02 Ekim 2013
Doç. Dr. Sait Yılmaz
Ulusal kanal
ABD’nin Türkiye’yi kontrol stratejisi
Sovyet tehdidi karşısında başta ABD olmak üzere Batı ile ittifak arayışı Türkiye içinde de önemli siyasi değişimlere yol açtı. CHP kendi içinde yaptığı tasfiyelerle devrimci, köktenci anlayışı tasfiyeye yönelerek, liberal ve anti-komünist kişilere yöneldi. Türkiye, ABD Kongresi’ndeki gelişmeleri çok yakından takip ediyordu. Ancak, ABD de, Türkiye’yi takip ediyordu.
İnönü, “Milli bir şey yapamıyoruz. O kadar çok danışman var ki. Ben daha bir şeyi konuşup harekete geçirmeden danışmanlar o konuyu Amerika’ya bildiriyorlar” diye dert yanıyordu. 1950-1960 döneminde sol eğilimli olduğu zannedilen kişiler yoğun bir şekilde izleniyor, gözaltına alınıyordu. İngilizler, 6-7 Eylül olaylarının tahrik edilmesinde ve 1955’den itibaren Kıbrıs’ta Rumlarla Türklerin karşı karşıya getirilmesinde geri planda idi. 27 Mayıs 1960 devriminin arkasında Türkiye’nin kontrolünü İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD’ye kaptıran İngiltere’nin geri almak isteği vardı.
1960 Anayasası’nın getirdiği kısmi özgürlük ortamında İşçi Partisi’nin kurulması, grev hakkı olmasa da işçi sendikalarının kurulması, CHP’nin kendisini ortanın solu olarak tanımlaması, işçi ve öğrenci hareketlerinin başlaması ile sol canlandı. Bu yıllarda Çin ve Sovyetler arasındaki ideolojik ayrılık ile birlikte Halk Savunma Teorisi’nin ortaya çıkışı, Küba devrimi ve Bolivya’da Che Guevara’nın öldürülmesi, ulusal sol anlayışının doğması solu daha heyecanlı hale getirdi. 1960’lardan itibaren Adalet Partisi’nin solun legal hareketlerini getirdiği yasaklar, solu yeni arayışlara ve illegal yapılanmalara itti. Sol örgütlerin silahlı propaganda amacı ile ortaya çıkışı bu tür yasaklara bir tepki idi.
Sol örgütler dışarıdan hiç destek almazken, ABD’nin güdümünde Adalet Partisi iktidarı 1-2 yıl içinde başta THKO ve THKP-C olmak üzere sol örgütlerin tüm önder kadrosunu acımasız bir şekilde yok etti. Batı yanlısı dış politika ittifakına karşı muhalefet, başlangıçta günün modasına uygun bütün solun birleşmesi için gerekli ideolojiyi (Marksizm) Paris, Londra ve New York gibi merkezlerden aldı. Bu ideoloji ABD’ye, NATO’ya, kapitalist ekonomiye ve Sovyetlerin sahip olduklarının haricinde askeri üslere karşıydı.
Marksizm, Türk entelektüellerin arasında ve üniversitelerde çeşitli formlarda yayılmaya başladı ve müteakiben sendikalara ulaştı. 1970’lere gelindiğinde kapitalist sistem yeni bir değişim sürecindedir. Dünya Bankası yeni borç vermek yerine eski borçları toplamaya başlamıştır. Bu borçları ödemeye zorlanan ülkelere “ihraç ekonomisi” dayatması yapılmaktadır. Türkiye’de bir yandan toplumsal muhalefetin bastırılması ihtiyacı diğer yandan ekonomide ithal ikamesinde ısrar edildiği için 12 Mart 1971 darbesi oldu. İthal ikameci politikalarda direnen Demirel, Batı nezdinde tüm itibar ve güvenirliğini yitirmişti. Bu dönemde sol örgütlerin pek çoğuna sızan MİT elemanı Mahir Kaynak’a göre solun ideolojik kalesi olan Fikir Kulüpleri bile İngilizlerin yönettiği bir hareketti. Kaynak, 12 Mart darbesinin arkasında da Avrupa-ABD rekabeti olduğunu ama MİT dâhil Türkiye’deki yönetimlerin tek felsefesinin Rusların Türkiye’yi ele geçirmesini engellemek olduğunu söylemektedir. Soğuk Savaş boyunca MİT, sol örgütler içinde hep Rusları aramış ama bulamamıştı.
1971-1983 yılları arasında Türkiye daha ziyade iç savaş düzeyine yakın terör, değişen iktidar koalisyonlarının ortaya çıkardığı siyasi istikrarsızlıklar ve ekonomik sorunlarla uğraşırken bunları aşmak için iki kısa süreli askeri darbe gerekti. Yeni dönemde sol silahlı gerilla faaliyetleri ile sonuç alamayacağını anlayınca, 1974-1975’den itibaren halk hareketlerine yöneldi. Ancak yaşanan önderlik çekişmeleri, umutsuzluk ve yılgınlık sonucu kısa yoldan sonuç almak isteyen yeni örgütlerin ortaya çıkmasına neden oldu. 1974’deki Kıbrıs Barış Harekâtı sonrası başlayan ABD ambargosu ve NATO ile sorunlar sol kitlesel hareketlerine ivme verdi ve sağ-sol çatışması süratlendi. Eğitimsiz ve tecrübesiz gençlerin kurduğu küçük sol örgütler tüm Türkiye’ye yayıldı ve ajite edilmeleri ile çatışmalar sürekli hale geldi. Çeşitli öğrenci dernekleri kurulurken, öğrenci yurtlarını ele geçirme, kendinden olmayanları yurtlara almama şeklinde başlayan öğrenci olayları zamanla planlı ve silahlı eylemlere dönüştü.
Demirel’i iktidara getiren ve destekleyen Amerikan yönetimi için koşullar 12 Mart 1971 öncesi değişmiş, yeni politikalar dayatılmıştı. Demirel aynı akıbete bir kez daha 12 Eylül darbesi ile uğrayacaktı. Amerika’nın istediği model 24 Ocak 1980 kararları ile gelecek ama uygulaması için Turgut Özal beklenecekti. Demirel o dönemde Amerika ile olan pazarlıkları şu sözlerle anlatıyor;
“..Amerika kendine bağlı ve dediğini yapan hükümet ister Türkiye’de. Kıbrıs’ta Maraş’ı Ecevit açtı. Şimdi beni istemiyor ya, Ecevit’i de istemez. Döviz sorununun altında Kıbrıs var. Ben nasıl çözeyim Kıbrıs sorununu. Yunanistan’ın arkasında Amerika var ve benim gırtlağımı sıkıyor.. Her şey Amerika’nın elinde, fena yakaladılar bu kez. Karşısına koyacağım bir şey yok. IMF heyetine bunlara para vermeyin yoksa gitmezler diyor. Elimizdeki tütünü, buğdayı satamıyoruz. Her yerde karşımıza engel çıkıyor. Amerika, belki de CIA.her yerde kolu, mekanizma işliyor…”
1980 askeri müdahalesi ile sağ korunurken sol gene acımasız şekilde yok edildi ve onlardan bugüne DHKP-C kaldı. Sol yok edildikten sonra ABD tarafından Ortadoğu ve İslamcılar ile ilgili yeni planlar hazırlanıyordu. Bu dönemde PKK’nın ortaya çıkması ile yeni bir oyun başlıyordu. Bu dönem içerisinde özellikle sağ ve sol ideolojik boyutları ile şekillenen terör olayları, 1980’li yıllar ile birlikte bir yandan bölücü terör, diğer yandan irticai akımların yükselmesi ile birlikte değişik bir boyut kazanmıştır.
ABD’nin İkinci Dünya Savaşı sonrası başlattığı ayaklanma stratejileri dâhilinde Rockfeller grubu daha 1956 yılında şu ek önermeyi yapmakta idi; “ABD’nin çıkarlarına uygun düşmeyen herhangi bir durumu düzeltmek için dünyanın neresinden olursa olsun derhal müdahale edebilecek özel yeteneklere sahip özel askeri birlikler kurulmalıdır. Bu özel askeri birlikler gayet hareketli olmalı ve çeşitli yerle harpleri başarıyla sona erdirecek yetenekte olmaları gerekir.” Bu özel askeri birlikler daha sonra birçok ülkede yürütülen savaşlarda Amerikan özel kuvvetlerinin çekirdeğini oluşturdular.
1955 yılından itibaren ABD’nin Türkiye’nin iç işlerine karıştığı iddiaları gündeme oturmaya başlamıştır. ABD, ihraç ettiği artıkları ile bağımlı bir sanayi stratejisini hayata geçirmekte ve bunun üzerine kendi ideolojik-kültürel değerleriyle yönetim kademeleri başta olmak üzere toplumsal yapıyı ithal ideolojik-kültürel değer yargıları ile donatmakta idi. ABD politikalarına ters düşenler ise “dolaylı saldırı” stratejisi ile hedef alınmaktaydı. Toplumsal muhalefetin bastırılması için “ayaklanmaları önleme stratejisi” yanında, bu tür muhalefetin bir gün kullanılması için de özel savaş ve terör stratejileri de kullanılmaktaydı. Türkiye’de 1970’li yıllarda uygulanan ve kontrgerilla faaliyetleri ile olarak adlandırılan gelişmeler bu stratejilerin karışımı idi.
1960’lı yıllardan itibaren Komünizmle Mücadele Dernekleri ile başlatılan kutuplaşma, sağ-sol olaylarının arkasındaki sivil örgütlenmeler ile gerekli ortam hazırlandı. Kanlı Pazar 12 Mart darbesini öncelemişti. 1 Mayıs ve Maraş Katliamları ise 12 Eylül’ün habercisi oldular. İtalya’da olduğu gibi Türkiye’de de 12 Eylül öncesinde sağ-sol çatışması örtüsü altında bir ‘gerilim stratejisi’ uygulandı. Bu strateji içinde halk barış ve huzuru ararken nihayetinde bir askeri darbe için gerekli koşullar oluştu. Ortaya çıkan kaosa alternatif olarak, gerektiğinde demokrasi kurallarının dışına çıkabilecek ‘güçlü devlet’ sunuluyordu.
Türkiye’nin çevresine şekil vermek isteyen ABD her dönem, temelde istikrasızlığın, çatışmaların, darbelerin, hükümet değişikliklerinin kaynağı oldu. Ortadoğu ve Türkiye’de istikrar demek ABD çıkarlarının güvende olması demekti. Türkiye’yi nüfuz alanı içine sokabilmek için Türkiye’de İslamcı, gerici, Cumhuriyet düşmanı akımlar ve etnik bölücülüğü teşvik ve tahrik edici kurgular sağlandı. Artık Türkiye için iç güvenlik meseleleri yeni ve dış kaynaklı bir görünüm kazanmaya başladı.
Soğuk Savaş sonrası ABD ve AB tarafından Türkiye’ye verdiği rol; Batı çıkarlarına hizmet edecek şekilde kontrol edilmesini ve yönlendirilmesini sağlayacak Batılı siyasi mekanizmalara entegre edilmiş; Batının rahatlıkla nüfuz edebileceği şeffaf yapı, sivil toplum örgütleri ve süreçleri barındıran; etnik grupların ve azınlıkların self-determinasyon dahil haklarının azamisini kullanabildiği mozaik bir toplum yapısı ile ulus-devlet yapısı zayıflatılmış; egemenlik vasıtaları ipotek altına alınarak güç politikaları uygulayamaz ve ulusal çıkarlarını koruyamaz hale gelmiş post-modern bir ülke olmaktır. Bunun Batılı ülkeler tarafından ifade ediliş şekli ise demokratik, liberal, insan haklarına saygılı, serbest ticaret ve pazarın (Kopenhag kriterlerinin) esas olduğu bir ülkedir.
Öte yandan, Türkiye’de medyanın etkisini arttırması; bir yandan ABD’ye yönelik şüphelerin daha sesli ifade edilmesi imkânını sağlarken, diğer yandan bir takım basının gittikçe arkasında ABD ve Batı varlığı daha da belirgin hale gelmeye başladı. Amerikalılara göre; “Birkaç önemli kişi Amerika’yı küçük ülkeleri perde arkasından yönetmeye çalışmakla suçlayan “komplo teorileri” dile getirmekti” idi. Başta ABD olmak üzere büyük güçlerin Türkiye içerisinde ve dışında güvenlik ortamını kendi politikalarını çerçevesinde şekillendirirken, Türkiye’nin gücünü her zaman kontrol edilebilir ve söz geçirebilir bir düzeyde tutmak istiyorlardı.
Türkiye gibi siyasi homojenliğini ve ekonomik gelişmesini tamamlamadan dışa açılan, ulusal devlet yapısı geçirgen ve hassas, ulusal güç unsurları sürekli dezenformasyona uğratılmaya çalışılan, örtülü faaliyetler ve propaganda ile güvenliği ve bütünlüğü istikrarsızlık unsuru haline getirilen devletlerin uluslararası alandaki güvenlik rolü, halklarını saldırı ve iç savaşlar karşısında sosyal ve fiziksel olarak koruma ve ulusal kimliği muhafaza ile sınırlı kalmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti tarihi beş siyasi döneme ayrılabilir;
(1) Cumhuriyetin ilanı ile başlayıp 1950’lere kadar devam eden Türkiye’nin bağlantısız duruşu ve laik duruşun tavizsiz bir şekilde korunması.
(2) 1950’lerde başlayan ana ekseninde ABD-Türkiye ittifakının olduğu Soğuk Savaş dönemi; bu dönemde sağ-sol çatışması zirve yaparken, İslamcılık ve bölücülüğün uyanışı.
(3) 12 Eylül 1980 darbesi ile dinci akımların önünün açılması, Komünizme karşı ‘İslam Kalkanı’ hazırlanması.
(4) Soğuk Savaş sonrası Türkiye’nin AB üyelik sürecinde yaptığı reformlar ile ulus-devlet dokusu ve güvenlik kurgusunun bozulması.
(5) 2000’li yıllarla birlikte ABD menşeli ılımlı İslam projesinin Gülen hareketi ve AKP hükümeti ile Türkiye’de hayata geçirilmesi.
Türkiye’de neo-liberal iktisadi politikaların uygulanması “24 Ocak 1980 Kararları” ile başlamış ancak bunun için gereken ortam 12 Eylül 1980 darbesi ile sağlanmıştır. Türkiye benzeri pek çok ülkede (Şili, Arjantin, Pakistan, Brezilya, Uruguay vd.) bu dönemde darbeler olmuş ve bu ülkeler, 1990 sonrasında “Washington Konsensüsü” olarak adlandırılan “piyasa köktenci” politikalar uygulanmaya zorlanmışlardır. Çok direnenler Türkiye 2001 örneğinde olduğu gibi “piyasalar” tarafından cezalandırılmıştır.
Bu cezalandırılma sonrasında bu ülkelerin ulusal pazarları ve kamuya ait tekelleri büyük ölçüde yabancı sermaye ve onların taşeronu yerli büyük sermaye arasında paylaşılmıştır. 2001 krizi Türkiye tarihinin en geniş kapsamlı sermaye transferlerine sahne olmuştur. Bir yandan kamu sermayesi ve iktisadi alanı yerli/yabancı sermayeye devredilirken, diğer yandan 1980 sonrası izlenen iktisadi politikaların sonucunda yozlaştırılan bürokrasi ile yerli özel sermayenin bir bölümü yine bu gruplar arasında paylaştırılmıştır.
AB projesi yine Türkiye özelinde öncelikle bu paylaşımın hızlandırılması ve tamamlanması sürecidir. Bu süreç siyasal ve iktisadi egemenliğin “Laik Kemalist/Ulusalcı” güçlerden, “post-İslamist” olarak tanımladığı AKP aracılığıyla dolaylı olarak kendilerine geçmesi sürecidir.
1990-2001 arası Türkiye’de politikacılar ile sermayenin kirli ilişkiler içine girmesi, sistemi bir meşruiyet ve işlerlik krizine sokmuştu. Diğer yandan AB süreci ile birlikte, Türkiye’de sermaye ve medya tekelini elinde tutanların işe aldığı İkinci Cumhuriyetçi post-modernler ülke içinde manipülasyoncu yeni bir kadro oluşturmaya başladı. AB tarafından istenilen Yarı Çevre konumunu ve ABD tarafından empoze edilen “client state (tüketici toplumu devleti)” görevini üstlenen bu kadro; ülkenin laik düzenini kökünden değiştirmek isteyen İslamcı proje ile birlikte işbirliği yapmaya başladı. 1995 yılında başlayan Fethullahçı kesimin iktidarı ele geçirme mücadelesi, 2002 yılında AKP’nin iktidara gelmesi ile yeni bir safhaya girdi.
AKP’nin iktidara getirilmesi, hem ulusal pazarın nihai paylaşımının tamamlanması, hem de ABD’nin Ortadoğu‘da girişeceği yeni maceralara ses çıkarmayacak bir tüketici toplumun oluşturulması yönünde atılmış bir adım oldu. Türkiye, ABD ve AB hegemonya kurgusu içinde içerden ve dışarıdan ağ stratejisi ile Ilımlı İslam devleti modeline dönüştürülme sürecine sokuldu. Bu süreç Türkiye’nin gündemini kısırlaştırıldı, AB süreci ve reformları ülkenin güvenlik parametrelerinin aşınmasında hızlandırıcı bir kurgu sağladı.
ABD ve AB’nin kurguladığı ülke içi medya-sermaye tekeli, üniversiteler, sivil toplum örgütleri içine yuvalanan post-modern bir tabakanın oluşturduğu propaganda ve etki ağı AB reformlarına devam baskısı altında ülke içi birlik, ulusal değerler ve güvenlik parametrelerinin çözülmesi işlevini yerine getirirken, irtica ve bölücülük de AB süreci ile siyasallaşarak amaçlarına ulaşma yönünde önemli mesafe kaydetmişlerdir. Türkiye’ye AB üyelik sürecinin verilmesi ile başlatılan süreç içinde söz konusu ağ vasıtası ile iktidar partisinin tahakkümü dışındaki devleti kurumları etkisiz ve inisiyatif kullanamaz hale getirilmiştir.
Siyasi partilerden sivil toplum örgütlerine kadar her konuda Türkiye’nin iç işlerine karışmakta sakınca görmeyen ABD’nin Ankara Büyükelçileri son on yılda Türk hükümetlerine akıl vermenin ötesine geçmiştir. 2003 yılından beri AKP iktidarı; Irak’ın kuzeyinde Kürt bölgesi oluşumuna göz yumma ve iyi geçinme, demokratik açılım, Suriye’de karışıklık çıkarma, İran ile iyi ilişkilere son verme ve füze kalkanının Türk topraklarına göz yumma gibi ülke çıkarlarına taban tabana zıt olan konularda ABD çıkarlarına hizmet etmek için ikna edilmiş, Türk kamuoyu ve aydınları üzerinde gündemi karartma, uyutma ve susturma amacıyla psikolojik operasyonlar ve Ergenekon benzeri komplolar düzenlemiştir. Türkiye; ABD, AB, Irak’ın kuzeyi, PKK ve iç siyaset olmak üzere beş yönden kuşatma altına alınmıştır.
Yarın Türkiye’yi Dönüştürme Projesi ve AKP.
Doç.Dr.Sait Yılmaz
@DocDrSaitYilmaz
http://www.ulusalkanal.com.tr/abdnin-turkiyeyi-kontrol-stratejisi-makale,1608.html