rejimi ortaya çıktı.

Ergenekon adlı mitolojik anlatının yazıcıları olan AKP ve Cemaat 17 Aralık 2013’te gayri resmi koalisyonun sonuna geldiklerinde, mit de sona erdi ve çok geçmeden “Ergenekon esirleri”nin tutulduğu Silivri boşaltıldı. Hemen ardından ise AKP eliyle yeni bir mitolojik anlatının devreye sokulmak istendiğinin işaretleri ortaya çıkmaya başladı ve ona da tıpkı Ergenekon gibi Orta Asya Türk mitolojisinden bir ad verildi: Ötüken.

Ortaklıktan 17 Aralık’a Ergenekon’dan Ötüken’e

Aslında uzunca bir süredir Kürt hareketi kendisine yönelik operasyonlarının asıl öznesinin Cemaatin yargı-polis entegre gücü olduğuna dair farkındalığıyla Cemaatin derin devletin yeni sahibi olduğundan ve “yeşil gladio”dan söz etmekteydi; hatta Öcalan buna “yeşil Türkçü gladio” adını veriyordu. Karayılan ise 2011 yılında Hasan Cemal’in kendisiyle Kandil’de yaptığı röportajda “aldığımız istihbarata göre bu yeni derin yapılanmanın adı Ötüken” demişti.
Son derece ilginç bir şekilde, bu açıklamanın üzerinden üç yıl gibi bir süre geçmişken, Cemaatin “esir”lerinden biri olan Hâkim Albay Zeki Üçok, AKP medyasına konuştu ve tıpkı Karayılan gibi Cemaatin kontrolündeki derin devlet aygıtının adının Ötüken olduğunu söyledi. Böylece Ergenekon sonrası yeni mitolojik anlatının adının ve ne anlattığının geniş kesimlerince duyulmasının fitili de ateşlenmiş oldu.

Eğer seçim gecesi balkon konuşmasında da tekrar edilen “inlerine gireceğiz” söylemi gerçek hayatta karşılığını bulacaksa, yani Cemaate yönelik bir örgüt operasyonuna girişilecekse bunun kod adı da Ötüken olacak gibi görünüyor. Dolayısıyla Cemaatin Ergenekon isimli bumerangı bu sefer Ötüken adıyla Cemaati vuracak, Cemaatin rakiplerini tasfiye için kullandığı yöntemler şimdi Cemaat için kullanılacak.

Ergenekon miti, AKP-Cemaat koalisyonu etrafına liberalleri ve muhafazakârları toplamayı başarmıştı. Yeni mit ise belki böylesi sıkı bir ittifaka işaret etmiyor ama AKP-Cemaat savaşında hem ulusalcıların hem de Kürt siyasi hareketinin AKP’yle aynı yerde konumlandığını gösteriyor. Perinçek’in Akit’e, Üçok’un Akşam’a mülakat vermesi, Öcalan’ın en başından beri “17 Aralık bir darbedir” demesi, bir TSK mensubuyla bir PKK yöneticisinin aynı terminoloji içerisinden konuşması Ötüken mitinin merkezinde duracağı yeni sürecin yeni dengelerine, politik konumlanışlarına ve ittifaklarına dair önemli ipuçları veriyor.

Ergenekon’dan Ötüken’e, bir efsaneden başka bir efsaneye, bir dönemden başka bir döneme geçiş sürecinin tam ortasındayız. Tıpkı Ergenekon’da olduğu gibi Ötüken’de de herhangi bir tarafa yedeklenmeyecek, hegemonyaya hizmet eden bir tutum almayacak, bir karşı-hegemonya için mücadeleye devam edeceğiz elbette. Ötüken’in tıpkı Ergenekon gibi bir çuvala dönüştürülmesine ve içerisine gerçek muhaliflerin doldurulması ihtimaline karşı her zamankinden daha fazla uyanık olmamız gerektiğini söylemeye ise gerek dahi bulunmuyor.

This entry was posted in DEVRİM VE KARŞI DEVRİMLER, ERGENEKON - BALYOZ, FAŞİZM, HUKUK-YARGI-ADALET. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *