“Onlarla ilk görüşmemiz, bir akşam vakti oldu. Karanlıklar içinde, orta yerde yanan büyük ateşin ara ara aydınlattığı yabancı yüzlerdi hepsi ilkten. Sesleri öfkeli ve hep bir ağızdan yükselirken yüzlerde yorgun ve kaygılı bir gerginlik vardı. En çok konuşan kadınlardı”
Direnenlerin öyküsü:
‘Bu bizim ikinci kurtuluş savaşımız’
Yusuf Yavuz
Yazar Şafak Okdemir, sularını vermemek için HES şirketine karşı bir aydır nöbet çadırında direnen Antalya Manavgat’a bağlı Ahmetler köylülerinin kadın erkek, çoluk çocuk haklı direnişini yazdı. Başından buyana köylülerin direnişini yakından izleyen Okdemir, “Gözden ırak olan gönülden de ırak mıdır, sahiden?” sorusunu sorduğu yazısını, “ne onlar ne de biz yalnız değiliz artık” ifadeleriyle ve umutla bitiriyor.
***
İşte Şafak Okdemir’in kaleminden bir direnişin öyküsü…
“Onlarla ilk görüşmemiz, bir akşam vakti oldu. Karanlıklar içinde, orta yerde yanan büyük ateşin ara ara aydınlattığı yabancı yüzlerdi hepsi ilkten. Sesleri öfkeli ve hep bir ağızdan yükselirken yüzlerde yorgun ve kaygılı bir gerginlik vardı. En çok konuşan kadınlardı. Yüksek sesle dışa vuruyorlardı duygularını. Onlarca insan hep ayaktaydılar. Karanlığın içinde, gözüm alıştıkça seçebildiğime göre, naylondan bir tentenin altında yerde oturan bir tek yaşlılar vardı. Olan bitene ve konuşulanlara dikkat kesilmişlerdi. Elleriyle yanlarına çağırıp oturtmak istiyorlardı beni de. Koşullar ne olursa olsun misafirdim ne de olsa.Bense, konuşmaların bir tekini kaçırmadan ve ayaklarımın altındaki kaygan ve yapışkan çamurun üzerinde durmaya çalışarak, bulunduğumuz yeri ve durumu anlamaya çalışıyordum.
Bir gece önceden başlamıştı olaylar. Jandarma, şirket, şirketin adamları, silahlar, taşlar, kepçeler ve yıkılan ulu ağaçlar konuşuluyordu. Yüksek sesle ve bitmeyen bir öfkeyle… Sesler yorgun ama kararlı ve yürekler kırgın, akıllar kaygılıydı. Henüz işin başında ve yeni hayatlarının ilk günündeydiler.
Buraya saatler süren bir yoldan gelmiştik. Sevgili dostumuz Mustafa Koç, zaten diken üstü bir bekleyişin içindeyken, köyünde ‘olaylar’ çıktığı haberini aldığında, Antalya’da beraberce çaylar içip sohbet etmekteydik bir gece önce. Bundan yaklaşık bir ay önce, kanyonlarındaki ‘HES’çi’ şirketi engellemek isterlerken, şirketin güvenlikçilerinin saldırısına uğrayıp kafalarından taşla yaralanarak hastanelik olan ve o günden beri de kaygılı bir belirsizlikle beklemede olan köylüleri için meraktaydık.
KÖYÜN YAŞLILARINDAN ALİ KAYA DEV MAKİNAYI DURDURUYOR
İki yıl önceye dayanıyordu hikâyeleri. Ülkenin her güzel vadisinin, her tertemiz akarsuyunun ve hayat verdiği güzel köylerin son yıllarda sıkça başına gelen gelmişti onların da başına… Bir sabah uyandıklarında, kendilerine can veren, canları gibi sevdikleri sularına, gözbebekleri kanyonlarına iş makinaları girmeye kalkışmıştı. Daha ilk adımda asırlık bir çınarı deviren kepçeye, “Bu çınarın altında büyüdüm ben! Sen nasıl öldürürsün onu!?” diye gövdesini siper eden köyün yaşlılarından Ali Kara durdurmuştu dev makinayı. Köyün kadınları zaten kanyonlarının girişine toplanmış bir adım daha attırmamışlardı “HES’çi şirkete’. Hayatlarına böylece bir HES tehdidi gelip yerleşmiş ve o günden sonra da hiçbir şey önceki gibi olamamıştı.
Başlarına gelen ‘şey’, kendi köyleri gibi, dağların başında, varılması zor ama ulaşılabilecek en güzel hayatın sürdürüldüğü her yerde yaşayan insanların başına getirilen gibi bir oldu bittiydi. 700 yıldır yaşadıkları bu topraklardaki tüm hayatı değiştirecek bir HES projesi, halkına haber bile verilmeden yürürlüğe konmuştu. Ama kapalı kapılar ardında planlanmış kağıt üzerindeki pek çok projede olduğu gibi, ‘hayatı’ ihmal etmişler, canına kastedilenlerin tepkisini hesaba katmamışlardı. Çok büyük hata ettiklerini anlamaları pek uzun sürmeyecekti.
Köylüler, iki yıldan bu yana sürdürmeye çalıştıkları hukuk mücadelesinin sonucunu beklerken, varlığı evrensel hukukun çiğnenmesine bağlı olan ‘HES’çi’ şirket son aylarda hız verdiği saldırgan girişimlerine bir gece önce bir yenisini eklemişti. Bu kez, köylülerin gözünden ve tepkisinden kaçabilmek için, şirket elemanları ve ihtiyaçları olan destek malzemeleri jandarmanın resmi araçları içinde kanyonun girişindeki şantiyeye geçirilmişlerdi. Geceyi kanyonda geçiren köylülerin duymaması için, jandarma kamyonları sabaha dek motorlarını çalıştırarak gürültü yapmış ve karanlığın ve yağmurun içinde iş makinalarının sesini bastırarak, derenin kıyısına varmalarına destek olmuşlardı.
‘İKİ GÜNDÜR UYUMAYAN KEÇİ ÇOBANI KARŞILADI BİZİ ’
Bütün bunları bir nefeste anlatıyordu Mustafa. Köyün gençlerindendi. Keçi çobanıydı. Gelmekte olduğumuz kendisine bildirilmişti. Köy yolunda aniden arabamızın önüne çıkmış, hemen içeri atlamıştı. Hem yolu gösteriyor hem de soluksuz konuşuyordu. İki gündür uyumamışlardı. Gece boyu yağmış yağmurla kanyona inen yol kaygandı ve su birikintileriyle doluydu. Zifiri karanlığa rağmen, olağan üstü bir güzelliğin içinden geçtiğimizi anlamak zor değildi. Her iki yanımızda sonsuzca uzanan ormanlar dimdik gökyüzüne varıyordu. Arabanın ışığında parlayan kıpkırmızı örtüye bakılırsa kızılçam ormanındaydık. Birkaç kez durup dışarı attık kendimizi. Mis gibi havayı solumak ve göremediğimiz derelerin sesini dinlemek için.
Mustafa anlatıyordu. Gün boyu yaşlı genç, kadın erkek nasıl ‘savaştıklarını’. Nasıl dev gibi Türk bayrağının ardına sığınıp şirkete geçit vermemeye durduklarını ve nasıl kendi jandarmalarınca darp edildiklerini. Ve gün boyu kanyonlarından gelen iş makinasının sesiyle nasıl kahrolduklarını. İki gündür seslerini duyurmaya çalışan tüm köylüler gibi sesi kısılmıştı onun da. Ama susmak istemiyordu. Gün boyu makinaların devirdiği ulu ağaçların sesini dinlemek zorunda bırakılmışlar, çaresizce onların ölüm acısına ortak olmuşlardı. Susarsa, ormanının, kanyonunun, köyünün de sesi kesilir diye korkuyordu belki. Bitimsiz bir öfke ve enerjiyle anlatıyordu.
KÖYLÜYLE DERE ARASINA KURULAN JANDARMA BARİKATI
Herkes gibi, bir uçurumun kenarına arabamızı bırakıp, kaygan çamurun içinde ateşin başına vardığımızda, burada iki gündür yaşananları bilmiş, anlamış durumdaydık aslında. Ama köylülerin arasına karışınca, seslerden ve sözlerden ibaret olan acı, ete kemiğe büründü. Onlarca, -bilmiyorum belki yüzlerce- insan, birkaç saat önce canına kıyılan ağaçların, devrildiğini ve parçalandığını uzaktan duydukları kayaların acısını taşıyan tek bir beden olmuşlardı sanki. Dereleriyle aralarına barikat kurmuş olan jandarmayı gözüm karanlığa alışınca görebildim. Köylülerin iş makinalarına ulaşmasını engellemek için onlarca asker duvar gibi dizilmişler, bütün gün yaşanmış itiş kakışın tedirginliği yüzlerine işlemişti.
Bir dağın dibinde ve dik bir uçurumun kenarındaydık. Köylülerin toplanıp geceyi geçirdikleri yer, aslında bir köy yolu genişliğinde dar bir geçitti. Sırtlarını dağa vermişlerdi. Üzerlerine naylon bir tente germişler, vıcık çamurun üzerine serdikleri naylonun üzerine de birkaç çaput atmış yerleşmişlerdi. Ne soğuk ne ıslak umurlarındaydı. Bağırmaktan kısılmış sesleriyle yeniden ve en baştan anlatıyorlardı.
Köyün yaşlıları ve şehirden koşup gelen okumuşları, onları sakinleştirmeye ve jandarmayla da bir anlayış ortamı sağlamaya uğraşıyorlardı. Ki, karanlığın içinden peşpeşe silah sesleri yükseldi. Ardından bağırışlar. Hiçbir şey görünmüyordu. Bir süre sadece uzaktan gelen “imdat!” ve “yandım anam!” sesleri… Sonra kanyonun aşağısından, komşu köye bağlanan yoldan koşarak gelen ve kurşunların sıyırıp geçtiğini haykıran köylü gençler geldi. Aşağıdan dere yatağından, bir kez daha şirket güvenlikçilerinin silahlarıyla saldırıya uğramışlardı. Herkesin ve jandarmanın gözü önünde. Ama ne yazık ki, kadınlar “daha ne bekliyorsunuz, siz şirketin askeri misiniz?!!” diye bağırmalarına dek hiçbir kıpırtı olmadı. Sonunda jandarma gidip silah atanları yakalamaya çalışsa da, bazı adamları adalete teslim ettiğini bildirse de, bir kez daha, önceki vukuatlarında olduğu gibi, saldırganların serbest bırakıldıklarını duyacaktık sonradan. Bu arada, iş makinalarını kullanan şirket elemanları da jandarma eşliğinde kanyondan çıkarıldı.
‘YETER YAŞADIĞIM, ÖLECEKSEM KÖYÜMÜN SUYU İÇİN ÖLÜRÜM’
İlerleyen saatlerde, geceye doğru, ortalık biraz daha sakinleyince bağırtılı sesler sohbete döndü. Soğuk arttıkça ateşin boyu yükseltildi. Oturacak o kadar az yer vardı ki, yaşlıların ve kadınların bir kısmı köye gönderildi. Öfkeli gençler şefkatle battaniyelere sarılıp yatırıldı. Ateşin kenarına dizilen çaydanlıklardan çay kokuları yayıldı. Ayaküstü sabahın karanlık saatlerine dek süren sohbetler hep köylerini nasıl sevdikleri üzerineydi. Hep kendilerine yapılmakta olan haksızlığın ağırlığına nasıl inanamadıklarına dairdi. Ama kararlıydılar. Ne bu dünya harikası kanyonlarını ve vadilerini vereceklerdi, ne de kendilerine yönelmiş şiddete, şiddetle cevap vereceklerdi. “Bu bizim ikinci kurtuluş savaşımız” diyordu Emin Amca. “Yeter yaşadığım, öleceksem köyümün suyu için ölürüm” diye bastonunu yere vuruyordu bir dede.
Sabahın ilk ışıklarıyla görünür oldu nasıl bir cennette bulunduğumuz. Eğer yapılabilirse, bu HES projesinin delip patlatacağı dağı, üzerindeki yaşlı dimdik ağaçları, kurutulacak olan kanyonu, yaşamına kastedilen rengarenk ormanı gördük. Bizimle konuşan herkes tek tek aynı şeyi söylüyordu. Ellerini sanki dağları tamamen örten ormanları okşar gibi etrafta gezdirip, “Bizim dağlarımızda tarih boyunca hiç orman yangını olmamıştır” diyorlardı. Yüzlerce yıldır buralarda sürdürdükleri hayatları hakkında en çok övünç duydukları konu buydu anlaşılan. Orman köylüleriydiler ve ormanlarını gözleri gibi korumuşlardı her zaman. Ve bu sonsuza dek sürsün istiyorlardı. Ormanlarını, dağlarını, sularını ve köylerinin sonsuz tarlalarını kaybetmemek için, zamanı durdurmaya o gün karar vermişlerdi. Ne ev ne de bahçe işlerine bakamayacaklardı bir süre. Sevgili keçiciklerini de ihmal etmişlerdi iki gündür. Bilemedikleri bir süreliğine çocukları bile idare edeceklerdi artık. Annelerin daha önemli işleri vardı.
‘TOPRAĞIMIN SAVUNMASINI KİMSELERE BIRAKMAM’
Genç bir anne, Kübra “Üç küçük çocuğumu Manavgat’da, eşime ve ailesine bıraktım” diyordu. Üç gündür gidemiyordu evine. Kir pas içindeydiler. Ama olsundu. “Hele şu iş bir çözülsün”dü önce. Yoksa gözü arkada kalırdı. Hatice işinden izin almıştı. Onsuz olmazdı. “Toprağımın savunmasını kimselere bırakamam” derken iri koyu gözleri dimdik bakıyordu.
O ilk gün ve gecenin ardından bir ay geçti. Bir aydır hep o aynı dağ dibinde ‘duruyor’ insanlar. Bir aydır, şirkete ait kepçenin mazotu bittiğinden çalışma yapamıyor. Mazotun getirilebileceği tek yolu ise köylüler kesmiş bırakmıyor!.. Bu bir aydır kaç kez daha tehdit aldılar, kaç kez şirket güvenlikçilerinin taciz atışına ve bazen saldırısına uğradılar?..
Kaç kez jandarma onları korumadı? Uzun uzun anlatılabilir.
Önemli olan şu ki, her durumda onlar sağduyularını korumayı başardılar. Ama tek bir adım da geri atmadılar. Her geçen gün onların sesini duyanlar arttıkça, umutları da arttı. Hemen her gün basında, tv’lerde ve sosyal medyada haber oldular. Yerel yönetimler, sivil kuruluşlar, siyasi oluşumlar, partiler, kamu görevlileri bu ulaşılması zor kanyona ziyaretler yaptılar. Her ziyaretin amacı ve niyeti kendinden menkul olsa da, onlar yani köylüler niyetlerini hiç bozmadılar. İş makinaları kanyonlarından çıkacak, jandarma çekilecekti önce. Bu haksız ve hukuksuz proje iptal edilene dek de onlara rahat bir uyku yoktu. Uyumaz beklerlerdi.
‘BİR KEZ BAŞARILDIYSA, YİNE OLUR’
İlk gece, yıldızlı gökyüzüne bakarak uçurumun kenarına oturmuş köyden üç kişiyle konuşuyorduk. Adını öğrenmediğim bir amca sordu,”Böyle bizim gibi nöbet tutup da HES’çileri göndermeyi başaran oldu mu ki?” diye. Mutlulukla cevaplamıştım. “Evet evet! Yuvarlakçay diye bir ırmak için bir yıla yakın kanyonlarında nöbet tuttu köylüler” dedim. “Ve kazandılar!” Birbirlerine bakmış ve çok normal bir tavırla “E biz de gerekirse aylarca bekleyeceğiz demek” demişlerdi. “Bir kez başarıldıysa, yine olur”…
Ertesi sabah kendi aralarında, uzaklardaki o köyden ve köylülerden konuşuyor ve uzun zaman dayanabilmek için daha düzgün ve korunaklı bir yer kurmanın planlarını yapıyorlardı. Yaptılar.
Bir aydır evlerinden daha çok yaşadıkları bu dağ dibinde minyatür bir yerleşim kurdular. Çadırları, tenteleri, kapalı odaları, yemek masaları, sandalyeleri, tuvaletleri, erzaklarını ve ihtiyaç malzemelerini koydukları yerleri var. Kazanlarla yemek yapıyorlar her gün. Köyün dışında işleri olanlar da tüm yaşam düzenlerini burada olmaya göre ayarlıyor. Gittikçe uzayan ve soğuyan geceler, yağmur, çamur onları yıldırmıyor. Kalabalıklar halinde gelen ziyaretçilerine sofralar kuracak denli gönlü zengin, herkesle dertleşecek denli enerjikler hâlâ. İlk günlerin öfkesi, yerini kararlı ve sabırlı bir kıvanca bırakmış. Kendi gücünü gördükçe güçlenen, birbirlerine inançlarını besleyen neşeli ve umutlu insanlar artık onlar.
Ülkenin her yerinde, güzelim dağ başlarında yaşayan kadim halkların başına gelen aynı bir felaketle, sularını, dolayısıyla tüm yaşamlarını yitirme tehlikesiyle burun buruna onlar da… Ama, onların herkese umut olan dirençleriyle önemli bir farkları var. Onlar Torosların güzel insanları. Onlar, Karpuz Çayı’nın bekçileri… Onlar, “Suyumuzu veremeyiz!” diyenlerden. “Elektrik bahane, bizim suyumuzu sattılar, canımıza kastediyorlar” diye itirazı olanlardan. Onurları için sonuna dek dayanmaya söz vermişlerden.
‘NE ONLAR NE DE BİZ ARTIK YALNIZ DEĞİLİZ’
Onlar, bu çayın suladığı onlarca yerleşimin ve binlerce insanın desteğiyle ayakta duran ve onlara örnek de olan; Anadolu’nun binbir renkteki kültürlerinin son temsilcilerinden Ahmetler Köylüleri…
Gözlerden ırak bir dağ başında, ulaşılması güç bir kanyonda olsalar da, adını ilk kez duyanların ekranlarında, ellerindeki gazetelerde, internet sayfalarındalar artık. O ırak yerlerinden gözümüze gönlümüze ulaştılar bir kere. Hepimiz nefesimizi tuttuk, uzakları yakın ettik, ellerimizi birleştirdik onlara uzattık… Ne onlar ne de biz yalnız değiliz artık.”
Şafak Okdemir- Aralık 2013