KİTAPLAR : Kanla Abdest Alanlar

Kanla Abdest Alanlar
Ergün Poyraz

Togan Yayıncılık / Araştırma Dizisi

Said-i Nursi’den Fetullah Gülen, Demirel ve Ecevit’e Nurculuğun Tüm Bilinmeyenleri

Pür demokrasi aşkıyla (!) bezirganlar ile havarilerin “Hoşgörü” abidesi olarak lanse edilen Fetullah Gülen’in ve onun, izinden gittiği üstadı Said-i Nursi’nin ve nurculuğun gerçek yüzünü bulacaksınız. Hoşgörü abidesinin Hizbullah’a olan övgülerini, kanla abdest almayı yüceltmesini. Şeriat ve Hilafet sistemine olan özlem ve sevgisini, ideallerini, ışık okullarını, demokrasi, devrimler ve Cumhuriyete karşı olan hasmane görüşlerini,

– Fetullah Gülen’in ardından gittiği Said-i Nursi’nin gerçek kimliği ile Said-i Kürdi olarak anıldığı, yegane amacının Şeriatçı ve Kürtçü bir devlet kurmak olduğunu ve bu uğurdaki çabalarını ibretle okuyacaksınız.

– Said-i Nursi’ye ve Fetullah Gülen’e övgüler düzmede birbirleri ile yarışan Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Mesut Yılmaz, Hüsamettin Cindoruk ve diğerlerinin bu hareketleri karşısında elinizi şakağınıza dayayarak uzun uzun düşüneceksiniz.

Oysa, bundan yaklaşık yetmiş küsur yıl önce Mustafa Kemal Atatürk, “Efendiler; Türkiye Cumhuriyeti Devleti, şeyhler, meczuplar, mensuplar ve müritler memleketi olamaz.” demişti.

(Tanıtım Bülteninden)

***

Türkçe, 544 s. — 2. Hamur– Ciltsiz — 14 x 20 cm
İstanbul, 2010, 2. Basım
ISBN : 9789944337038
Kapak Tasarımı : Salih Koca
Editör : Zeki Bingöl

Erzurum’da Komünizmle Mücadele Demeği’nde Başkanlık yapan Fetullah Gülen’in Kontrgerillayla ilişkisini neden araştırmıyorsunuz?

***

Kemal’in askeri

Dr. Necip Hablemitoğlu’na

6. Baskıya Önsöz

Kanla Abdest Alanlar adlı kitabımın temelini oluşturan “Fetullah’ın Gerçek Yüzü” adlı kitabımı dava eden Fetullah Gülen Faizi ile birlikte beş milyar lira istiyor ve açtığı davayı kitabın her satırının belgeli olması dolayısıyla kaybediyordu. Fetullah Gülen’i daha yakından tanımak için onun “hey gidi günler” adlı kasetini izlemek bile yeterli oluyordu. Şimdi Gülen’in o konuşmalarını inceleyelim:

“Fetullah’tan Elim İtiraflar”

Fetullah, konuşmasının bu bölümünde de itiraf üzerine itiraflarda bulunuyor, in-sanlara “suma” yani “gizli riya” daha açık deyişle “gizli ikiyüzlülük” bir başka deyişle takiyye’nin bir başka versiyonunu yapmalarını telkin ettiğini belirtiyor, adeta günah üzerine günah çıkarıyordu:

“Ne siz hüsnü zannınız altında kalıp ezilin. Ne de onlar beyhude cami dizaynına kalksınlar. Zemin hazırlasınlar, ne zaman israf olsun, ne siz şu dikenler arasında Bülbül sesi diye Saksağan sesi dinleyin. Ne de bundan sonra bir kere vaaz edeyim deyip. üç gün sancı ekeyim, krizlere gireyim, ölecek hale geleyim…

Acaba hazırlanabildim? Acaba kontak olabildim mi? Konsantre olabildim mi? Bi şey diyebilir miyim?.. Ben bu cemaate, onlar ki saf temiz dupduru duygu ve düşüncenin timsali insanlar… Ya ben? Karanlık ruhumla onlara ne anlatabilirim. Son vereyim dedim bunun için…

Bir kere bana tesir eniniz. Bir kere ayrıldıktan sonra bir kere daha huzurunuza geldim. Ama bir kere daha gelmeycem. Estağfirullah içinde değil, bir abes yer işgal ettiğim düşüncesiyle… Kendime tesir edemedim dedim. Yakınlarıma tesir edemedim. Demek ki tesirsiz bir insanım. Niye sizin hüsnü niyetinizi, hüsnü kabulünüzü, hüsnü teveccühünüzü suiistimal edeyim. Niye sizi aldatayım. Ayıp değil mi?.. Bu yirmi beş senedir çok şey beklediniz? Yirmi beş sene değil yirmi üç sene de insanlığın iftihar tablosu insanlığın makus kaderini değiştirdi. Biz o kader adına Allah aşkına siz söyleyin meleği alanın sakinleri de buna şahit. Bu mevzuda hangi samimiyeti sergiledik. Hangi samimiyeti temsil ettik. Ortaya koyduğumuz şey nedir?.. Kimi Sahabi seviyesine çektik, yükselttik. Kimi tam kur’an’ın temsilcisi haline getirebildik. Ben yer yer hüsnü zannımın altında kaldım. Sizi sena ettim. Manen hitap aldım. Yakamdan tutup hırpaladılar. Bu çok yumuşaklık dediler. Böyle ve ben de ne yapacağımı şaşırdım, bilemedim, öyle desem kaçarlar dedim. Böyle desem Resulullah’ın teveccühü kaçıyor.

İki arada bir derede, iki cami arasında bey namaz gibi kaldım. Allah aşkına ne yapayım siz söyleyin. Kendi kafama, kendi ruhuma bir şey anlatamadım. Ve sonunda öyle anladım ki, ben çevreme riyakarlık telkin ediyorum. Suma telkin ediyorum. Kalbine imanın oturmadığı bazı kimseler, sadece onların hislerine girdim. Birer yalancı his insanı meydana geldi. Ama kalb insanı katiyen, ama ruh insanı katiyen ve ben hiçbir şey yapmadan size değil bir de yakınlarıma riya telkin etmişsem; nasıl kurtarırım yakamı Allah aşkına. Suma telkin etmişsem nasıl kurtarırım yakamı?…

Gecemi ihya etmeden kalkıp size geceden bahsetmişsem; Bu nasıl riyakarlık? Bu nasıl Suma, bu nasıl aldatma?.. Böyle ve bütün bunlar nasıl taşınır sırtta siz söyleyin? ben başka mülahazalarla gelmiştim. Bunları birden bire perde değişip, arz ettiğim şeyler ruhumu sarınca, size arz etmeyi düşündüğüm şeyleri arz etme cesaretini kendimde bulamadım. Sizi bütün bütün kırıp geçirip gitmeye de cesaret edemedim. Saygısızlık yapayım demedim. Kime?.. Hiçbir şey bulamadıktan halde yirmi beş seneden beri belli ölçüde pek çoğu itibarıyla saygıyla dinleyen bu insanlar, bir insan dinliyoruz diye önünde Kur’anı bir insan dinliyoruz diye dinlediler…

Kıtmir

Fetullah Gülen, sürekli olarak kendini Kıtmir’e yani bir köpeğe, arada bir de deli tavuğa benzetiyor, hapishanede prangalara, zincirlere vurulduğunu iddia edebiliyordu. Zira pranga. Türk hapishanelerinde değil. Amerikan cezaevlerinde uygulanıyordu:

“… Saygısızlık yapamazdım. Ve birisinin bana bu saygıyı telkini karşısında hiç olmazsa dedim bu saygının, samimiyetin timsali bu cemaatin huzuruna çıkayım. Belki Kıtmir sizin huzurunuza çıkamayacak diyeyim. Beni bağışlayın hakkınızı helal edin diyeyim, inanın ayın son haftası burada sohbet ediyordum. Her ayın son haftasını, bayramı, bayram namazını kılamayıp ta içeride bulunduğum bir gün bayram kılamamanın nasıl bir hicran olduğunu iliklerime kadar yaşamıştım. Ayağıma zincir boynuma bir çeşit pranga vurup beni bayramdan ettikleri gün, hiç kaçırmamıştım onu. Deli gibi dolaşmış: “Ah bayram meğer sen ne tatlı sevmişsin” demiş, halk deli tavuk der. Bende deli tavuk gibi dönüp durmuştum.

Her ayın son pazarını yaşarsam bu hicranla, ömür vefa ederse boğucu hasret içinde kaçırdığım bir bayram hicranla iliklerime kadar duyduğum gibi sizi çok özleyecek, sizi çok arzulayacak, hıçkırıklarınızı düşünecek, dudaklarımı yalayacak ve sonra belki şununla teselli olacağım. Vefasızlığı uzatmamak için vefa cemaatine karşı vefa borcunu ancak böyle ödeyebilirdim. Onlar alabildiğine vefalı davrandı. Bense vefasız davrandım. Hislerine tercüman olamadım. Beklediklerini veremedim. Yalan ettim kalplerine gireme-dim. Müslümanlıkla çok hızlı tanışmaları mümkünken, şahsıma takılıp kaldılar aradıklarını bulamadılar. Belki çok azı ama çok azı belki onlar da riyaya, sunuya, gösterişe, takılıp kaldılar. Bunlara doğru telkin ettim. Şimdi beni bağışlayın. Böyle hicran ve hasret dolu bir aynide olamazdı. Benim ramazanı idrak etmiş kardeşlerimle, böyle bir Pazar olmamalıydı ve ben de olmasın diye beş yüz kilometreyi şeker krizleri içinde, baygınlık geçire geçire buraya kadar gelmiştim. Ve dünü baygınlık içinde geçirdim…”

Gülen’in ağlaya ağlaya feryatlar içinde tekrarladığı bu sözlerine cemaatte canhıraş çığlıklarıyla katılıyor, Fetullah konuşmasını şöyle sürdürüyordu:

“Bugünü yine baygınlıktan kucaklaya kucaklaya geçirdim. Ve huzurunuza geldim. Beni rahatsızlıklarımdan dolayı, şeker ve açlık krizlerimden dolayı, takatsızlığımdan dolayı bağışlayacağınızı ümit ediyorum. Allah sizden ebeden razı olsun. İnşallah ben olmayınca size doğruyu konuşacak birini bulur dinlersiniz…”

Canhıraş feryatlar altında Fetullah, “…Allah ebeden sizden razı okun” diyor, camide bulunan İngiliz ve Amerikan gizli servisinin uzmanlarının yönetiminde saf insanlarımız yeniden galeyana getiriliyordu. Sözde gençlik adına feryat edenler salya sümük ağlamada hiç de hocalarından aşağı kalmıyorlardı:

“Hocam, bu gençlik aşkına hocam!.. Bırakmayın hocam!.. Arkanızda gençlik var. Hocam yapmayın gençlik sizi arzuluyor… Hocam yapmayın, bizi bağışlayın…”

Bu çığlıkların ardından Fetullah, zafer kazanmış bir komutan edasıyla sözü alıyordu:

“… Sevgili kardeşlerim, sitemim nefsimedir. Kimseye değil. Sizi hep aziz tuttum, işim değil dedim işe başladım. Kalp yumuşatmak benim işim değilmiş dedim. Amma bir şey var. Acaba her şeye rağmen sabredemez miydim.

Değişik hayasızlıklara girmeden size karşı saygılı olamaz mıydım. Ama orasını da bana verin, bana verin… Ben insanlığın iftihar tablosu değilim. Değilim ki yüz defa elli defa. elli defa yüz defa talepleriyle ters yüz edildiği halde hiç sarsılmadan kalktı ayaklarının üzerine dikildi.

Yine anlam. Haya abidesiydi. Canım çıksın. Dini meseleleri cemaatin karşısına getirmesi mevzuunda kim bilir ne kadar sıkılıyordu. Sıkılması o kadar derin idi ki, belki hayatında bir kere, ama bir kerecik olsun kendisine haram olan bir kadının yüzüne bakarak konuşmamıştı. Bu onu anlatırken O’na şöyle diyorlar, cahiliye de perde arkasında erkek görmemiş, evlenmemiş bir genç kız gibiydi. Erkekleri görünce buram buram ter dökerdi Ve hayadan iki büklüm olurdu. Kadını görünce hicaptan iki büklüm olurdu. Ama buna rağmen elli defa yüz defa, yüz elli defa değişik taleplerle cemaati karşısına çıktı. Ve bu talepler çok defa makes bulmadı.

Hatta çok defa hüsnü kabul de görmedi. Sizin teveccühlerinizi görseydi, kim bilir nasıl sevinirdi. Nasıl coşardı. Zira o, insanlığın iftihar tablosu, ona sihirbaz diyorlardı. Yalancı diyorlardı… Haşa haşa o benim… kahin diyorlardı… O ben olabilirim. Ama tavrını değiştirmiyordu. Zorluyordu kendisini. Gönüllere girmek için zorluyordu her şeye rağmen… İşte ben onu yapamadım. Yapamıyorum. Yapmaya tahammülüm yok. Bir şey olmadı diye takılıp yolda kalıyorum. Sizi belki çoğunuz itibarıyla iştiyatlı, hüsnüniyetli ve hüsnukabule açıksınız. Sizi böyle bırakıp gitmenin dağları, Allah başıma yağdırsın diye davetiye çıkarmaktır. Ama tahammülsüzlüğe bakın ki, ben sizi bırakıp gitmeye karar verdim. Çığlıklarınız, samimi hıçkırıklarınız, Ramazan-ı Şerifte mübarek bağırıp çağırmalarınız, bunlar beni tuhaf bir atmosferin içine çekti. Kendimi çok tuhaf hissediyorum. Şu anda kulaklarım çok tuhaf duyuyor. Ve gözlerim çok bulanık görüyor. Kalbimin atıştan, ritmi de değişti. Şu anda ben de her şey aritmik. Tamamen her şey dengesiz atıyor. Size bir şey söyleyecek, bir şey diyecek güçte ve iktidarda değilim, inanın değilim. Belki bunlar sizin gelecekte iyi günleri idrak ettiğiniz zaman geriye bakıp yüzüne bakacağınız günler olacaktır. Çok kimseler tatlı günleri ileride arayacak. Fakat siz yer yer dönüp gerilere bakacaksınız. Alınlarında Nur tenevvü eden çehreleri, drahşan evlerinizin çehrelerine bakacaksınız. Emeğinizle kurduğunuz yurtlarınızın çehrelerine bakacaksınız. Okullarınızın çehrelerine bakacaksınız. Ve camileri leba leb dolduran genç delikanlıların çehrelerini tahayyül edeceksiniz. Ve bir gün sahabinin dediği gibi “Ey gidi günler” diyeceksiniz. Meğer tatlı günler o günlermiş diyeceksiniz. Belki, ben de öyle diyeceğim. Ama belki yerin altın-da belki yerin üstünde. Ben de öyle diyeceğim. Hey gidi günler tam yaşanacak günlermiş. Hiç durmadan gecelerinde koşulacak günler. Hiç durmadan küheylanlar gibi soluk soluğa gündüzlerinde koşulacak günler.”

Koşun, Coşun Kurban Derilerine Kadar Verin

Fetullah Gülen, amaçlarına ulaşmaları için insanları kurbanlarını vermeye, imam hatip açmaya çağırıyor, yurt ve pansiyon yapıp, okul açmaya teşvik ediyor, bunu yaparken de İslam büyüklerinin davranışlarının ardına sığınıyor, kendi emelleri için onları kullanıyordu:

“… Himmet toplantısı deyip utana utana, hicap ede ede, terleye terleye ne otur Allah aşkına coşun… Gelen günler, burs verin, kurbanlarınızı verin, İmam hatip yapın, yurt yapın, pansiyon yapın, okul açın. açın deyip terin tabandan çıktığı günler. Ben de diyeceğim siz de diyeceksiniz. Bugün belki bu günler hicranlı günler, belki hasretli gün-ler, Ama bir gün gelecek, özlenen günler olacak. Nesibe yetiştiği gül devriyle şen sadra hurren değildi. O Uhud’u düşününce seviniyor ve gülüyordu. Sırtında elin yumruğun girip saklandığı sırtındaki yarayı gösterdikleri zaman mesut ve bahtiyar oluyordu.

Gül devrini yaşarken ki, Abdullah İbni Nuzeyfetti, başının kaynayan sulara sokulduğu günleri hatırlıyor hey gidi günler diyordu. Huzeyfe babasının evinden kovulduğu günleri düşünüyor hey gidi günler diyordu.

Ammar yeldire yeldire geziyordu. Sırtında ateşlerin söndürüldüğünü düşünüyor ve hey gidi günler diyordu. Zübeyr Bin Avvam hasırlara sarılıp yakıldığı günleri hatırlıyor hey gidi günler diyordu. Onlar hey gidi günlerdi. Çünkü günlerde müminler tırmanma şeridinde sürekli olarak tırmanıyorlardı.

Hiçbir şeye gönül kaptırmadan başka hiçbir şeye dilbaste olmadan, turnikeye önceden girmiş olmanın hakkını araştırmadan, hizmet karşısında hakkı temettü aramadan sadece hizmet diyor ve yürüyorlardı. Hey gidi günler hey gidi günler diyorlardı. O çile günlerine, o ızdırap günlerine… Çünkü o günlerin içinde Allah’ın hoşnutluğundan başka mülahaza yoktu. Çünkü o günlerde büyüklük yoktu. Çünkü o günlerde herkes küçüktü. Çünkü o günlerde herkes neferdi. Çünkü o günlerde Abilik yoktu Çünkü o günlerde turnikeye evvel girmiş olmanın hesabını yapma yoktu. Çünkü o günlerde insanlar arasında insan ol vardı.

Ah nankör nefsim, sende sen de hey gidi günler diyeceksin. Kafanda hiç o türlü duygu ve düşünceler yoklu. Dinleseler de dinlemeseler de alınmıyordun. Sekiz saat derse girdikten sonra iki yerde de derse akşam iştirak ediyordun. Bir Cumartesi. Pazar’ı da burası Simav senin, orası Gediz benim, şurası da Demirci senin, pazartesi dersleri yetiş-tirme de senin. Ama alınmıyordun, gönül koymuyordun, dinleyen yok diye üzülmüyordun. Tesir etmiyorum diye müteessir olmuyordun. Hey gidi günler ne kadar arkada kaldınız. Bizden ne kadar uzaklaştınız. Biz ne kadar büyüdük hey gidi günler… hey gidi günler siz ne kadar küçük kaldınız?.. Ah heyyamulla, ah Peygamber günleri, ah cihad günleri, ah başka mülahazaların içine girmediği günler… Biz büyüdükçe sizler arkada küçük kaldınız. Benim Kestanepazarı’ndaki tahta kulübeciğimin içinde kaldınız. Ah tahta kulübem, her şey senin içinde kaldı gitti. Ah küçüklük sen ne iyiydin, arkadaştık seninle… Hey gidi günler ilki değildik sonu da olmayacağız. Hey gidi günler imamlık makamında ağlaya ağlaya namaz kıldırılan günler!.. Kur’an okunurken kalp duracak hale gelindiği günler… Hey gidi günler… uhuvvet, sevgi, yürekten alaka, birbirleriyle fertler sarmaş dolaş olur-ken, dışarıdan gelenlere aman Allah’ım bu ne kardeşlik, bu ne uhuvvet dedirttiği hey gidi küçük günler!… O kadar büyüdük ki. eğilip de sizi tanıyamıyor, göremiyoruz. Biz büyüdük Everest Tepesi olduk, ah küçük günler sizler Lüt Gölü gibi zeminden iki yüz metre aşağıda kaldınız.

Ah yıkılası abilik, ah yıkılası saltanat, ah yıkılası makam mansır sevgisi… Ah yıkılası şirk ifade eden; yaptım, ettim, çattım, kurdum, verdim, ettim, eyledim… haşa haşa ve bella yapan eden oydu… Eyleyen oydu, hey gidi günler!..”

Himmet Toplantılarında Yolunanlar

Ömer Öngüt “Küfrü Hoş Gören Naralar” adlı kitabında, Tirmizi’den alıntı yaparak bir hadis hakkında bilgi veriyor ardından Himmet toplantılarında dolandırılan insanların başına gelenleri anlatıyordu:

“Resulullah – sallalahu aleyhi vesellem- Efendimiz ahir zamanda dinlerini dünyalığa alet eden türemelerden haber veriyor. Bakınız ne güzel açıklıyor:

‘Ahir zamanda öyle kimseler türeyecektir ki, bunlar dinlerini dünyalığa alet edeceklerdir. İnsanlara karşı koyun postuna bürünmüş gibi yumuşak ve güzel huylu görünürler. Dilleri şekerden bile tatlıdır, ama kalpleri kurt gönlü gibidir…

‘…Bu yaz Manisa dağında oturuyordum. Ertan Bey! Kardeşimiz anlattı.

Bir gün tanıdığım iki kişi geldi ve dediler ki: ‘Ertan bey! Bu arabayı al. kaça alırsan al’ Sebebini sordum niçin satıyorsunuz?

Beni bir yemeğe davet ettiler. Simsarlar: ‘Benden şu kadar… Benden şu kadar” derken, benim yanıma geldiler. ‘Sen ne kadar vereceksin?’ dediler. Ben de utandım. Benden de şu kadar dedim. Hemen tahsildarlar geldi, ‘İmzala’ dediler, benden senet aldılar. Gün geldi, fakat param yok. ‘Neyin var’ diye sordular. ‘Arabam var’ dedim. ‘Sat arabayı ver parayı’ dediler… titan bey ‘Kardeşim! Niçin satıyorsun, veremem de geç!’ diyerek tuzağa düşen ada¬mı uyarmak ister, ancak Himmet toplantılarında senet imzalatan şahsın tavrı nettir;

“Hayır! İmza etti verecek”

Açık deyişle dilenme toplantılarında kuzu postu giyip senedi imzalatanlar bu safhadan sonra dişlerini gösteren çakallara dönüyorlardı.

Ve adamcağız arabasını satıp parayı ödemek zorunda kalıyordu.

Yazar kitabında Kadir Efendinin söze girerek ben daha acısını söyleyeceğim şeklindeki açıklamasına yer veriyordu:

“Bir adamı kurtlar yine bu şekilde yemeğe davet ediyorlar. Oltayı takıyorlar ve simsarlar başlıyor, ‘benden şu kadar… benden şu kadar’ Sonra ona geliyorlar, gaye onu tuzağa düşürmek; ‘senden ne kadar?’ adam utanıyor, çünkü “Benden bir milyar… Ben-den beş yüz milyon…” Utanıyor, az bir şey de vadedemiyor, sözde kalacağını zannediyor. “Benden de şu kadar” diyor, hemen makbuzlar geliyor, imzayı atıyor. Gün geliyor, parayı istiyorlar, para yok diyor. Neyin var. Bir tek evim var, çoluk çocuğum oturuyor.

Simsarların cevabı nettir “Sat, evi ver.”

Fetullah Aile ve Çocuk

Fetullah Gülen, önce Abdulfettah Şahin daha sonra M. Fetullah Gülen adıyla yazdığı ve T.Ö.V yayınlarından çıkan ve pırlanta kitap serisi olarak sınıflandırılan, “Ölçü veya yoldaki Işıklar” adlı kitabında kadınları üç gruba ayırıyordu:

“Üç çeşit kadın vardır. Sokak kadını, zevk kadını, ev ve hizmet kadını. Hafif meşrep sokak kadını çamura düşmüş bir cevhere benzer. Zevk kadını gözbağcı iblislere… Ev ve hizmet kadını ise sonsuzluk soluklayan cennet hurilerine…”

Gülen’in kitaplarına, konferanslarına yansıyan, kadın, çocuk ve evlilik hakkındaki görüşleri burada da kendini gösteriyordu:

“… Nesibe gibi aydındı günlerimiz, İbni Hüzafa gibi yürektendi. Babasının evin-den kovulduğu zaman, “Çok şükür Resulullah’a gitme yolunu buldum” diyen Huzeyfe kadar mesuttu. Hamza’nın günleri kadar fütursuz, pervasızdı. Ceset sevdasından, rahat ve rehavetten uzaktın. Ne çabuk değişiyor günler. O günlerin yerini yumuşak döşekler aldı. O günlerin yerini birkaç odalı evler aldı. O günlerin yerini günde Uç dört defa sofralara konulan yemekler aldı. O günlerin yerini evladü iyal aldı. Çoluk çocuk aldı.

Cumartesi ve Pazar haftanın birkaç günü belki hafta içi işini yaptıktan sonra, iki günüm üç günüm de cihad da geçsin diyen insanların yerini haftada birkaç günlük cihad günlerinin yerini başka duygular başka düşünceler, başka kılıklar, başka kıyafetler, başka şekiller, başka sevdalar aldı. Hey gidi günler…

İstemiştim ki onu anlatayım. Eba Eyyüb-ül Ensari o günlerden kaçarak İstanbul önlerine kadar geldi. Eski günleri arıyordu. Hey gidi günlere öyle çare buldu. Ölürsek galiba bu işten kurtulacağız diyordu. Omuzlayın beni surlara en yakın yere kadar götürün. İhtimal mülahazası şuydu. “Peygamberden işittim. Bir gün biri gelip İstanbul’u feth edecek. Feth ederken mezarımda kılıç sesi duyayım. Çünkü mücahit kılıç sesi duymalıdır. ” ihtimal ki, mülahazası buydu. O üzerine hakim olan güçlerden intikamını böyle alıyordu. Önüne konan yemeklerden intikamını böyle alıyordu. Etrafını saran çoluk çocuktan intikamını böyle alıyordu. Makam mansıp sevgisinden intikamını böyle alıyordu…”

Gülen, İslam kumandanı Halid Bin Velid’in ardına saklanarak kahramanlık çığlık-ları atıyordu:

“Hey gidi günler, hey gidi Yermük!.. hey gidi Mute, Hey gidi Sasaniler önünde sa¬vaşma… Korkakların gözü uyku görmesin. Hayır o korkaklar gözlerini açtılar… Uyuma¬dılar çünkü İslam’ın Halid’i yoktu artık.

Kahramanlar mezarları kazınırken dahi kılıç sesinden hoşlanırlar… Kahramanlar kılıç sesinden hoşlanırlar… Döşekteki sesten nefesten değil. Sofraların başında tüketilen sesten nefesten değil. Bizarım kendimden, bizarım duygularımdan, bizarım düşüncelerimden, bizarım anlayışımdan, bizarım… Zira bir kerecik olsun böyle yaşayamadım. Size misal olamadım. Halid gibi yaşamasını. Halid gibi ölmesini size gösteremedim. Onlar ahretin yamaçlarında dolaşıyor gibi bir dünya yaşadılar. İçinde yalanın zerresinin bile bulunmadığı bir hayat yaşadılar. Gösterişin zerresinin bile bulunmadığı bir hayat yaşadılar. İslam’da hakkı temettü aramanın zerresinin bulunmadığı bir hayat yaşadılar.Oysaki ben vaaz-ü nasihat ediyorum, ederken de yirmi beş sene devletten maaş aldım…”

Fetullah’ın Allah ve Peygamber Sevgisi de Yalanmış

Allah’ımı size anlatırken, yalan söyleyip sevdiğimi iddia ettiğim Allah’ımı, yalan söyleyip sevdiğimi iddia ettiğim Hazreti Muhammed’in, yalan söyleyip hayatım, canım, ruhum sana kurban olayım, sana karşı da yalan söyledim. Oysaki, oysaki bağrına bastığında kalbim fırladıydı. Temsil edemedim, edemedim, edemedim… Utanıyorum kelamullahtan, utanıyorum kelamullahtan, utanıyorum Allah’tan, edemedim…

Ötede ve beride 14 asır ötede ve beride hayalimde kurduğum dantelayı nescedmek istiyordum. Elinizden tutup bir Hamza’nın yeldire yeldire gezdiği yamaçlarda sizleri dolaştırayım. Bir de ramazan himmetlerinde alnının teriyle kazandığı milyarları dökerken ortaya hiç düşünmeden nerden bulurumu kafasından geçirmeden devrin Ebubekir’lerini, Ömer’lerini, Osman ve Ali’lerini(RA)… kainatın zerrakı mürekkabatı adedince Allah’ınıza ve ndvanı benim isimlerini mücerret saydığım o büyük zatlar üzerine olsun…

Bir ötede dolaşayım bir de beri de dolaşayım. Bir bakın Ebubekir olmak üzere. Ömer olmak üzere, dirilenlere bakın diyeyim. Ya Resulullah sen de bak diyeyim. Şu karnı buzun açıldığı yerde; kar çiçekleri gibi başını çıkaranlara sen de bir bak diyeyim.

Sonra mekimi tığımı bin bir ihtimamla alayım elime taşıyayım… Hayır ağzıma alıp ağzımla taşıyayım. Dişlerimle sıkıştırayım. Ali’nin arkasına götürüp takayım. Ammarta bir başka şekilde bütünleşmeyim. Uhud’un eteğinde Musabın mezarına uğra-yayım. Vefanıza denk vefalılarla huzurunuza geldik diyeyim. Hayalim buydu, düşlerim buydu. Siz her an her zaman inşallah onu gerçekleştirmeye namzet yaşıyorsunuz. Ama gelin görün ki, benim duygu ve düşüncelerim üzerine öyle bir kara dev oturdu ki, şimdi ben aşkla ve iştiyakla çehrelerini görmek istediğim, o sevdiğim cemaat ki, zannediyorum böyle bir arzu ve istekte ben yalnız değilim. Zannediyorum ona göre iştiyakın manası ne ise beni bağışlasın, o zamansız ve mekansız, o cevher ve araz olmayan, o yemeden içme-den münezzeh olan zat, belki aynı manada iştiyakla size bakıyor.

Fetullah’tan Bir itiraf Daha; Kur’an-ı Sattım

Gülen’in bu konuşmasında itirafları bitmiyor adeta sağanak halinde yağıyordu. Vaizlik yaptığı dönemler içinde Kur’anın sırtından para kazanmanın yollarını aradığını ve kur’anı sattığını itiraf ediyordu. Anlattıklarına herkesin inanabileceğini söyleyen Gülen, ancak kendi sözlerine kendisinin inanmadığını vurguluyordu.

“… Ben yalnız değilim belki şu mübarek Ramazanı Şerifte çok hediye bekleyen ümmetinden çok armağan bekleyen ruhu seyyüdül enam: o da belki size bakıyor. Size teveccüh ediyor, belki hakkınızda takdirlerini ifade ediyor. Meleği alanın sakinleri de size bakıyor. Ezana meleklerin indiği şu dakikalarda ruhu seyyüdül enamın şevval açtığı şu dakikalarda, ama bir ben varım bir ben varım ki, her şeye tersim. Bir ben varım ki, yirmi beş senelik vaizlik hayatım boyunca; Kur’an-ı satmış… Onun sırtında temettü aramış… gönlümün aşkı ve heyecanını size anlatamamışım. Dini imanı anlatmayı bir meslek haline getirmişim. Bunu, memuriyet sanmışım. Memuriyet yapmışım ve sonra kalkmış size Allah’ı anlatıyorum demişim.

Siz öyle sanın, siz öyle sanın… Ben hiçbir zaman onun öyle olduğuna inanmadım. Alem inanabilir ama ben inanmadım. Ben biliyorum ki, ben böyle desem de sız hüsnü zannınızla bana inanmayacaksınız. Beni bir yerde yalanlayacaksınız. O da benim doğru söylemeye çalıştığım yarde der ve düşünürdüm ki, Allah dediğim yerde riya olmasın. Benim kalbim dursun, ben öleyim Allah’a inanan böyle olur diyeyim Veya o cemaat içinde bir iki tanesi ölsün, ben de diyeyim ben ne yapayım ben misal olamadım. Ama şu misallere bakın ve sağdan hizaya gelin. Onu ben yaptırtamazdım…

Ey nankör nefis!.. O cemaat çok samimiydi. Yirmi beş seneden beri de hep samimiyet sergiledi. Sen azıcık samimi olsaydın, samimiyetin katını bulacaktın. Sen bir kere Kur’an deseydin, onlar yüz defa onu diyeceklerdi. Sen ölesiye kaç defa onların çığlıklarına şahit oldun. Kaç defa kalbin durup caminin içinde kollarına girip dışarıya çıkan insanlar oldu. Oldu ama sen kaya idin. Granit idin. Tunç gibiydin dediğin şeyler senin ruhuna girmedi.

Vaka dedin, zaman, zaman, Kur’an diyor, yahu ayıp değil mi. yapmadığınız şeyleri ne güne söylüyorsunuz. Allah’a karşı sıkılma yok mu? dedim. Nefsin adına yer yer belki caminin minberinde de dedim. Minber şahit buna… kürsüde de dedim o da şahit buna ama nerde o samimiyet, nerde o sadakat?.. Yiğitler, yiğit oğlu yiğitler, böyle benim gibi hergün ayrı ayrı söz vermemişlerdi. Bir kere söz vermiş sonra verdikleri sözde sonuna kadar yürümüşlerdi. Bir kere söz vermiş, işin başında koridora girmiş ve öbür başında varıp cennetlere ulaşmışlardı. Bade vefada tamdılar, eksiksizdiler. Eskilerin ifadesiyle hülfül vahıdleri hiç olmamıştı. Öyle anlaşılıyor ki, bu günde elli defa. hoca efendiler de camilerde menşei neye dayanıyorsa bilemeyeceğim. Tövbe istiğfar, tecdidi iman, tecdidi nikah yaptırdıkları gibi günde bu işi elli defa yapsam yine sokağa takılıp kalacağım. Yine çarşıya takılıp kalacağım. Yine pazara takılıp kalacağım. Yine nefsime takılıp kalacağım. Yine bedenime takılıp kalacağım. Ve yine döneklik yapacağım. İyisi mi bakın siz bana inanmayacaksınız ama, ama ne olur bir kere inanın, bu işi bağlayalım burada. Ben derim ki saksağan bu kadar sizi rahatsız edecektir. Siz de deyin ki hüsnü zannınızla bu bülbülün son bestesi olsun deyin isterseniz… Bağışlamanızı isteyeceğim. Gördüğünüz gibi baş yardım, göz çıkardım, sizi rencide eltim…”

Fetullah’ın bu sözlerinin ardından camide toplanan ve bu iş için özel olarak eğitilen ağlama grubu feryatlar içinde “Hocam bırakmayın” şeklinde çığlıklar atmaya başlıyor, ardından Fetullah konuşuyordu:

“Bakın aziz kardeşlerim, anlatamıyorum. Ben yararlı olamadım düşüncesiyle ayrılıyorum…”

Feryatlar üzerine camiye yeni gelen saf insanları etkileme senaryosu devam ediyor, Fetullah; “Bana çok baskı yapıyorsunuz. İnancım o ki siz layık insanları bulacaksınız. Onlar size güzel şeyler anlatacak. Ben anlattıklarımdan rahatsız oluyorum. Size bir şey veremedim kanaatındayım.

Birisi beni yoldan çevirdi. Hıçkırıklarına dayanamadım. Allah başıma taş yağdırır diye korkuyorum…” diyordu.

Gülen’in bu sözleri üzerine senaryonun son perdesi sahneleniyor, cemaattan “Hocam bizi bırakmayın” çığlıkları altında; Fetullah, “Geleyim, geleyim, geleyim, geleyim bir süre daha başınızı kırayım, bir süre daha sizi rencide edeyim” sözleri ile kendinden geçiyordu.

Tarikatlar ve istihbarat

Dünya üzerindeki belli başlı tüm tarikatlar gibi. Nurculuk da İngiliz “Müstemlekeler Nazırlığı’nın, İngiliz istihbarat örgütlerinin ve onların adeta taşeron örgütü gibi faaliyetlerde bulunan teşkilatların mahsulüydü. Bu tarikatların önce gelenlerinin yani Kürt Said ve türevlerinin, Allah’tan geldiğini iddia ettikleri kerametleri de bu istihbarat teşkilatlarının senaryolarıydı.

Kürt Said ve onun gölgelerinin kerametlerine baktığımızda İncil ve Tevrat çıkışlı olduğunu buradaki hikayelerden devşirtildiğini görüyorduk. Bu hikayelerin uygulamalarında ise mürit kılığındaki istihbarat elemanlarının şeyhlerini uçurmaları insanların kandırılmasında başlıca etken oluyordu.

Teşkilat-ı Mahsusa

Kürt Said, İngilizlerden aldığı desteklerin ardından ülkede ayrılık tohumları attıktan, sonra “Teşkilatı Mahsusa”ya da mason dostlarının yardımı ile giriyordu.

Kürt Said’in Teşkilatı Mahsusa’ya katıldığını Cemal Kutay açıkladığı zaman Nurcular, ayaklanmış ve yalanlamışlardı. Oysa, Nurcuların önde gelen isimlerinden Necmeddin Şahiner, “Bediûzzaman Said Nursi” adlı Yeni Asya yayınlarından çıkan kitabının, 130. sayfasında; “Bediüzzaman ‘da katıldı” başlığı altında. “Said Nursi de Teşkilatı Mahsusa’da vazifeli idi” diyordu.

Yine, Yeni Asya yayınlarından çıkan Ahmet Şahin’in “İslam Büyükleri” adlı kitabının 250. Sayfasında Kürt Said’in “Teşkilatı Mahsusa” ile tanışması şöyle aktarılıyordu:

“1918 baharında insan idrakini hayrete bırakan bir cesaretle Koşturma’dan kaçan Bediüzzaman, bilmediği yollardan, dağlık bölge ve düşman arazilerinden geçerek Leningrad’a, oradan da Almanya’ya gelir. Berlin’deki Adlon Oteli’nde iki ay müddetle kalarak Teşkilat-ı Mahsusa ileri gelenleri ile görüşür…”

Kitapta Kürt Said’in iki buçuk sene aç bi ilaç esir kaldığı vurgulanıyordu. Ancak bu denli zor şartlarda esir kalan birinin Almanya’nın en lüks otellerinde iki ay kalacak parayı nereden bulduğu her nedense belirtilmiyordu.

Kürt Said’in “Seleflerim” dediği Kemal Bey, mason üstadlardan Celil Layiktez’in “Türkiye’de Masonluk Tarihi” adlı kitabının I. Cildinde; İttihat ve Terakki ile mason Localarının giriş törenlerinin birbirine benzediğini. İ.T. mensuplarının çoğunun mason olduğunu anlatan açıklamalarında “Kemal Bey’in binbaşı ve mason olduğunu görüyorduk.

Yan deli de olan Said-i Kürdi, Kurtuluş Savaşı sırasında insanlarımızı sırtından vuran Kürt Teali Cemiyetinin 3 numaralı kurucusudur. Yine Kürt Neşri Maarif Cemiyetinin kurucuları arasındadır. Sultan Abdülhamit, onu bu zararlı faaliyetlerinden dolayı önce tımarhaneye sonra da hapse göndermiştir. Said-i Kürdi hasta yatağındayken, Şeyh Sait’in torunu bir zamanlar Doğru Yol partisinden milletvekili olan Abdülmelik Fırat’a şunları söylemiştir:

“Ben biraderi azamim, ekremim Şeyh Sait Efendi’nin hayatını (öcünü) alacağım, aldım”.

Bu ihanet dolu sözlerden kolayca anlaşılacağı üzere Başta 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Cemal Kutay ve Fetullah Gülen gibi kişilerce “Büyük bir din alimi” olarak insanlarımıza yutturulmaya çalışılan Said’in aslında İngiliz ajanlarının kullandığı, ülkemizin doğusunu bölmek ideallerini taşıyan bir piyon olduğu açıktır.

Said-i Kürdi namı diğer Said-i Nursi’nin intikamını almak istediği Şeyh Sait, bilindiği gibi Kurtuluş Savaşına katılmayan, bu dönemleri Türk askeri ve devletine yapacağı ihanetlerin planlarını tasarlamakla meşgul olarak geçiren bir haindi. Bu hainliğinin cezasını da asılarak ödedi.

O günleri hatırlarsak; Kurtuluş Savaşı’nın sonucunda Lozan’da Musul hakkında yapılan görüşmeler anlaşmazlık sonucu çıkmaza girmiş, bunun üzerine seri toplantılar düzenlenmeye başlanmıştı. Haliç Konferansı’ndan ve Cenevre’deki toplantılardan bir sonuç alınamıyor ancak Türk delegeleri tezlerimizi şiddetle savunuyorlardı.

Macar, Belçikalı ve İsveçli temsilcilerin konuyu görüşmeleri için komisyon kurulmasına karar verilmiş, 30 Eylül 1924 tarihinde de komisyon kurulmuştu.

Musul’u egemenliklerinden kaptırmak istemeyen İngilizler yeni bir oyun tezgahlıyor, komisyonun kurulması kararının alındığı günlerde yani 12 Eylül 1924 tarihinde İngilizlerin desteğinde Nasturi ayaklanması başlıyor, komisyon kurulmadan iki gün önce de isyan bastırılıyordu.

Nasturi ayaklanmasının ardından Kürt Said’in, “Birader’i azamım, ekremim” diye lanse ettiği Şeyh Sait ayaklanması başlıyordu. Bu ayaklanmaları bastırmak için gücümüzü harcarken, Musul’u İngilizlere terk etmek zorunda kalıyorduk.

İngilizler zaferlerini şu açıklamaları ile izah ediyorlardı.

Tarihte yalnız İngiliz İmparatorluğu ayrılıkçı güçlere, kendisini uydurarak kendi yapısını koruma hünerini gösterebilmiştir…”

Şeyh Sait, Musul görüşmeleri sürerken İngilizlerden aldığı destekle “Din elden gidiyor” maskesiyle Kürt devleti kurmak için isyan etmiş, isyanın sonucunda bacanağı Binbaşı Kasım tarafından yakalanarak adalete teslim edilmiştir.

Şeyh Sait ayaklanma sırasında bacanağı Binbaşı Kasım’a “Bir Türk öldürmek, yetmiş gavur öldürmekten daha üstündür” diyor. Bacanağı da tanıklık yaptığı mahkeme de bu sözleri onun yüzüne karşı anlatıyor ve zabıtlara geçiriyordu:

“İşittiğim odur ki, şeyh Sait, din için kıyam farz oldu demiş. Bir Türk öldürmek, yetmiş gavuru öldürmekten daha üstündür” demişti.”

Şeyh Sait’in duruşmasında Savcı ile aralarında geçen konuşmalardan Kurtuluş Savaşı sırasında Şeyh Sait ve takımının dinlenip yığınak yaparak sürekli güçlendiği, Türk ordusunun yorgun ve zayıf anını kolladığı da ortaya çıkıyordu:

” …Bu kıyamınızı vacip görüyorsunuz. Küffar İslam beldelerini çiğnerken cihat nedir?

O da cihattır… farzdır!..

Yunan bütün memleketimizi çiğnerken bu topladığınız dört bin kişi ile neden Yunan üzerine yürümediniz?

O zaman yine giderdik. Vaktimiz yoktu. O zaman biz çok perişandık. Vaktimiz olsaydı durmazdık. Balkan muharebesinde hazırlandık, istemediler. Bu muharebede göç-mendik, yoksulduk.”

Kurtuluş Savaşımızda Yunan’a kurşun atmak için vakit bulamayan Şeyh Sait ve ardındakiler, İngilizlerden çil çil altınları alınca Türk askerini sırtından vurarak, ayaklanıyor, yüzlerce asker ve sivil insanın hayatıyla da oynuyorlar, Musul’un İngilizlerin eline geçmesine de sebep oluyorlardı. Şeyh Sait suçu sabit görülerek idam ediliyordu.

Yine Emniyet Genel Müdürlüğü’nün, “İslamda Mezhepler, Tarikatlar ve Dini Akımlar” adlı kitabında Kürt Said de övülenler arasında yer alıyordu. İşte Emniyet’in gözüyle Kürt Said:

“(1873-1960) Bitlis’in Hizan kasabasına bağlı Nurs köyünde doğmuştur. Küçük yaşta klasik medrese eğitimine başlayan Said Nursi, kısa bir sürede bu eğitimini tamamlamış ve ilme olan iştiyakı sebebiyle, meşhur alimlerle temas kurabilmek amacıyla çeşitli illerde seyahatlerde bulunmuş ve bu sayede etrafında tanınmaya başlamıştır.

Hareketli yapısı itibarıyla dikkatleri üzerinde toplayan Said Nursi, kısa zamanda elde ettiği dini ilimler alanındaki bilgi birikimi ile kendisini kabul ettirmiş ve bu çevrelerce “Zamanın iyisi” anlamına gelen “Bediüzzaman” lakabı ile anılmaya başlamıştır…”

İstihbarat Dünyasının Gülü

Eski Almancı Kürt Said Soğuk Savaşta Amerikancı oluyordu. İngiliz istihbaratının emrindeyken Rusların kazanacağını tahmin edip Ruslara esir(!?) düşen Kürt Said, Ruslar yenilince soluğu Almanya’da alıyor, iki ay boyunca burada en lüks otellerde kalıyordu.

Cengiz Özakıncı, “Yeni Osmanlı Tuzağı” adlı kitabında bu durumu Nurcu yayınları referans göstererek şöyle anlatıyordu:

“Türkiye, Rusya’yı din kartıyla kuşatıp yıkmaya yönelen Amerika’nın buyruğuna girer girmez, o güne dek sesleri pek çıkmayan eski alman cihatcısı, Osmanlıcı, Hilafetçi, takım ortaya çıkıp bu kez Amerika’yı alkışlamaya ve Amerikan buyruğu ile Dünya İslam Birliği düşüncesini yaymaya başlamıştı. Bunlardan biri olan Said-i Nursi, Alman işbirlikçisi olduğu yıllarda, “Türk-Alman, Alman-Türk, tarih boyunca kadim dosttular. Türkler Alman dostluğuna sadakatta çok hassasiyet gösterirler…” demişken, ikinci dünya savaşından sonra Amerikancı kesilerek şöyle konuşuyordu:

“Amerika gibi, din lehindeki ciddi çalışan muazzam bir devleti, kendine hakiki dost yapmak, iman ve İslamiyet’le olabilir…

Eskiden Hıristiyan devletler bu İttihad-ı İslam’a taraftar değildiler. Fakat şimdi komünistlik ve anarşistlik çıktığı için hem Amerika, hem Avrupa devletleri Kur’an’a ve İttihad-ı İslam’a (İslam Birliği) taraftar olmaya mecburdurlar…”

Gülen ve İstihbarat

Gülen, Gazi olaylarının patlak vereceğini gösteren istihbarat raporunun aylar önce kendisine verildiğini, kendinin de bunu devletin başındaki insanın en yakınına 1,5 ay önce verdiğini söylüyordu. Gülen’in bu konuşması insanın aklına “istihbarat örgütleri kendine mi bağlı, istihbarat örgütleri niye Başbakan, Cumhurbaşkanı dururken raporları-nı Gülen’e verirler?..” sorusunu getiriyor.

Hadi diyelim “Hiyerarşi” bizim bilemediğimiz! şekilde işliyor, raporu Gülen’den öğrenen devletin başındaki kişiler niye tedbir almadılar. Gülen açıklamasında, bu olayın ardında Almanların ve Apo’nun olduğunu iddia ederde, bu olaylara seyirci kalan devlet görevlileri de bu durumda onların işbirlikçisi olmaz mı?… Neyse Biz Gülen’i izleyelim:

“Burada istihbarı raporlara dayanarak, demeye mezun muyum, değil miyim bir hususun kapağını açacağım. Burada bir ukalâlığımı da arz etmeme müsaade eder misiniz? Bunca böyle bu işlerde saçlarını ağartmış adamların ukalâlığı olabilir. Ben iyi bir insan değilim.

Gaziosmanpaşa hadiseleri olmadan evvel, Türkiye’nin her yerinde böyle bir patlama olacağını 1,5 ay evvel ben devletin başındaki insanın en yakınma verdim. Türkiye’-de bir şeyler planlanıyor, raporu okuyun, bana bir dostum verdi bunu… Aleviliği oyuna getirmek istiyorlar. Türkiye’de bir kısım alevi ocak ve bucaklarını kundaklayacaklar. Avrupa’da bu iş için çıkardıktan mecmualar var. 1,5 ay önce bunu raporu verdim… 30-40 sayfalık bir rapor.

Alevilerden bazı yerleri vuracaklar ve Sünnilerden bizi vurdu diye Alevileri ayaklandıracaklar. Verdim ve bekledim. Devletin başındaki insanlar bu Fitneyi önlemek için çare ararlar… Sonra hata ettiği mi anladım…”

Gülen son günlerde yandaş gazetecilerine yaptığı açıklamalarda yine istihbari bilgiler aldığını Türkiye’de yeni olaylar olacağını anlatıyordu:

Emekli vaiz Gülen’in istihbarat tecrübelerinin anlaşılmasında Mısıroğlu’nun anıları yararlı olacaktır.

Nakşibendi tarikatına yakınlığı ile bilinen Kadir Mısıroğlu’nun kaleme aldığı “Gurbet İçinde Gurbet” adlı kitabının 190. sayfasında, Hilmi Türkmen’den şunları naklediyordu:

“… O zaman İzmir’in Kestanepazarı’ndaki Kur’an-ı Kerim Kursu’nun idarecilerini tanıyordum. O’nu çocuk okutmak üzere oraya yerleştirdim. Beş on gün sonra halini hatırını sormak için oraya uğradığımda, başbaşa bir kimseyle fiskos ettiğine rast geldim.

Konuştuğu adam, beni görünce yaydan çıkmış bir ok gibi fırlayıp kaçtı. Kendisine; “Bu kimdir” diye sorduğumda “Bir talebe, velisi!..” diye cevap verdi.

Bu söz doğru değildi. Tahkikatım da onu göstermiştir Bu adam, böyle bir karşılaşmadan beş-altı ay evvel bana müftülük makamına gelmiş ve MİT’ci hüviyetini gösterdikten sonra, benimle açıkça bir meseleyi konuşmak istediğini söylemişti. Söylediği söz şuydu:

“Bizim teşkilat (MİT’i kastediyor) Müslümanların M. Kemal Paşa’ya menfi bir tavır almasından rahatsızdır. İstiyoruz ki, bu münafereti giderelim. Sen, en büyük dini cemaatlerden biri olan Süleymancı cemaati içinde söz sahibi bir kimsesin. Sizin cemaatte M. Kemal Paşa hakkında “Deccal” ithamında bulunmakta ve ağza alınmayacak sözler söylemektedir. Sen bunu düzeltebilirsin Bunu yaptığın takdirde, bizden ne istersen iste. Seni Diyanet İşleri Başkanı yapalım…

Kendisine yanlış kapı çaldığını, benim bahsettiği cemaat içinde böyle bir şey yapacak gücüm olmadığını, bunu ancak Kemal Kaçar Bey’in yapacağını söyledimse de ikna olmadı ve;

“Sen bilirsin biz seni seçmiştik. Anlaşılan sen bunu yapmak istemiyorsun. Amma biz bu işin peşini bırakmayacağız. Bu işi, birisini bularak muhakkak yapacağız!..” diyerek ayrılmıştı.

Şimdi anlıyordum ki, buldukları adam Fetullah Gülen’di. Fakat o sıralarda Fetullah Gülen sapı silik bir adamdı. Bunu nasıl becerebilecekti?!… İşi takip ettim. MİT güdümlü olarak nasıl nafiz bir mevkiye getirildiğine safha safha şahit oldum…”

25 Ocak 2006 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde Hikmet Çetinkaya, kendisine bir Cumhuriyet okurunun telefon ettiğini söylüyor, konuşmayı şöyle aktarıyordu:

“Erzurum’da Komünizmle Mücadele Demeği’nde Başkanlık yapan Fetullah Gülen’in Kontrgerillayla ilişkisini neden araştırmıyorsunuz?”

Bu soruya yanıt veremedim

Birden 26 yıl önceye gittim…

Fetullah Gülen o tarihte aranıyor. Ancak bir türlü yakalanamıyordu. 1981 yılında Isparta- Burdur yolunda yakalandı. Ancak gözaltına alınmadan serbest bırakıldı. Ardından neler oldu?

Kenan Evren ve arkadaşları Fetullah Gülen’le ilişki kurdu, iki kurmay albay, bir tuğgeneral Gülen’le pazarlık yaptı.

Pazarlıktan sonra Fetullah Gülen ve arkadaşları, Mehmet Kutlular’ın liderliğini yaptığı Nurcu gurubundan koptu…

Ve 1982 Anayasası’nı Fetullah Gülen ve arkadaşları destekleme kararı aldı…

Fetullah Gülen 8 yıldır ABD’de yaşıyor CIA denetiminde okullar açıyor…”

Hikmet Çetinkaya’nın aktardıklarının ötesinde, Mısıroğlu Sıkıyönetim döneminde Gülen’in aranmasının da danışıklı dövüş olduğunu şu sözleri ile anlatıyordu:

“… Adalet eski Bakanı İsmail Müftüoğlu’na Fetullah Gülen’in duvar ilanlarıyla arandığı hengamede O’nun adamlarından biri gelerek; “Siz eski bir bakansınız!… İzmir Devlet Güvenlik Mahkemesi bizim hocamız için yakalama kararı çıkarmış. Fotoğrafı, aranan bir cani gibi duvarlara asılmış. Lütfen İzmir’e kadar gidip de bu meseleyi halletseniz olmaz mı?” ricasında bulunmuşlar. O da bu maksatla İzmir’e gitmiş. Başsavcıyı ziyaret etmiş. Odasında Albay rütbesinde bir misafir bulunduğundan meseleyi açmayıp havadan sudan konuşarak albayın çıkıp gitmesini beklemiş. Fakat vakit ilerlediği halde o, bir türlü kalkıp gitmiyormuş. Bundan dolayı istemeye istemeye meramını açıklayınca, O albay söze karışarak:

“İsmail Bey!..” demiş, “Siz eski bir bakansınız, bu işleri bilmeniz lazım! Beni galiba tanıyamadınız. Siz, Eskişehir’de Kadir Mısıroğlu’nun avukatlığını yaparken ben o mahkemede yüzbaşı rütbesiyle hakimdim. Adım Kerim Günday, buraya kadar boşuna zahmet etmişsiniz. Bu yalandan alınmış bir karardır. Fetullah Efendi’yi kimsenin aradığı yoktur. Yakalama kararının da Ona bir zararı dokunacak değildir…” demiş.

Trabzon’da bir sohbette bu vakayı anlattığımda hazırda bulunanlar arasındaki Yaşar Hoca (Ocak):

“Kadir Bey, dedi. “Sen yurt dışındayken bizim arkadaşlardan bir polis evrak imzalatmak için gittiği Tümen kumandanının nezdinde Fetullah Efendi’yi görmüş. Gelip anlattı. O sırada hoca aranıyordu. Ben polise inanmadım. Yanlış görmüş olabileceğini söylemiştim. Demek ki doğruymuş” diye beni teyid etti…”

Mısıroğlu, kitabında insanın tüylerini diken diken eden olaylardan da bahsediyor “… Bu demektir ki, Fetullah Gülen etrafındaki gizli ve aşikar gerçekler bu derece korkunçtur. Bunu şifai olarak ilk ve müessir bir surette ifşa etmiş bulunan bir arkadaşımızın (Teşkilatın bütün kıdemli üst kademelerince çok iyi tanınan Kuyumcu Sadettin Çetin Bey’in) kendisi Fetullah Gülen’e en büyük hizmetleri ifa etmiş bir kimse olduğu halde cesedi parçalanmış olarak bir yol kenarında bulunmuştur. Sadece bunu hatırlamak, bu sahada gerçeği beyan etmenin ne ağır bir bedeli olabileceğini anlamaya kafidir sanırız…”

Sudan’daki Okul

Mısıroğlu, Gülen okulları ile ilgili bir anısını aktararak aslında bu okulların neye hizmet ettiğine dair ipuçları yakalamış;

“Fetullah Gülen’in vazifesi, İslam Dünyası’nın her tarafından süper zeki çocukları seçerek Amerika’da okutmak ve sonra onları kendi ülkelerine müstakbel siyasi ve idari kadrolar olarak göndermektir. Bu çocuklarda hemen hemen Müslümanlığın bütün şiarları mevcut olacak, sadece dinin “Muamelat” kısmının çeşitli bahanelerle tayyedil-mesi istikametinde bir görüş bulunacaktır. Bu harekelin gayesi “Muamelatsız sapık bir İslam muhtevası” onaya çıkarmaktır.

Bu sözleri benden defaatle dinlemiş olan Hüseyin Cevahir, bundan beş on sene evvel Sudan’da iş yapıyordu. Orada Fetullahçılar’ın bir mektep açtığını duyunca, gurbette milli tesanüd namına onları tebrike gitmiş. Kendisini, o anda makamında bulunmayan müdürün odasına oturtmuşlar ve biraz beklemesini, müdürün hemen geleceğini söyle-mişler….

Müdür gelene kadar O’nun masası üzerindeki yığınla evrakın en üstünde duran bir kağıt alakasını çekmiş ve gayrı ihtiyari onu okumuş. Bu UNESCO’dan geliyor ve Hartum’da açılmış bulunan mektebin masraflarının kendileri tarafından karşılandığını, paranın ne suretle ve hangi bankaya intikal ettiği hususundaki bilgiyi ihtiva ediyormuş. O, bu yazıyı gayri ihtiyari okuduktan sonra, müdür, odasına gelmiş. Selam kelamdan sonra aralarında şöyle bir konuşma geçmiş.

“Siz burada ne yapıyorsunuz? Arapça öğretiyoruz dersen, bunların anadili Arapça!.. Şeriat öğretiyoruz desen, resmi nizamları şeriat! Allah için burada ne yapmak istiyorsunuz?!..”

“Bunların hiçbiri değil! Biz burada Sudan’ın müstakbel idarecileri olacak süper zeki çocukları bulup Amerika’ya göndermek için bulunuyoruz. Orada bir Üniversitemiz var. Onları yetiştirip tekrar buraya göndereceğiz!..”

O zaman Yusuf Cevahir masa üzerindeki muhtevasına muttali olduğu mektubun bir surelini istemiş, müdür,

‘Hayır asla!-‘ Diyerek, mektubu kaptığı gibi çekmecesine koymuş,»”

http://www.gazetevatanemek.com/index.php/kitaplar-sozlukler/item/3902-kanla-abdest-alanlar-ergun-poyraz.html

This entry was posted in DUYURULAR, Fetullah Gülen, Yeni Kitaplar. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *