Prof. Dr. Ali Demirsoy
Hacettepe Üniversitesi
22 Eylül 2011
BİAT Kültürü Neden Bağımsız Davranmayı Önlüyor?
Türkiye 10 Kasım 1938, özellikle 1946 yılından bu yana neden kendi başına karar veremiyor?
Türk halkı, 1982 yılına kadar, ABD’nin, LOZAN antlaşmasını 18 Ocak 1927 den beri imzalamadığını bilmiyordu; 1982 yılında Teoman Erel diye bir gazeteci durumu yazınca ilk defa bilgi sahibi olduk. Çünkü Amerika, doğuda bir Ermenistan ve Kürdistan kurulmasını istiyordu. Yönetimin bu durumu halkından neden sakladığı da bugüne kadar net bir şekilde açıklanamadı. Bugün gün geçmiyor ki yabancı basında Amerikan kurumlarından birine ait, Türkiye’yi bölünmüş olarak gösteren bir harita yayınlanmamış olsun.
“Bir ağacın yapraklarında eğer sararma varsa, bu sararmayı itekleyen
ya da destekleyen eden bir kök sistemi var demektir.
KONFÜÇYÜS”
Türkiye 1920’lerde harpten çıkmış, okumuş kesimini büyük ölçüde yitirmişti; halk cahil ve eğitimsizdi. 1938’de başlayarak 1940’ların ortalarında en gelişmiş şeklini alan ve bugün dünyanın en etkin ve akılcı eğitim projesi olarak kabul edilen Köy Enstitüleri Projesi, en kolay ve en ucuz şekilde köylüyü iş sahibi yapacak yeteneğe kavuşturduğunu gören ABD ve bazı batılı dostlarımız (!) Cemiyeti Akvam’a (Birleşmiş Milletlere) girebilmemiz için bu Köy Enstitülerini lağvetmemizi talep etti ve işbirlikçileri tarafından da bu dilek zamanla yerine getirildi. İşbirlikçilerine attırdıkları “bu okullarda Kuran yırtılıp tuvaletlere atılıyor, gayrimeşru çocuklar fossepstik çukurlarına gömülüyor” gibi ahlaktan, nizamdan ve inançtan yoksun çeşitli sloganlarla kapatılması için zemin de bir taraftan hazırlanmıştı.
Bugün bağnaz olmayan o günün karşıtları dahi bunun bir ihanet olduğunu kabul etmektedir. Türkiye, böylece, okumuş cahillerin, beceriksizlerin, geçimini devlet kapısında arayan, kendi ayakları üzerinde duramayan yeteneksizlerin eline bırakıldı…
Atatürk’ün bu ülkeyi demir ağlarla ördük sloganıyla başlattığı demiryolu projeleri de 1946’dan sonra rafa kaldırıldı ve o günden bu yana, batılı dostlarımızın bilinçli ya da bilinçsiz satılmış işbirlikçilerine attırılan “demiryolları komünist sistemin taşıma aracıdır” sloganıyla ihmal edildi. Hâlbuki batı taşımacılığını %95 demiryolları ile yaparken, Türkiye’de bu oran %15’leri geçemedi. 1946 yıllarında Amerika Temsilciler Meclisinde görüşülen Hess Raporunda, gelişmekte olan ülkeleri “Amerikan sanayisi ile rekabete girmesin diye” olabildiğince demiryolları yapımından uzak tutun deniyordu. Karayolu yapımına destek verdi; araç hibe etti; ancak yedek parçalarını fahiş fiyatlarla satarak bu hibenin karşılığını kat be kat geri aldı.
Türkiye ne zaman komşuları ile ticari ilişkiye girmeye kalkışırsa, sözüm ona stratejik ortağımız Amerika Birleşik Devletleri (ABD) devreye girerek, bu işbirliğinin hür dünya için tehlikeli sonuçlar doğrulabileceğini ve asla bu ilişkileri tasvip etmediğini beyan eder. Uzak tarihlerde değil son 20-30 yıla bir bakalım!
İran, petrol araması ve bulması halinde işletebilmesi için, Türkiye’ye bir petrol alanı tahsis etmeyi gündeme getirince, ABD’li dostlarımız hemen devreye girerek, bu işbirliğinin NATO ve özgür batı için tehlikeler doğurabileceğini, böyle bir işbirliğini onaylamadığını ültimatom biçiminde dünyaya duyurdu. Sert bir karasal iklime sahip Türkiye’nin doğu kesimini ısıtabilmek için (çünkü yakacağımız orman da artık kalmadı) İran ile doğal gaz boru hattı yapımını gerçekleştirmek ve geliştirmek amacıyla İran’la işbirliğine girince, yine dostumuz sert tepkisini gösterdi. Orta Asya ülkelerine uzanacak petrol ve doğal gaz boru hatalarına üstü kapalı olarak vize vermedi. Azerbaycan Yumurtalık boru hattında, Türkiye’nin payının %3’ün üzerine çıkmasına izin vermedi. Kime verdi? Binlerce kilometre uzakta yer alan, gerçek stratejik dostlarına.
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri ile olan ilişkilerimize 1923’den bu yana hep soğuk baktı. Hâlbuki genç Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş harcına en büyük pay bu ülkeden gelmişti. Rusya’nın zengin doğal gazının bir boru hattıyla (Mavi Hat) Türkiye’ye akıtılması, ancak Rusya’nın dayatması ile gerçekleşebildi. Ancak, ABD, çok daha stratejik bir madde olan petrol hattının Türkiye üzerinden Yumurtalığa bağlanmasını sabote etti ve sonuçta Rusya bu boru hattını, Bulgaristan ve Yunanistan üzerinden Ege’ye yani Akdeniz’e bağlayacak anlaşmaları yaparak, Türkiye’yi bir çeşit dışladı.
Ancak, Türkiye sanki petrol kaynağını garantiye almış gibi, Samsun-Ceyhan hattını harıl harıl yapmaya devam ediyor. Bakalım önümüzdeki günler, Türkiye, bu boru hattından, maliyetini kurtaracak miktarda sevk edecek petrol bulabilecek mi?
Türkiye, bin bir dalavere ile bölgeye yerleştirilen Musevilerin kurduğu İsrail Devletini ilk tanıyan ülke oldu. İsrail Devletinin kurulmasının da etkisiyle, Lübnan’da 13 Nisan 1975’den itibaren 1990 yıllarına kadar devam eden Müslüman- Hıristiyan ayırımı ve mücadelesi, iç savaşa dönüştü. Türkiye ABD’lerinin yönlendirmesi ile tüm Müslümanları karşısına almaya göze alarak, Lübnan’daki iç savaşta Hıristiyanlara gizlice 35 uçak dolusu (filo komutanı bir yarbayın basındaki itirafına göre) silah sevkine aracı oldu ya da destek sağladı.
Hür dünyaya katkı bahanesiyle; özünde, Amerikan çıkarlarını korumak için Kore’nin ikiye bölünmesine askeri destek sağladı. Osmanlı döneminde subayların giderek bazı düzenlemeler yaptığı hatta müdahalelerde bulunduğu Sudan’a, stratejik ortağımız ABD’lerinin zoruyla 600 kişilik bir birlik ve başlarına da bir Türk komutanı gönderdik (Orgeneral Çevikbir); demokrasiyi koruyacağız bahanesiyle Amerikan çıkarlarını Afrika’da korumak için maşa görevi yaptık.
Hiç biriniz sordunuz mu? Bu birlik gitti ve geri geldi; ne oldu diye?
Yetmedi! Emperyalist ülkelere karşı vermiş olduğumuz tarihin ilk Kurtuluş Savaşında, ellerindeki yüzükleri, kadınlarının küpelerini, boyunlarındaki altınları çıkararak bize destek sağlayan Afganistan halkına kan kusturan sevgili ortağımız ABD’lerine destek vermek için neredeyse 10 yıldır komutanımız, askerimiz, hava alanlarımız ile seferber olmuşuz.
Irak’ta son 15 yıldır ABD’lerine yaptığımız yardımlar ise babanın oğluna yapacak yardımları bile gölgede bırakır. Ancak Irak petrollerinin paylaşımına gelince, 28 Nisan 2008 tarihinde alınan bir kararla 43 ülkeye Irak’ta petrol arama ve işletme hakkı tanınırken, Türkiye listeye bile alınmadı.
İnsanlar çoğunluk çıkarlarına zarar veren kurtlara saygı duyar; bu saygıdan dolayı çocuklarına kurt adı koyar, soyadı olarak alır ve bir insanı onurlandırmak için kurt sıfatını kullanır. Ancak köpek soyadını alan, çocuğuna bu adı koyan hiç kimse görülmemiştir. Hatta birine köpek diye hitap etme yasal olarak suç da sayılmıştır. Pekâlâ, hiçbir karşılık beklemeden hizmette kusur etmeyen bu hayvanlar neden aşağılatıcı bir sıfatın simgesi olmuştur?
Almadan verenlere, bilinçsizce itaat edenlere köpek muamelesi yapılır ve toplumda hoş görülmez. Çünkü bir canlı ötekinin çıkarını kendi çıkarından daha üstün tutmaz; bu doğaya aykırıdır; kendini istismar edenden olabildiğince uzak kalmaya çalışır.
Ancak bir defa biat (sorgusuz sualsiz söyleneni kabul) etmeyi bir alışkanlık haline getirmişseniz, sizin analistik düşünme yetiniz sınırlanmış demektir; artık güdümlenmeye, yönetilmeye hazırsınız demektir. Tarihe bir bakalım! Biat geleneği olan toplumlarda insanlar hep bilinçsiz olarak yönlendirilmiş, güdümlenmiştir. Kitaplı dinlerin birinci kuralı “söyleneni aynen düşünmeden kabul edeceksin (iman edeceksin), kalbinle tasvip edeceksin, dilinle ikrar edeceksin” (teyit edeceksin). Kuşku duyanın imanı zayıftır.
Geçmişte Avrupa’ya bakıyorsunuz, Papanın bir lafıyla Avrupa Kudüs’e doğru yola dizilmiş; kilisenin bir tavrıyla afetlerin sorumlusu olarak 100.000lerce çoğu kadın, cadı, şeytan, kötü ruh suçlamasıyla işkence görmüş ve yakılmıştır. Bir üniversitenin rektörü: “Bu kadar adam yaktık afetlerde hiçbir azalma olmadı, yeniden düşünelim, belki de nedeni cadı dediğimiz kadınlar değildir” dediği için o da Vatikan’ın hışmına uğrayarak yakıldı. Geçmişe ait binlerce örnek vermek mümkündür. Pekâlâ, günümüzde durum nedir? Biat kültürü ile yetişmiş 100.000lerce insanın bilinçsiz bir şekilde yönlendirildiği, terörizme itildiği bir dünyada yaşıyoruz. İnsanların akşam sabah vücuduna bomba bağlayarak suçsuz insanları öldürmeye gidişini başka türlü nasıl açıklayabilirsiniz?
Belki, bu insanlar cahil, o nedenle güdümlenebiliyorlar diye düşünebilirsiniz. Ancak bunun okumuşlukla çok da bağlantılı olmadığını çeşitli örneklerle görebilirsiniz. Örneğin:
Her yerde Müslüman kanı akıtan ABD başkanı Bush, Müslüman ülkelerde uçakların kapılarında en görkemli törenlerle karşılanıyor; inanılmaz yüceltici mesajlar veriliyor. Belki de Bush istese ….larını bile ikram edecek kadar alçalıyorlar.
Geçmişte bir eyaletimizin İngiliz oyunları ile seçilmiş kralının halefi, tipik bir emperyalist uşağı, yakın zamanda ülkemizi ziyaret etti. Gerçekten krallar gibi karşılandı; resmi temaslarını bile, zahmet edip Türk resmi makamlarında yapmadı; bizimkilerini oteline çağırarak; resmi görüşmeyi otelinin odasında, daha yüksek bir sandalyeye oturarak, cumhurbaşkanımızı bir yanına, başbakanımızı diğer yanına alarak, arkasına da Suudi bayrağını astırarak yaptırdı. Kim bilir belki de bu iki üst düzey yöneticimiz, düşündüğümüzden daha mütevazı insanlardır da ondan!!! İyi ki Atatürk öldü de bu günleri görmedi; yoksa ölüm nedeni karaciğer yetmezliği değil, kahır olurdu.
Biat kültürü olanların bir türlü kurtulamadıkları bir haleti ruhiye (yani ruh durumları ya da daha bilimsel bir anlatımla davranış şekilleri) vardır. Zayıf oldukları yerde köpekleşen, güçlü oldukları yerlerde aslanlaşan, bazen canavarlaşan bir tavır. Akşam sabah Avrupa birliğinin yetkilileri, insanın çocuğuna bile hitap etmekten hicap duyacağı tarzda, ülkemizin idarecilerini, yöneticilerini, hukukunu, hukukçularını, askerlerini aşağılıyor da aşağılıyor. Biz ne yapıyoruz?
Bu adamların karşısında takla atıyoruz. Ancak, Suriye, Azerbaycan, Gürcistan, Kuzey Kıbrıs Cumhuriyeti ülkelerinin yetkililerine karşı başkan Bush rolünü oynamaya çalışıyoruz (herhalde BOP eş başkanlığı da bunu simgeliyor). Zayıfı ezmek marifet değildir; kuvvetlinin karşısında dik durmak marifettir. Gerçek Türk geleneği de bunu emreder. Bu onurlu davranışı yakın tarihimizde galiba sadece Atatürk başardı.
Enerji krizi ve su krizi dünyada artmaya başlayınca, bu mantık içerisinde, Türkiye’nin yeni görevlerine ve batı dünyası açısından yeni başarılarına tanık olacaksınız. Ancak bu başarılarımızı dünyanın mazlum milletleri hep nefretle anacaklardır; bunu şimdiden bilmiş olun.
Türkiye’de hukuk-yargı sisteminde bir tasarı hazırlanıyor; yüksek yargı organları, barolar ve hukuk sisteminde söz sahibi olanlardan önce Avrupa Komisyonunun üyelerinin görüşlerine sunuluyor. Bunun doğru olmadığını beyan eden bu konudaki yetkili kurumlar, siyasiler tarafından topa tutuluyor. Yani Avrupa’daki bir memur bizim hukuk düzeni konusunda yönlendirici ya da belirleyici beyanlarda bulunabilecek;
ancak bu yasaları uygulayacak kurumlarımızın yetkili kişileri fikirlerini söyleyemeyecek. Eskiden Fildişi sahillerindeki ülkelere gitmek ve oradaki idari yapıyı öğrenmek isterdim; ancak artık gitmeme gerek kalmadı diye düşünüyorum. Bu bir hatadan mı kaynaklanıyor diye düşünmek istiyor insan. Ancak, daha önce de anayasada yapılaması düşünülen değişiklikler, Türk kamuoyuna ve bu konuda yetkili sayılacak kurumlara sunulmadan ABD’nin bir kurumunda görüşe sunulması, durumun düşündüğümüzden daha vahim olduğunu gösteriyor.
Biz, geçmişte, ne yaparsak başarılı oluruz diye çok yüksek ücretlerle çok sayıda “güya” uzmana danıştık ya da getirttik. Bunların bir kısmı, özellikle 1960 yılların sonunda büyük beklentiler ile getirtilmiş olan çok etkili ve yetkili Hollandalı bir uzman (ismini şu anda hatırlamıyorum): “Türkiye’nin sanayiye hiç yatırım yapmamasını ve tarıma ağırlık vermesini” önererek gitti. Bir üniversite öğrencisi iken, özünde, bize çiftçi-çoban kalmamızı öneren bu uzmanın önünde devlet adamlarımızın nasıl el pençe durduklarını bugün hala acı ile anımsıyorum.
Birilerinin izine basarak yürümeye başlamışsanız, görünürde kolay yolu bulmuşsunuz demektir; ancak bu yolda birileri hep önünüzde olacak ve siz onun izlediği yolda kalacaksınız demektir. Türkiye’nin bu yola düştüğü tarih 1946’dır. Zamanla bu bağımlılık daha da derinleşmiş ise, ekonomimizi IMF, güvenlik sistemimizi ABD; hukukumuzu, ticaretimizi, yönetim biçimimizi, toplumsal organizasyonumuzu AB yönetmeye başlamış ise bize ancak bu yolda rahmetli Âşık Veysel’in “İnce uzun bir yoldayım, gidiyorum gece gündüz” türküsünü söylemekten başka bir görev kalmamış demektir.
Bütün bunların, yani yönlendirmelerin ve bağımlılığın başarılı bir şekilde sürdürülmesi için biat kültürünün sürdürülmesi gerekir. Bu nedenle her şeyimize müdahale eden batılı dostlarımız, her nedense biat kültüründe yapılacak değişiklikleri, kişinin inancına müdahale olarak tanımlayarak, tepki göstermektedirler. Hâlbuki bu inanç sistemi kendilerinin inanç sistemi ile tarihte büyük çatışmalar yaşamıştı. Hala da yaşamaktadır. Ancak, batı, bugünkü haliyle biat kültürünün kendi çıkarları açısından en önemli bir araç olduğunu anlamıştır.
Biz, batının bir zamanlar yaptığı, dogmalarımızı azaltacak, yani biat kültürünü değiştirecek reformlar yapmaya kalkışsak bile, göreceksiniz, uygar batı, demokrasi yaygarası ile bu girişimimizi önleyecektir.
Bir zamanlar Hindistan’da bir yönetici, protein kıtlığından kırılan halka, sığır etini de yiyebileceklerini öğütlemeye başlayınca, Hindistan’ın İngiliz Valisi çok sert tepki göstererek, “halkın inançları ile oynanmasına izin vermem” söylemi ile adamın sesini hemen kesmişti.
Daha sonra bu vali yazmış olduğu hatıralarında, “eğer halkın sığır eti yemesini destekleseydim, proteinle beslenen halk daha sağlıklı-bilinçli olacaktı ve dogmalarının kırıldığında beklenen felaketlerin ortaya çıkmayacağını görünce de, İngiliz çıkarları Hindistan’da tehlikeye girebilirdi” diye yazıyor.,
Oradakilerin inancına bu denli saygılı olduğunu beyan eden İngiltere İmparatorluğu, uzun yıllar İngiliz Kumaşı olarak bilinen ve tercih edilen tekstil ürünlerinin Hindistan’da çok daha ucuza üretildiğini görünce ve çıkarları tehlikeye düşünce, Hindistan’daki tekstil işçilerinin (bir rakama göre 5.000 kişinin) sağ kolunu, tezgâhlarda artık çalışamasınlar diye Bethoven’in senfonisini dinleterek kestirmiş bir ülkedir.
Uzun zaman (Mao’ya kadar) yönetiminde tutuğu Çin’i, tüccarlarının aracılığıyla afyon-esrar bağımlısı yapan ve uyutan İngiltere, yollarda ser sefil yatan esrarkeşleri görmemezlikten gelmiş ve imparatorluğunun zenginliğini bu cesetlerin üzerine kurmuştur. Bir yöneticinin çıkıp da Çin’de esrar içilmesini yasaklamasıyla, kızılca kıyamet kopmuş; İngiliz İmparatorluğu yandaşları ile birlikte tüm gücüyle Çin’e saldırmış ve Pekin, Şangay’ı topa tutmuştur. Bu savaşın adı, tarihte “Afyon Savaşı” olarak geçer.
Sonuçta yenilen Çin, İngiliz tüccarlarını rahatsız ettiği için, özür dilemeye mecbur edilmiş ve “bundan böyle İngiliz tüccarları, tütün, esrar ve afyonu hiçbir kısıtlama ve engellemeye tabi olmadan satabilecektir” ibaresini taşıyan anlaşmayı yutkunarak imzalamak zorunda kalmıştır. Yetmedi, ceza olarak da, İngiliz Armadasını ve tüccarlarını rahatsız ettiği için, Hong-Kong’u 100 yıllığına İngilizlere vermiştir. Yakın zamanlara kadar Hong-Kong’un bir İngiliz şehri olmasının nedeni bu iğrenç anlaşmadır.
Bütün bunlardan kurtulabilir miyiz? Kurtuluruz. Ancak emperyalistleri kovmayla ya da onları kısıtlamayla bu mengeneden kurtulamayız; kurtulduğumuzu zannetsek de bunu ancak sınırlı bir zaman için yapabiliriz. Türkiye bu atağı 1920’de yaptı;
ancak sonuçta şu ya da bu şekilde tekrar birilerinin izine düştü. Niye? Çünkü bir sürü reform geliştiren Türkiye, ne yazık ki düşünsel dünyasında özgürlüğe, bağımsız düşünmeye, analistik düşünmeye ulaşamadı; çünkü biat kültürü “dini inançlara saygısızlık” gerekçesiyle bir türlü kaldırılamadı, değiştirilemedi, böylece halk şeyhlerin, mürşitlerin, ağaların (buna bir defa partiyi ele geçirip delegeleri manupile etmek suretiyle ölünceye kadar başkan kalan parti ağaları da dâhildir), dedelerin elinden yuları kurtaramadı. Böylece içte kendine özgü oligarşik (yani bazı kişilere bağlı) demokrasi, dışta da her zaman güçlüye boyun eğen bir yönetim anlayışı ortaya çıkmış oldu.
Türkiye’nin 10 Kasım 1938’den, özellikle 1946’dan bu yana kendi iradesi ile karar verdiği tek ve en önemli karar, 1974’deki Kıbrıs Barış Hareketi’dir. İlk defa sözde batılı dostlarımızın onaylamadığı bir hareket yaptık. Vay sen misin bizim uslu çocuk, kişilikli davranmaya yeltenmek! Görürsün sen dendi. Bütün bu olanları anlayabilmek için Kıbrıs Hareketini baştan bir daha gözden geçirerek yorumlamak gerekebilir.
Türkiye böyle bir onurlu harekete bir defa daha yeltenmişti. 1950 yıllarında Kıbrıs’ta başlayan bağımsızlık hareketi iki toplumlu bir ortak devletin kurulması ile sonuçlanmıştı. Rumlar sonuçta, Kıbrıs’ın tüm yönetimine kendileri el koyma yoluna gittiler; anlaşmaları, uluslararası anlaşmaları çiğneyerek, anayasayı çiğneyerek ve Türkleri katlederek, 1963 yılında Ortak Devlet’i yıktılar.
Anlaşmaya göre müdahale hakkımız olduğu için, zamanın başbakanı İsmet İnönü (1963 yılı) Kıbrıs’a birkaç uçak göndererek –sanki çıkarma yapacağımız izlenimi yaratarak- ada üzerinde uçurdu; aynı anda Amerika Başkanı Johnson’dan Türkiye’ye zehir zemberek bir mektup geldi.
“Johnson Mektubu””Washington: 5 Haziran 1964 Sayın Bay Başbakan (İnönü)
Türkiye Hükümetinin, Kıbrıs’ın bir kısmının askeri kuvvetle işgal etmek üzere müdahalede bulunmaya karar vermeyi tasarladığınız hakkında Büyükelçi Hare vasıtasıyla sizden ve Dışişleri Bakanınızdan aldığım haber beni ciddi surette endişeye sevk etmektedir.
En dostane ve açık şekilde belirtmek isterim ki geniş çapta neticeler tevlit edebilecek böyle bir hareketin Türkiye tarafından takip edilmesini, Hükümetinizin bizimle evvelden tam bir istişarede bulunmak hususundaki taahhüdü ile kabili telif addetmiyorum. Büyükelçi Hare, görüşlerimi öğrenmek üzere birkaç saat tehir etmiş olduğunuzu bana bildirdi.
Yıllar boyu Türkiye’yi en sağlam şekilde desteklediğini ispat etmiş olan Amerika gibi bir müttefikin, bu şekilde neticelere olan tek taraflı bir kararla karşı karşıya bırakılmasının, Hükümetiniz bakımından doğru olduğuna hakikaten inanıp inanmadığınızı sizden sorardım. Binaenaleyh, böyle bir harekete tevessül etmeden önce Birleşik Amerika Devletleri ile tam istişarede bulunmak mesuliyetini kabul etmenizi hassaten rica etmek mecburiyetindeyim.
….
Aynı zamanda, Bay Başkan, askeri yardım sahasında Türkiye ve Birleşik devletlerarasında mevcut iki taraflı Anlaşmaya dikkatinizi çekmek isterim. Türkiye ile aramızda mevcut Temmuz 1947 Anlaşmasının IV’ üncü maddesi mucibince, askeri yardımın Hükümetinizin, Birleşik Devletlerin muvafakatini alması icap etmektedir. Hükümetiniz, bu şartı tamamen anlamış bulunduğunu muhtelif vesilelerle Birleşik Devletlere bildirmiştir.
….
Bu şekilde size şunu bildirmek isterim ki, bizimle yeniden ve en geniş ölçüde istişare etmeksizin böyle bir harekete tevessül etmeyeceğinize dair bana teminat vermediğiniz takdirde,…” (mektubun tam metni yazının altında)
Çıkarsanız başınıza gelecekleri ben size söyleyeyim mealinde… Türk hükümeti bu mektubu yuttu. Zaten askerlerimizin adaya çıkacak durumda da olmadığı daha sonra anlaşıldı. Çünkü uçakların lastiği ve benzini Amerika’dan geliyormuş. Türkiye bu kadim dostuna inanmanın ne büyük bir hata olduğunu bir daha görmüştü; anladı mı derseniz, kuşkulu, bugün dahi aynı türküyle yola devam ediyoruz… Biraz kişilikli davransanız, her yılın 24 nisanında, bakın ha “Ermeni Soykırımını parlamentomda kabul ederim” diyerek şantaja devam ediyor. Her yıl bunu önlemek için bütçemizden belirli Amerikan lobilerine para aktarılıyor. Bir kişilikli yönetici çıkıp da “edersen et, bunun bedelini birlikte öderiz” diyemiyor…
Bıçak iyice kemiğe dayanmıştı. Kıbrıs’ta 1974’de Rumlar ayağa kalkmış, Makarios’u adadan sürmüş, Türkleri öldürmeye başlamışlardı. Türkiye sonuçta 20 Temmuz 1974 tarihinde, Türkiye Cumhuriyeti Devleti Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Garanti Anlaşması’nın III fıkrasına dayanarak müdahale etti. Ancak bu süreci doğru anlarsak, şu andaki Türk dış politikasını daha iyi anlayabiliriz.
Sonuçta Türkiye adaya çıktı, köprübaşlarını tuttu. Türkiye’nin derhal ateşi kesmesi ve geri çekilmesi emredildi. Türkiye durdu; ancak geri çekilmedi; askeri açıdan kendini garantiye almak için, bu emirlere karşı gelerek ikinci hareketi yaptı ve belirli bir alanı daha ele geçirdi. Batı, Türkiye’nin bu itaatsizliğini hiç unutmadı. İlk olarak ABD, Türkiye’ye 1974’den itibaren yaklaşık 4 yıl sürecek silah ambargosu uygulamaya ve uygulattırmaya başladı.
Ordusunu Amerikan silahlarına göre donatan Türkiye çok zor durumda kaldı. Stratejik ortağımız ekonomik güçlükler çıkardı ve her siyasi platformda Türkiye’yi geri çekilmeye zorladı (hâlbuki esas stratejik ortağı olan İsrail, Filistinlilere bizim yaptığımızın bin katını yapmasına karşın kılını bile kıpırdatmıyor; hatta sürekli bu devleti yüreklendiriyor). Sonunda bir çıkar yol bulamayan Türkiye, bir onurlu davranış daha göstererek, Kuzey Kıbrıs Türk Devleti’nin kuruluşuna yeşil ışık yaktı. Vay sen misin yeni bir devlet ilan etmeye izin veren! Bakın neler oldu neler…
Her zaman karşılıksız dost elini uzatan Pakistan, bu defa da yanımızda yer aldı ve o gün, Kuzey Kıbrıs Devleti’ni tanıdı. Sen misin tanıyan, sen misin batının uslu çocuğunun şımarmasına destek sağlayan! Aynı gün stratejik ortağımız ABD, kim ki Kıbrıs Kuzey Devleti’ni tanırsa bizden (batıdan) ekonomik ve askeri yardım almayacak; gerekirse ekonomik ambargo uygulanacaktır mealinde sert bir ültimatom yayınladı. Türk yetkililer alelacele Pakistan’a uçarak, onların dostluğuna teşekkür edip, kararlarını geri çekmeleri için ricalarda bulundular. Pakistan tanıma kararını geri aldı.
Batının içi soğumadı, hırsı hiçbir zaman dinmedi. Türkiye ne zamanki ilgili ya da ilgisiz bir konuyu konuşmak için masaya oturdu ise, batılı dostlarımız Kıbrıs davasını ısıtıp önümüze koydular; izzeti nefsimizi kıracak bin bir öneride bulundular; sonunda 70 milyonluk Türkiye’yi birkaç yüz bin Rum’un önünde diz çökmeye zorladılar. Tabii Güney Kıbrıs’ın Avrupa Birliğine girmesine ve bizim için oy kullanma hakkını kazanmasına yeşil ışık yakan da yine Türkiye’nin geleceği gören (!) dar görüşlü, … siyasileri oldu. Hâlbuki geçmişteki antlaşmalarımıza göre, Kıbrıs Devletinin herhangi bir birliğe katılması ancak Türkiye’nin onaylı ile olabilirdi ve Türkiye’nin üye olmadığı bir birliğe Kıbrıs üye olamazdı. Türkiye her zamanki gibi stratejik ortaklarına inandı ve geleceğine büyük haciz koydurdu. Şimdi birkaç Kıbrıslı Rum’un önünde diz çökün…
Hâlbuki bu kişilikli kararı bir türlü içine sindiremeyen aynı batı (AB ve ABD), Avrupa’nın göbeğinde, aynı soydan gelen, aynı dili konuşan, aynı dine mensup insanları ayrı devletler halinde parçalamada hiçbir sakınca görmedi ve her türlü olanağıyla destekledi; hatta güç de kullandı. Yugoslavya’nın parçalanma sürecini iyi bilmek gerekiyor. Aynı batı, ne hikmetse ayrı ırktan, ayrı dilden, ayrı dinden 34 yıldır ayrı yaşayan Kıbrıs insanlarını bir araya getirmek için bin bir yolu ve baskıyı deniyor.
Acaba bizi çok mu seviyorlar dersiniz? Ancak biat kültürü ile yetişmiş olanlar bütün bunları tam olarak kavramakta zorlanıyorlar. Bakın batı mühibbanlığımız (körü körüne bağlılığımız) son günlerde bile nerelere kadar ulaştı. İngiltere, Kerkük, Musul, Kuzey Irak ve Kıbrıs sorununu başımıza bela eden bir ülkedir ve kraliçeleri de bu ülkenin siyasi oyunlarının geçmişten günümüze uzanan simgesidir.
Cumhuriyet Türkiye’sinin meclislerinin (parlamentolarının) yıllık açılış törenlerinde bugüne kadar benimseyelim ya da benimsemeyelim Cumhurbaşkanlarımız konuşmalarını yaparken açılış geleneği olarak (belki de bir yönergeyle esasa da bağlanmış olabilir) frank ya da smokin giymişlerdi. Abdullah Gül, kendini oraya ulaştıran bir kesime ben sizdenim ve batı değerlerini esasında benimsemiyorum mealinden göz kırpmak için olacak Türk parlamento tarihinde ceketle konuşma yapan ilk cumhurbaşkanı oldu. Kimse bir şey diyemedi, demedi.
Ancak 12 Nisan’da başlayan İngiltere Kraliçesi III. Elizabet’in ziyareti nedeniyle, İngiltere sarayının bir protokol memuru, kraliçemizi frankla ya da smokinle karşılamak zorundasınız buyruğunu dikkate alan cumhurbaşkanımız Abdullah Gül, franklarını giyerek İngiltere Kraliçesini karşıladı. Doğrusunu isterseniz, Atatürk’ün onurlu Türkiye’sinin bir mensubu olarak, böyle bir fraklı tabloyu içime sindiremedim.
İşin en ilginç yanı Abdullah Gül’ün eşi sayın “first Lady” Fahrinisa hanımın ve Abdullah Gül’ün, haydi şimdi kadehlerimizi kaldıralım diyen III. Elizabeti’in dileğiyle, içinde ne olursa olsun (ister içki olsun ister olmasın, kadeh içecek kabı değil içki kabıdır ve içkinin simgesidir), bugüne kadar içkiyi günah saymış bir akımın temsilcisi olduğunu göz ardı ederek, halkın gözünün içine baka baka kaldırmaları ve “tıklatmaları”, artık bunun bir dilek değil bir buyruk olduğu izlenimini doğurmuştur. Görüyorsunuz biat kültürü insana frank da giydiriyor, kadeh de kaldırtıyor. Bu batının egemenliğini, Türkiye’nin de teslimiyetçiliğini tescil eden acı bir tablodur.
Diyebilirsiniz ki bir ülkenin simgesi olan bir kişi, başka bir ülkeyi ziyaret ediyorsa, onu memnun etmek için kendi usullerini ve alışkanlıklarını uygulama misafirperverliğin bir gereğidir. Pekala, İran’ı ziyaret eden başbakanımıza, yere sofra bezi serilerek, onun üzerinde yemek ikram edilmesini ve bizimkilerinin de bağdaş kurarak bu sofraya yanaşmalarına ne diyeceksiniz?
ABD başta olmak üzere, batı, kendi dışındaki kişilikli devletlere ve yöneticilere hiçbir zaman hoşgörülü olmadı; olmayacaktır da. Hâlbuki Kıbrıs Hareketini bahane ederek, NATO’dan çekilen Yunanistan’ın tekrar geriye dönmesini veto eden Türkiye’ye vetosunu geri çekmek için baskı üzerine baskı yapıldı; birçok vaatlerde bulunuldu; sonunda 1980 darbesini fırsat bilerek (belki de bu nedenle darbe de yapılmış olabilir); yine birçok vaatlerle Türkiye’deki cuntayı kandırıp Yunanistan’ı tekrar NATO’ya aldırdılar. Vaatlere ne oldu derseniz, geçen 28 yıl içerisinde hiç birini yerine getirmediler; üstüne üstlük Türkiye’ye yeni yaptırımlar getirdiler.
Esasında Kıbrıs Barış Hareketinde Türkiye’deki yönetimin bağımsız hareket ettiğine ilişkin de önemli kuşkular mevcuttur. Bu hareketin yapılabilmesi için Kıbrıs’ta yıllarca milis hareketini (Kıbrıs Mücahitlerini) hazırlayan Türk Silahlı Kuvvetlerinin bir mensubundan öğrendiğim şu bilgilerin teyit edilmesi, yakın tarihimiz konusunda önemli ışık tutacaktır. Silahlı Kuvvetlerimiz beklenmeyen bir durum karşısında gerekli hazırlıkları yapma görevini o günlerde kontur gerilla olarak çok tartışılan bir özel birlik aracılığıyla yapıyormuş. Kontr (ya da Kontur) Gerilla olarak bilinen yasal durumu bilinmeyen bu düzenleme, 1970’lerin siyasilerinin en çok konuştukları konuydu ve halkın büyük bir kısmı da bunu bir türlü kavrayamamıştı.
Böyle bir kuruluşun oluşunun doğru olup olmadığını şimdilik siyasi tarihçilere bırakalım. Ancak, bu Kontur Gerillayı da en çok tenkit eden Bülent Ecevit’ti. Hareketten önce Kontur Gerilla Kıbrıs’ta çok sayıda milis eğitti (sayılarının 15.000 olduğu söyleniyordu); acil durumlarda köşe başlarını nasıl tutabilecekleri öğretildi. Bu hareketin içinde olan yakın tanıdığım bir subay o günlerdeki gelişmeyle ilgili şunları anlattı:
Başbakan Bülent Ecevit, İngiltere’ye gidip hareket için icazet aradığında, Türk Ordusu adaya çıkmak için hareketi başlatmıştı. Bülent Ecevit olumsuz cevap alarak Türkiye’ye dönüp geldiğinde, komutanları odasına çağırarak, şimdi ne yapacağız diye sorduğunda, komutanlar
“Başbakanım şu anda tüm hazırlıklar tamamlanmıştır”” yanıtını almıştır.
Bülent Ecevit şaşkınlığını gizleyemeyerek nasıl yani, orada köprübaşını oluşturmadan mı müdahaleye kalkışıyoruz diye sorduğunda, yetkili subay, “Sayın Başbakanım, yıllarca tenkit ettiğiniz Kontur Gerilla bu köprübaşlarını bizim için hazırlamıştı yanıtını veriyor (teyit için keşke o günün yetkili komutanlarının bilgisine başvurulabilse). Bu son paragrafta verilen bilginin muhakkak teyit edilmesi gerekir. Çünkü neredeyse son 3 çeyrek asırdır verebildiğimiz bağımsız, kişilikli tek kararın da bir top yekun uzlaşma sağlanan bir hükümet kararı olmama olasılığını öğrenme de bu topluma çok şey kazandırabilir diye düşünüyorum.
Türkiye karnını doyurmak için büyük ümitler bağladığı GAP (Güney Anadolu Projesi)’da Atatürk Barajının yapımına ABD ve AB şiddetle karşı çıktı ve ABD, “kim kredi verirse o devlete yaptırım uygulayacağım” diye tüm dünyayı tehdit etti ve Türkiye’yi mali olarak sıkıştırdı. Türkiye kendi olanakları ile barajı bitirdi; ancak dünyada sadece birkaç yabancı firmanın yapabildiği 800 tonluk savak kapağını ithal etmeye yeltenince, stratejik dostumuz (!), tekrar devreye girerek, “kim ki bu kapakları Türkiye’ye imal ederek gönderirse ona ekonomik ambargo uygularım” diye tehdit etti. Bu kapaklar sonunda Gaziantepli ustalarımız tarafından imal edildi ve yerlerine takıldı; en az bu ürün bakımından batının monopolü de kırılmış oldu.
AB ve özellikle ABD, Türkiye’yi soyan işbirlikçi bürokratlara, Türkiye’yi sinsi sinsi şeriat devletine çevirmeyi amaçlayan akımlara ve kişilere hem destek verdi hem de kollarını açtı; onları korudu ve demeklesin kılıcı gibi üstümüzde tutulmasına destek sağladı. Yetmedi, Türkiye’de bin bir emekle okuttuğumuz en yetenekli gençleri sorgulamadan ülkesine çağırarak Türkiye’nin bilimsel potansiyelini (keza birçok başka ülkenin de) zayıflattı; beyin göçüne gerekli her türlü desteği verdi ve vermekte.
Türkiye’nin başına bela olan PKK teröristlerinin elindeki modern silahların 10.000lercesinin Amerikan silahı olduğu tespit edildi; dağdaki teröristlere helikopterle yardım paketleri atarken fotoğrafları çekildi. Şimdi destek veriyor gibi görünüyorsa muhakkak bir hesap vardır; hele şu İran meselesini bir görelim… Esasında biz göreceklerimizi gördük; ama anlamadık; çok uzakta değil iki yıl önce yapılan bazı ziyaretlerden çok önemli sonuçlar çıkarmak mümkün; tabii bu sonuçları çıkarabilmek için ilk olarak biat kültüründen kurtulmuş olmak; gözlerimizin önündeki perdeyi kaldırmış olmamız gerekiyor. Bu, anlayanlar için göz açan olay neydi? Bakalım!
Amerika Birleşik Devletleri Başkanı George W. Bush, NATO Zirvesi için Türkiye’ye geldiği tarih (28-29 Haziran 2004’de), Türkiye’nin Avrupa Birliğine girip giremeyeceği henüz belli olmayan ve Avrupa’nın önde gelen ülkelerinin başkanlarının, Türkiye’yi din, büyüklük ve sosyal gerilik nedeniyle içlerine alamayacağı; sadece özel statü verebileceklerini açık açık dile getirdikleri bir tarihti. Bu ziyaretin Türkiye’ye destek için olmadığı, Orta Doğu sorunları ile ilgili olduğu sonra anlaşıldı. Bu ziyaretle başlayan olaylar yakın tarihimize ışık tutacak nitelikte görünmektedir.
Bush, büyüt tantanalarla ve en üst düzey korumayla İstanbul’a indi, ancak ilk ziyareti herhangi bir Türk kuruluşu olmadı. Kendisi Kalvinist olmasına karşın, ben ilk olarak Ortodoks Patrikhanesini ziyaret edeceğim dedi ve öyle de yaptı. Patrikhanenin bir ekümentlik olacağını açık açık müjdeledi. Yani daha Türk makamları ile temasa geçmeden, Türkiye’nin göbeğinde, Türk yasalarından bağımsız olacak, kendi hukukuna sahip, yani yeni bir Vatikan’ın kuruluşunu Hıristiyan dünyasına müjdeledi. Türkiye’den ve diğer İslam ülkelerinden “tısss” yok. Bununla yetinmedi, Heybeliada ruhban okulunun derhal açılmasını talep etti; bununla da yetinmedi Kuzey Irak yönetimli ile siyasi temas kurmamızı önerdi. PKK ile mücadelede açık açık destek sözü de vermedi. Bush, gözümüzün içine baka baka Türkiye’nin başına bela sarıyordu; ancak biat kültüründen gelenler hürmette kusur etmemeliydi; etmediler de.
Buraya kadar olanlar Türkiye için alışılagelmiş kazıklanmalardı; dolayısıyla fazla şaşırmadık. Ancak bu ziyareti izleyen birkaç gün içerisinde, tam da Avrupalıların Türkiye’yi dışlamak için açıklamalar yaptığı günlere denk gelen bir tarihte, Rusya Başkanı Vladimir Putin çıkageldi (4 Aralık 2004). Yeşilköy Havaalanına iner inmez, gazeteciler şu soruyu sordular: Patrikhaneyi ziyaret edecek misiniz? Kendisi de bir Ortodoks olan Putin, orası neresi, ben öyle bir yer tanımıyorum diye, İstanbul Fener Patrikhanesini görmemezlikten geldi, daha doğrusu ekümentlik rüyasına büyük bir darbe vurdu;
bu Türkiye’ye verilmiş önemli bir destekti. Putin, bununla da yetinmedi, Ankara’da elini Cumhurbaşkanımız Ahmet Necdet Sezer’in omzuna atarak, tüm dünya basanı önünde şu sözleri açık açık beyan etti: Türkiye bizim stratejik dostumuzdur ve hep öyle de kalacaktır. Biz her zaman Türkiye ile yakın ilişkilerin olmasını arzu ediyoruz. Bu batıya verilmiş en önemli yanıt ve Türkiye’ye verilmiş en büyük destekti. Avrupa’nın karar vermesine üç gün kala, dev Rusya’nın Türkiye’ye açık açık desteği göz ardı edilemezdi. Avrupa hemen çark etti ve Türkiye ile müzakerelere girilmesine karar verdi. Kurtuluş savaşından sonra verilmiş en büyük destekti. Ancak bundan sonra olanlar Türkiye’nin medyasını da tanıma açısından son derece önemlidir.
Putin’in Ankara’yı ziyaret ettiği gün, Türkiye’deki televizyonların yayınlarını bir incelemeye alalım. Bir ülkenin başkanı diğer bir ülkeyi ziyaret ettiğinde, iki ülkenin geçmişteki iyi ilişkileri dile getirilir; gelecekteki ilişkilerinin yararları anlatılır;
yemeklerinden, folklorundan, müziğinden bahsedilir, yani kural olarak hep iyi şeylerden bahsedilir. Ancak, o gün televizyonları seyreden ve seyrettiğini anlayanlar şok olmalı. Yabancı adla Türkçe yayın yapan televizyonun biri, Ukrayna’yı anlatıyor ve yeni seçilen başkanının nasıl Rus yanlışı değil de batı yanlısı biri olarak seçildiğini ballandıra ballandıra anlatıyor ve sanki bu müdahaleyi Türkiye yapmış gibi bir görüntü veriyordu. Canı sıkılan biri, yine yabancı adlı Türkçe yayın yapan başka bir kanala geçtiğinde, Rusya’nın Sibirya’da Almanları ve Türkleri nasıl öldürdüğünü en vahşi şekilde görüntülerle seyirciye ulaştırdığına tanık oluyordu; bu ihanete daha fazla tahammül edemeyen biri başka bir kanala geçtiğinde de Gürcistan’da seçilen Rusya yanlısı başkanın, Amerika’nın zorlamasıyla nasıl alaşağı edildiğini, Rusya yanlısı 20.000 polisin nasıl etkisiz hale getirildiğini ve Amerikan yanlısı yeni başkanın nasıl başa geçirildiğini ballandıra ballandıra anlattığını görecekti.
Kaldı ki, yeni başkan gelir gelmez, Gürcistan bayrağına bir haç simgesi yerleştirdi ve Gürcistan’ın kuzeyine yani güney Osetya’ya bir Amerikan birliğinin yerleşmesi için izin verdi. Bu yerleştirilen birlik özünde Türkiye’nin stratejik önemine büyük bir darbeydi. Bu televizyon kanalı neden bayram yapıyordu anlayan beri gelsin?
Bütün bu yayın organlarını işbirlikçi ve satılmış olarak düşünen biri, doğal olarak milli kanallarımıza yönelecekti. Ben de öyle yaptım. Kumandayı TRT’ye zipledim. TRT, şu anda tam hatırlamıyorum, ancak Konya Spor-Çorum Spor gibi, ikinci dereceden takımların karşılaşmasını veriyordu; daha sonra da bir çocuk programı koydu. O zaman anladım ki Türkiye’nin işi çok zor. Atatürk’ün gençliğe hitabetinde yazılı olduğu gibi tersaneleri işgal edilmiş.
Bütün bu anlattıklarımız özünde yeni bir şey değildi, Türkiye bugün çok kişinin ayrıntısını bilmediği çok daha onur kırıcı davranışlara muhatap olmuştu. Özünde perşembenin gelişi çarşambadan belliydi; ancak anlayanlar için. 1960’ların dünya ve özellikle Türkiye tarihini belirleyen iki olayı da anlatmak ve anlamak gerekiyor.
Rejimini benimsesek de benimsemesek de her zaman birlikte yaşayacağımız komşumuz Sovyet Sosyalist Cumhuriyetlerinin üzerinde, parlamentomuzun ve hatta büyük bir olasılıkla bakanlarımızın bile haberi olmadan, Türkiye üzerinden kalkan Amerika’nın U-2 olarak bilinen uçakları çok yükseklerden uçarak casusluk yaptılar. Sonunda SSCB, birini (1 Mayıs 1960’ta) bir füze ile yere indirince Türkiye’nin daha doğrusu Türkiye’yi idare ettiği varsayılan insanların misyonu dünyaya deşifre oldu.
Yetmedi! Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Amerika’ya güvenilmeyeceğini anladığı için Küba ile stratejik işbirliği çerçevesinde, Amerika’nın Küba’ya saldırdığı (daha doğrusu 1959 yılında Domuzlar Körfezi olarak bilinen başarısız çıkarması) gerçeğini de göz önüne alarak, füze rampaları kurmaya başladı (1962 yılı); çok gergin bir ortam oluştu; Sovyetler başkanı Nikita Sergeyeviç Kruşçev ayakkabısını çıkararak Birleşmiş Milletlerin kürsüsüne vurdu.
Amerika 22 Ekim 1962 tarihinde Küba’yı ablukaya almaya başladı. Sovyet askeri gemileri Küba’ya doğru ambargoyu delmek için yol almaya başladı; Amerika deniz kuvvetleri Sovyetlerin askeri gemilerinin önünü kesmeye kalkıştı; sonunda dünya nükleer bir savaşın eşiğine geldi. Birden bire bu aşamada bir anlaşma oldu; Sovyet gemileri geri çekildi. Kısa bir zaman sonra durum anlaşıldı. Kruşcev, 27 Ekim 1962’de Kennedy’e gönderdiği mektupta, “ABD’nin Türkiye’deki benzer füzeleri sökmesi halinde (ABD 1960 yılında Türkiye’ye Jüpiter füzeleri yerleştirmişti) SSCB’nin de Küba’dakileri sökeceğini”, belirtiyordu.
Meğer Amerika, işbirlikçi Türk yöneticileri hariç, hiç kimsenin hatta meclisin bile haberi olmadan, uzan zamandan beri, komşumuz Sovyetleri vuracak atom bombalarını Türkiye’nin birçok yerine yerleştirmiş. Amerika bu füzeleri, Küba’ya nükleer silah sevkini durdurursa, geriye çekeceğini taahhüt ediyor. Türkiye halkının bunların hiç birinden haberi yok tabii… Sonunda batı gazetelerinin birinde durum yayınlanınca, Türk halkı da öğrenmiş oluyor (ancak bugün hala bunun ne anlama gelip gelmediğini anlayıp anlamadığı da tartışmalı). Son derece onur kırıcı bir durum ortaya çıkıyor.
O günlerde gözde mizah dergisi olan (galiba) Akbaba Dergisi bir karikatür yayınlıyor. Üzerlerinde ABD ve SSCB yazan iki tüccar ellerini uzatmış sıkı bir şekilde pazarlık yapıyorlar; aralarında Türkiye yazılan bir koyun da mel mel bakıyor…
Yıllarca özgür dünyanın kılıcı-kalkanı ve demokrasinin yetiştirilmekte olan nadide çiçeği olarak dünyaya takdim edilen Türkiye, Avrupa ve batı kapılarının önünde dilenci gibi bekletilip, her fırsatta aşağılanırken; ABD’nin dostları olmadığı için bir zamanların küçük görünen, küçümsenen Letonya, Litvanya, Estonya, Polanya, Çek Cumhuriyetleri, Slovakya, Romanya ve Bulgaristan, Sovyetler Birliği yıkılır yıkılmaz bir kalemde AB içine alınıp onure edilirken, yıllarca batı dünyasının kılıcını savurmuş Türkiye, bu ülkelerin oylarına muhtaç hale getirildi.
Sevgili stratejik dostumuz ABD ve Avrupa ülkeleri, NATO’ya giriş tarihimiz olan 1950 yılından bu yana, bir yerlere saldırmak için köprübaşı oluşturacak organizasyonlar hariç, batının hiçbir uygarlık projesine ya da birliğine katılabilecek tarzda bu değerli ortağını hazırlamış ve benimsemiş değil. Bu genel mantık açısından Türkiye’nin bir kaybıdır; ancak batının da bir ayıbıdır. Ancak, batı, karşısında utanacak ya da kendini utandıracak bir yönetim (demokrasiyle idare edildiğimize göre bunları değerlendirecek bir toplum!) göremediği için, arsız arsız sırıtmaya devam ediyor…
“Eşek en fazla üç defa çamura batar” atasözümüz acaba niye söylenmiş?
Prof. Dr. Ali DemirsoyHacettepe Üniversitesi+++
Johnson Mektubu (tamamı)
“Washington: 5 Haziran 1964Sayın Bay Başbakan (İnönü),
Türkiye Hükümetinin, Kıbrıs’ın bir kısmının askeri kuvvetle işgal etmek üzere müdahalede bulunmaya karar vermeyi tasarladığınız hakkında Büyükelçi Hare vasıtasıyla sizden ve Dışişleri Bakanınızdan aldığım haber beni ciddi surette endişeye sevk etmektedir. En dostane ve açık şekilde belirtmek isterim ki geniş çapta neticeler tevlit edebilecek böyle bir hareketin Türkiye tarafından takip edilmesini, Hükümetinizin bizimle evvelden tam bir istişarede bulunmak hususundaki taahhüdü ile kabili telif addetmiyorum. Büyükelçi Hare, görüşlerimi öğrenmek üzere birkaç saat tehir etmiş olduğunuzu bana bildirdi.
Yıllar boyu Türkiye’yi en sağlam şekilde desteklediğini ispat etmiş olan Amerika gibi bir müttefikin, bu şekilde neticelere olan tek taraflı bir kararla karşı karşıya bırakılmasının, Hükümetiniz bakımından doğru olduğuna hakikaten inanıp inanmadığınızı sizden sorardım. Binaenaleyh, böyle bir harekete tevessül etmeden önce Birleşik Amerika Devletleri ile tam istişarede bulunmak mesuliyetini kabul etmenizi hassaten rica etmek mecburiyetindeyim.
1960 tarihli Garanti Antlaşması ahkâmı gereğince böyle bir müdahalenin caiz olduğu kanaatinde bulunduğunuz intibaındayım. Bununla beraber Türkiye’nin mutasavver müdahalesinin, Garanti Antlaşması tarafından sarahaten men edilen bir hal sureti olan takvimi gerçekleştirme gayesine matuf olacağı yolundaki anlayışımıza dikkatinizi çekmek zorundayım. Ayrıca, söz konusu Antlaşma teminatçı Devletler arasında istişareyi gerektirmektedir. Birleşik Amerika bu durumda, tek taraflı harekete geçme hakkının henüz kabili telif olmadığı kanaatindedir.
Diğer taraftan, Bay Başbakan, NATO vecibelerine de dikkat nazarınızı celbetmek mecburiyetindeyim. Kıbrıs’a vaki bir Türk müdahalesinin Türk-Yunan kuvvetleri arasında askeri bir çatışmaya müncer olacağı hususunda zihninizde en ufak bir tereddüt olmamalıdır. Dışişleri Bakanı (Dean) Rusk Lahey’de yapılan son NATO Bakanlar Konseyi toplantısında, Türkiye ile Yunanistan arasında bir harbin “kelimenin tam manasıyla düşünülemez” olarak telakki edilmesi gerektiğini beyan etmişti. NATO’ya iltihak, esası icabı olarak, NATO memleketlerinin birbirleriyle harp etmeyeceklerin kabul etmek demektir.
Almanya ve Fransa NATO’da müttefik olmakla yüzyıllık husumet ve düşmanlıklarını gömmüşlerdir; aynı şeyin Yunanistan ve Türkiye’den de beklenmesi gerekir. Ayrıca, Türkiye tarafından Kıbrıs’a yapılacak askeri bir müdahale Sovyetler Birliğinin meseleye doğrudan doğruya karışmasına yol açabilir. NATO müttefiklerinizin tam rıza ve muvafakatleri olmadan Türkiye’nin girişeceği bir hareket neticesinde ortay çıkacak bir Sovyet müdahalesine karşı Türkiye’yi müdafaa etmek mükellefiyetleri olup olmadığını müzakere etmek fırsatını bulmamış olduklarını takdir buyuracağınız kanaatindeyim.
Diğer taraftan Bay Başbakan, bir Birleşmiş Milletler üyesi olarak Türkiye’nin vecibeleri dolayısıyla da endişe duymaktayım. Birleşmiş Milletler adada sulhü korumak için kuvvet temin etmiştir. Bu kuvvetlerin vazifesi zor olmuştur, fakat geçen son birkaç hafta zarfında, Adadaki şiddet hareketlerinin azaltılmasında tedrici bir şekilde muvaffak olmuşlardır.
Birleşmiş Milletler Arabulucusu henüz işini bitirmemiştir. Hiç şüphem yok ki, Birleşmiş Milletler üyelerinin çoğunluğu, Birleşmiş Milletler gayretlerini baltalayacak olan ve bu zor meseleye Birleşmiş milletler tarafından makbul ve barışçı bir hal tarzı bulunmasına yardım edebilecek herhangi bir ümide yıkacak olan Türkiye’nin tek taraflı hareketine en sert şekilde tepki gösterecektir.
Aynı zamanda, Bay Başkan, askeri yardım sahasında Türkiye ve Birleşik devletler arasında mevcut iki taraflı Anlaşmaya dikkatinizi çekmek isterim. Türkiye ile aramızda mevcut Temmuz 1947 Anlaşmasının IV’ üncü maddesi mucibince, askeri yardımın Hükümetinizin, Birleşik Devletlerin muvafakatini alması icap etmektedir. Hükümetiniz, bu şartı tamamen anlamış bulunduğunu muhtelif vesilelerle Birleşik Devletlere bildirmiştir. Mevcut şartlar tahtında Türkiye’nin Kıbrıs’a yapacağı bir müdahalede Amerika tarafından temin edilmiş olan askeri malzemenin kullanılmasına Birleşik devletlerin muvafakat etmeyeceğini samimiyetimle ifade etmek isterim.
Mutasavver (tasarlanan) Türk hareketinin fiili neticelerine gelince, böyle bir hareketin Kıbrıs adası üzerinde on binlerce Kıbrıslı Türk’ün katledilmesine yol açabileceği keyfiyetine en dostane bir şekilde dikkatinizi çekmek mecburiyetini hissediyorum. Tarafınızdan böyle bir harekete tevessül edilmesi, infiali mucip olacak ve girişeceğiniz askeri hareketin himaye etmeye çalıştığınız kimselerin pek çoğunun imhasını önlemeye yeter derecede müessir olması imkânsız olacaktır. Binleşmiş Milletler kuvvetlerinin mevcudiyeti böyle bir faciayı önleyemez.
Sözlerimi pek fazla sert bulabilir ve bizim, Kıbrıs meselesinde Türkiye’nin ilgisine karşı bigane olduğumuzu düşünebilirsiniz. Durumun böyle olmadığını size temin ederim. Gerek alenen gerek hususi olarak, Kıbrıs Türklerinin emniyetini sağlamakta ve Kıbrıs meselesinin nihai hal tarzının konuyla doğrudan doğruya ilgili tarafların rızasına dayanması hususu üzerinde ısrar etmekte gayret gösterdik. Amerika Birleşik Devletlerini sizin lehinize yeter derecede faaliyet sarf etmediği hissini taşımanız mümkündür.
Fakat herhalde bilirsiniz ki politikamız Atina’da en sert şekilde infiale yol açmış (bizim aleyhimize orada nümayişler yapılmış) ve Amerika Birleşik Devletleri ile Başpiskopos Makarios arasında esaslı bir uzaklaşma husule getirilmiştir. Daha birkaç hafta önce yaptığımız görüşme sırasında Dışişleri Bakanınıza da söylediğim gibi, Türkiye ile olan münasebetlerimize çok büyük değer veriyoruz. Sizi kendisiyle temel menfaatlerimiz olan büyük bir müttefik telakki etmişizdir.
Sizin güvenlik ve refahınız Amerika halkı için ciddi bir alaka mevzuu olagelmiş ve bu alakamız en pratik şekillerde ifadesini bulmuştur. Biz ve Siz komünist dünyasının ihtiraslarına karşı koymak üzere birlikte dövüştük. Bu tesanüt bizim için büyük bir mana ifade etmektedir. Hükümetiniz ve halkınız için de aynı derecede bir mana taşıdığını ümit ederim. Kıbrıs’la ilgili olarak Türk cemaatini tehlikeye maruz bırakacak herhangi bir hal tarzını desteklemeyi düşünmüyoruz. Nihai çözüm yolu bulmaya muvaffak olamadık, zira bunun dünyadaki en girift meselelerden biri olduğu aşikârdır. Fakat Türkiye ve Kıbrıslı Türklerin menfaatleri konusunda ciddi şekilde alakadar olduğumuz ve alakadar kalacağımız hususunda sizi temin etmek isterim.
Nihayet Bay Başbakan, en ciddi meseleyi, harp mı, sulh mü meselesini vazetmiş bulunuyorsunuz. Bu meseleler Türkiye ve Birleşik Devletler arsındaki iki taraflı münasebetlerin çok ötesinde giden meselelerdir. Bunlar, sadece Türkiye ve Yunanistan arasında bir harbi muhakkak olarak tevlit etmekle kalmayacak, fakat Kıbrıs’ a tek taraflı bir müdahalenin doğuracağı, önceden kestirilemeyen neticeler sebebiyle, daha geniş çapta muhasemata (çatışmaya) yol açabilecektir.
Sizin Türkiye Hükümetinizin Başbakanı olarak mesuliyetiniz var, benim de Birleşik Amerika Başkanı olarak mesuliyetim mevcuttur. Bu sebeple, en dostane şekilde size şunu bildirmek isterim ki, bizimle yeniden ve en geniş ölçüde istişare etmeksizin böyle bir harekete tevessül etmeyeceğinize dair bana teminat vermediğiniz takdirde, meselenin gizli tutulması hususunda Büyükelçi Hare’e yaptığınız talebinizi kabul etmeyecek ve NATO Konseyi ile Birleşmiş Milletler Güvenlik konseyinin acilen toplantıya çağrılmasını istemek mecburiyetinde kalacağım.
Bu mesele hakkında sizinle şahsen görüşebilmemizin mümkün olmasını isterdim. Maatteessüf, mevcut Anayasa hükümetimizin icabı dolayısıyla, Birleşik Amerika’dan ayrılamamaktayım. Teferruatlı müzakereler için siz buraya gelebilirseniz bunu memnuniyetle karşılarım. Genel barış ev Kıbrıs meselesinin aklıselime ve sulh yoluyla halli hususunda sizinle benim çok ağır mesuliyet taşımak olduğumuzu hissediyorum. Bu itibarla aramızda en geniş ve en samimi istişarelerde bulununcaya kadar sizin ve meslektaşlarınızın tasarladığınız kararı geri bırakmanızı rica ederim.
Hürmetlerimle
Lyndon B. Johnson
(A.B.D Başkanı)
“Yeterince ileriyi göremeyen insanların, önlerinde hep dertleri vardır. KONFÜÇYÜS”