12 Eylül, 28 Şubat Ve Sonrasında Yaşananlar Işığında İSLAMCILAR MGK-DEVLET İLİŞKİSİ

ÖN NOT ;

Sayın okur,

Sizlerle paylaşmış olduğum bu yazıya ilişkin haklı bir eleştiri geldi.
Eleştirinin sahibi Yurtsever aydın,yazar Mehmet Kunt’tur.
Değerli Mehmet Kunt’a teşekkür ediyorum.
Eleştiri yazının altındadır.

Naci Kaptan
27 Nisan 2013

12 Eylül, 28 Şubat Ve Sonrasında Yaşananlar Işığında
İSLAMCILAR MGK-DEVLET İLİŞKİSİ

28 Şubat’ın üzerinden üç yıl geçti. Ancak tarafların kavgası bitmedi. Biteceğe de benzemiyor. Zaten 28 Şubat’ın yaratıcıları da bitmeyeceğini ilan ettiler. Cumhurbaşkanı olarak o günden bugüne MGK’ya başkanlık eden Süleyman Demirel; “Bu bir süreçtir. Yani Cumhuriyet’in kurulmasıyla başlamış, devam eden bir süreçtir. Devam da edecektir. Bu böyle gidecek.”(29 Şubat 2000, Milliyet Gazetesi) diyor.

MGK’da belirleyici güç durumunda olan ve 28 Şubat’ın hazırlayıcısı olmakla övünen Ordu’nun Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu da, Demirel gibi “28 Şubat süreci”nin 1923’ten bu yana sürdüğünü ifade ediyor ve ekliyor: “İrtica ne zaman palazlansa bu süreç kendini gösterir… İrtica tehdidi bin yıl sürse 28 Şubat süreci de bin yıl devam edecektir. Bitmiş değildir.”(28 Şubat 2000, Akit Gazetesi )

Söylenenler açıktır: “Cumhuriyet’in ilanından bu yana irticaya karşı mücadele sürüyor ve sürecek!..” Peki söylenenler doğru mudur? Hayır. Çünkü devletin ne “irtica” ile mücadelesinde bir süreklilik vardır, ne de “yok etmek” gibi bir derdi olmuştur. Kıvrıkoğlu’nun ifade ettiği gibi İslamcılar palazlanmış, onlar da tırpanlamışlardır. Ancak belirtilmelidir ki, İslamcılar iradeleriyle değil, bizzat devletin müsaade ve desteğiyle palazlanmışlardır. Kısacası devlet, İslamcıları ihtiyaç duyduğunda desteklemiş, ihtiyaç olmaktan çıktığını düşündüğünde tırpanlamıştır. Ama asla kimilerinin iddia ettiği gibi “kökünü kurutma” gibi bir düşünce ve pratik içinde olmamıştır. Çünkü, halkı baskı ve sömürü altında yönetebilmek için İslam ve İslamcılar, devletin kullandığı malzemelerden biri olmuştur. Aksini iddia edenler yalan söylemektedirler… Yakın tarih de buna tanıktır.

12 EYLÜLCÜLER ULUSAL VE SINIFSAL MÜCADELENİN GELİŞİMİNİ ENGELLEMENİN ARACI OLARAK İSLAMI VE İSLAMCILARI KULLANMIŞTIR
Oligarşiyi cunta tezgahlamaya götüren nedenler arasında pek çok şey sıralanabilir. Ama temel nedenlerden biri, devrimci mücadelenin yükselişini engelleyememesi, diğeri de 1979’da İran’da gerçekleşen İran İslam Devrimi’dir. Cuntanın görevi belirlenmiştir: Bu iki nedeni “tehlike” olmaktan çıkarmak…

Her iki “tehlike”yle mücadelede ortak yan ideolojik, araçsa din ve İslamcılardır. Emperyalizm, oligarşinin önüne yapılacak olanı da koymuştur: “Türk-İslam Sentezi”nin hayata geçirilmesi. 12 Eylülcüler göreve hızlı başlamışlardır. Çünkü “tehlike”yi yakından hissedenlerden biri de kendileridir. Öyle ki, devrimci mücadelenin yükselişini engelleyemediklerinden, ordu da dahil devletin “tehlike”yle tanışmayan kurumu kalmamıştır. Bu nedenledir ki, 12 Eylül öncesinde tüm kurumlarında milliyetçi ve dinci düşüncelerin gelişmesi için çabalarını yoğunlaştırmıştır. Örneğin Harp Okulu’nda özel din dersleri konmuş, bunun için yeni subay öğretmenler atanmıştır.

Neden İslam ve İslamcılar?
Birincisi, egemen sınıfların geleceğe güvenle bakabilmek için devrimci mücadelenin salt terör yöntemleriyle “tehlike” olmaktan çıkarılamayacağını bilmeleridir. İkincisi ise, her din gibi İslamın da halkı toplumsal olaylara karşı duyarsızlaştıran, kaderci özelliğe sahip olmasıdır. Esas olarak ise; İslamcıların devlet tarafından kullanılmaya açık ve hazır olmalarıdır.

Artık şu açığa çıkmıştır:
Türkiye’deki İslamcılar -istisnalar hariç- ve bunlara ait tarikatlardan legal partilerine, derneklerinden illegal örgütlerine kadar hepsinin ortak noktası devlet tarafından kullanılmaya hazır olmalarıdır. Madalyonun bir yüzünde devletin pragmatizmi, diğer yüzünde de İslamcıların pragmatizmi vardır. Yani karşılıklı olarak birbirlerini kullanırlar. Devlet de bu gerçeği bilerek hareket etmektedir.

12 EYLÜL CUNTASI, İSLAM VE İSLAMCILAR
Atatürkçülüğü elden bırakmayan cuntacılar ve şefi Kenan Evren, emperyalizm ve oligarşinin önüne koyduğu programı hayata geçirmekte hem hızlı, hem de ısrarlı davranmıştır.13 Kasım 1980’de Nakşibendi Şeyhi Mehmet Zahit Kotku ölür. Cunta ilan edileli henüz iki ay olmuştur. Ama, MGK’nın özel izniyle Süleymaniye Camii’nin yanındaki şeyhlerin bulunduğu özel yere gömülür. Cuntacılar Türkiye’nin hemen her yerine 5’li çete olarak gitmekte, gittikleri her yerde de cunta şefi Kenan Evren Kuran’dan ayetler ve hadisler aktararak konuşmaktadır. İşte Evren’in kimi konuşmalarından örnekler:

“Dinsiz millet düşünülemez. Dinimize sımsıkı sarılmalıyız.”(Aktaran: Soner Yalçın, Hangi Erbakan, Öteki Yayınevi Sf:209-210, 14 Ekim 1980 Diyarbakır konuşmasından) “12 Eylül yönetimi sadece sözlerle yetinmedi. MSP’lilerin bile başaramadığı, din derslerini okullarda mecburi hale getirdi.”(age. 17 Ocak 1981, Hatay konuşmasından)

“Tanrısı bir, Kuran’ı bir, peygamberi bir, aynı sesleniş ve yakarışla namaz kılanları birbirinden koparmaya imkan yoktur.”(age. 15 Ocak 1981, Konya konuşmasından)

Cunta şefi Kenan Evren tam bir çelişkili profil çizmektedir: Bir yanda Atatürkçülük, diğer yanda İslamcılık… Düştüğü bu çelişkiyi farketmiş olacak hemen gerekçelere sarılır: “Ben arada sırada vatandaşı ikna edebilmek için Ayet okuyorum. Bunu da bazı yazarlarımız tenkit ediyorlar. ‘Cumhurbaşkanı, Ayet okur mu?’ diye. Sanki Kur’an’ı Kerim’i okumak günahmış gibi, laikliğe aykırıymış gibi.”(Aktaran: Faik Bulut, Ordu ve Din, Syf: 73-74) Eleştirilmekten rahatsızdır cunta şefi.

12 Eylülcüler “Türk-İslam Sentezi”nin yaşam bulması için Menzil Şeyhi Raşit Erol’u seferber etmekte gecikmezler. 1981’de Menzil Şeyhi’nin MHP içerisinde çalışmasının koşullarını yaratırlar. Cuntacıların ihtiyacı vardır Menzil Şeyhi’ne. Şeyh de dünden hazırdır işbirliğine. Türkiye’nin hemen her yerinden otobüslerle ziyaretçi aşındırır Adıyaman’ın yollarını. Hiçbir yasak ve yaptırım uygulanmaz. Aksine teşvik görür. Yeni “mürid”ler kazandırılır Menzil Tarikatı Şeyhine… İlerde daha büyük işbirliklerinin önü de düzlenmiş olur. Çünkü Hizbullah da Menzilcidir…

Cuntacıların isteği üzerine 15 Mayıs 1981’de “Din İstismarını İnceleme Alt Grubu” adıyla bir komisyon/kurul oluşturulur. (İçinde Genelkurmay, Adalet, İçişleri, Dışişleri, Milli Eğitim, Gençlik ve Spor Bakanlıkları, Diyanet İşleri Bakanlığı ve MİT Müsteşarlığı temsilcileri bulunmaktadır.) Bu kurul tarafından hazırlanan bir Rapor’a göre, mevcut İmam Hatip Liseleri bu haliyle on yılda bile din görevlisi ihtiyacını karşılamada yetersizdir. Yeni İmam Hatip Okulları, İlahiyat Fakülteleri, Yüksek İslam Enstitüleri açılmalıdır. “Din bilgisi dersleri, ilkokullardan başlayarak ilk ve orta öğretimde mecburi olarak okutulmalı”dır. “Halkın basılı dini yayın ihtiyacı tesbit edilmeli, her yaş ve kültür seviyesinden insanın ihtiyacı olan dini neşriyatın yaygınlaştırılmasına önem verilmeli”dir. “TRT’de yapılan dini yayınlar güçlendirilmeli”dir. Yeni camiler yapılmalı, kadrosu bulunmayan 18 bin köy camiine kadro verilmelidir… vb. vb. (Aktaran: Soner Yalçın, Hangi Erbakan, Syf: 211-212)

Daha sonraki pratikleri de bu yönde olur. Ancak bunun da açıklamasını şöyle yapar cuntacılar: “Biz hurafelerle çocuklarımızın beyni yıkanmasın diye okullarımıza mecburi din dersi koyma kararı aldık.”(Aktaran: Faik Bulut, Ordu ve Din, Syf:74) Tabii inanan bulursa…

1982-84 yılları arasında yurtdışında bulunan hemen tüm Diyanet İşleri Başkanlığı kadrolarına verilen aylık 1100 doların Rabıta (İslam Dünyası Birliği) tarafından ödenmesi kabul edilir. Rabıta, ABD-Suudi Arabistan şirketi ARAMCO tarafından kurulmuş ve tüzüğünde amacının İslam ülkelerinde şeriatı getirmek olduğunu ilan etmiştir.Yine Rabıta tarafından kurulan İslam Konferansı Örgütü (İKÖ) bünyesinde yeralan Ekonomik ve Ticari İşbirliği Daimi Komitesi’nin (İSADAK) 4. yöneticisi cunta şefi Kenan Evren olur. Faisal Finans’a, Al Baraka’ya, İslam Kalkınma Bankası’na çalışma izni verilir. 1984’te Al Baraka-Türk kurulur.(Bkz. Faik Bulut, Tarikat Sermayesinin Yükselişi, Doruk Yayınları, Syf:269-271)

Cuntacılar da diğer burjuva partilerinin izleyicilerindendir. Cuntacılar kendileri gibi bir general olan Turgut SUNALP’e kurdurdukları MDP’nin seçimleri kazanması için tarikatlarla ilişki geliştirmesini desteklemişlerdir. T. SUNALP 1983’te seçimler öncesinde İstanbul’daki Nakşibendi Dergahı’na gidip Şeyhlerle Huu çekmekte bile sakınca görmemiştir.

KÜRT ULUSAL MÜCADELESİNİN GELİŞİMİ KARŞISINDA AKLA İLK GELEN İSLAM VE İSLAMCILARIN KULLANILMASI OLUYOR

PKK’nin 1984’te başlattığı silahlı mücadele karşısında devletin ulusal kurtuluş mücadelesinin engellenmesi için başvurduğu araçlardan biri de dinin kullanılması olur. Bu bazen helikopterlerden el ilanı atma, bazen afişler hazırlama, bazen de Nevzat Yalçıntaş gibi faşist ideologlara bölgede “araştırmalar” yaptırılması, üniversitelerde sempozyumlar düzenlenmesi şeklinde olur. İşte cuntacıların Mart 1986’da askeri helikopterlerden attırdıkları el ilanları:

“Vatandaş!
Bakın en yüce İslam dini size ne emrediyor

Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın. Allah tecavüzkarları sevmez. (Kur’an-ı Kerim Bakara Suresi, 140. ayet) Onlara karşı savaşmak senin gibi her müslümanın görevidir.”(Soner Yalçın, Hangi Erbakan, Syf:240) Öylesine ileri gidilmiştir ki, bölge halkına “müslümanlık görevi” hatırlatılır, halk “küfür cephesi”nin karşısında “İslam Cephesi”ne davet edilir… Ordunun, Laik Cumhuriyet’in ordusu olduğu demagojisi de unutulup; “İslam Dünyasının Ordusu” ilan edilir.(Bkz. age. Syf:242) Kuran’dan bol ayetli bildiriler birbirini izler.

Aynı şey bölgenin valileri için de geçerlidir. Merkezi ya da yerel düzeyde benzer içerikte bildirilerle, afişlerle ulusal bilincin gelişmemesi için İslami ideoloji işlenir. 1990 yılında Abant’da toplanan Türk Ocakları Merkez Heyeti’nin hazırladığı Rapor da, dinin ve İslamcıların nasıl kullanıldığına başka bir örnektir. Bu aynı zamanda devletin İslamcıları kullanabileceğine olan güveninin de ifadesidir. Raporu hazırlayanların arasında, bugün MHP’den bakan olan Abdülhaluk Çay ve Sadi Somuncuoğlu, eski başbakan yardımcısı Faruk Sükan ve Doğu Ergil’in olması ise, Rapor’un önemini arttırmaktadır. İşte Rapor’da yapılan tesbitler ve önlemler:

“(…) Ülkemizde Kürtçülük (…) temelde laik, hatta din düşmanı bir ideoloji değildir. Kürt ayrılıkçılığı bir aydın ideolojisidir. Kürt ayrılıkçılığını büyük ölçüde laik-pozitivist eğitimin hızlandırdığı söylenebilir.”

“(…) Yörede resmi faaliyet gösteren az sayıda kuran kursu ile çok az sayıda İmam Hatip Okulu vardır. Bunların sayı ve kapasiteleri yetersizdir. Fiili güç ve itibar dengesinin sağlanması için gerillaya karşı mücadelede silah, araç ve gereç üstünlüğü sağlanmalı, savunmasız alanlar tamamen kapatılmalıdır.”(Aktaran: Mehmet Güç, 28 Ocak 2000, Yeni Binyıl )

1994 yılı yerel seçimlerinde bölgede seçimlere katılan yurtsever, Kürt milliyetçisi adayların karşısına, RP ve İslami çevrelerin adayları çıkarılır. Adaylar bizzat ordu ve devletin sivil yöneticilerince desteklenir. Bununla da kalınmaz, kazanmaları için hile de dahil her yola başvurulur.

Evet, Rapor’da yeralanlar, 28 Şubat 1997’de “Laik 8 yıllık eğitim”i temel çare olarak açıklayanların ne kadar yalancı olduklarını da gözler önüne seriyor. Çünkü ulusal bilincin gelişmesini engellemenin yolu olarak İmam Hatip Liseleri öngörülüyor. Bu raporla açığa çıkan bir diğer gerçek de, Hizbullah’ın neden, kimler tarafından ve nasıl palazlandırıldığıdır. Raporda ifade edilen “gerillaya karşı mücadelede silah araç ve gereç üstünlüğü” daha sonraki yıllarda sağlanmış, yüzlerce ilerici, yurtsever insan katlettirilmiştir.

YENİ ASYACILAR, CEMAATİ LİDERİ, MEHMET KUTLULAR, DEVLETİN İSLAMCILARI KULLANDIĞINI, İSLAMCILARIN DA BUNU KABUL ETTİĞİNİ İTİRAF EDİYOR
“‘Derin Devlet’ denen şeye dayanıyor bunun ucu. 1980’den sonra devletin politikası değişti. “Eskiden anarşist ve Marksistler tehlikeliydi, sonra dindarlar oldu. Öyleyse bu dindar gruplarla temas kurmak, onlarla beraber çalışmak gerekecekti. Amaç onları devletle barıştırmaktı. Bu amaçla görevlendirdikleri insanlar cemaatlerin ileri gelenleriyle temas kurdular.”

“Cemaate (F. Gülenciler kastediliyor -bn) daha ziyade istihbarattan olanlar gitti. Bana da geldiler;
‘Yurtdışında Milli Görüş ve Süleymancılar’a karşı birlikte çalışalım’ dediler, ama ben reddettim. (…) Bu ‘derin devlet’ dediğimiz büyük ölçüde bütün islami gruplarla anlaşma içine girdi. (…)”

“Burada menfaatler karşılıklıdır: Her iki tarafın maksadı ayrıdır. (…) ‘Devlete, Atatürk’e saygılı olun biz de size yardımcı olalım’ denmiştir. Bakın bazı İslami gruplara, 12 Eylül’den sonra birden palazlandılar. Acaba kendi güçleriyle mi palazlandılar. Hayır. (…)”(26 Haziran 1999, Milliyet Gazetesi, Ruşen Çakır’la Röportajdan) Daha önce F. Gülen’le birlikte olan M. Kutlular, röportajının diğer bölümlerinde F. Gülen’le ilgili olarak; F. Gülen’i devletin desteklediğini, F. Gülen’in de bunu ifade ettiğini, 28 Şubat sonrasında RP’nin karşısına çıkarılmak istendiğini, işi bitince saldırdıklarını söylüyor.

M. Kutlular’ın söyledikleri gayet açıktır. İslamcılar kullanılmaya müsaittirler ve kullanılmışlardır. Palazlandıran da, işi bitince tırpanlayan da devlettir. Dün olduğu gibi bugün de “şeriata karşı mücadele”nin bayraktarlığını generaller ve Ordu yapmaktadır. Öyle bir tablo yaratılmaktadır ki, ordu dinin siyasi istismar aracı olarak kullanılmasını ve şeriatçılığın/islamcıların gelişmesini engellemektedir(!) Sivillerse tam tersine buna müsaade etmektedirler vb. vb… Bu doğru değildir. Generallerin ve Ordu’nun tek belirleyici güç durumuna geldiği cunta süreçleri söylenenler bunu yalanlamaktadır. İşte 12 Eylül generallerinin pratikleri ve etkisi devam eden cunta sürecinde uygulananlardan kimi başlıklar:

* “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi” dersi 12 Eylül’ün hemen ertesinde zorunlu hale getirilmiştir.
* 1982’ye kadar sadece bir tane İlahiyat Fakültesi mevcuttur. 1982’den sonra hızla artarak sayı 21’e çıkarılmıştır.

* 1983’te 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Yasası’nda değişikliğe gidilerek İmam Hatip Lisesi mezunlarına tüm Fakülte ve yüksekokullara girme hakkı tanınmıştır. Böylece İmam Hatip Lisesi mezunlarına bürokrasinin tüm kapıları açılmıştır.

* Klasik İmam Hatip Liseleri’ne Anadolu İmam Hatip Liseleri eklenmiştir. Buralarda genel politika olduğu üzere İngilizce eğitim verilmiştir.

* İmam ihtiyacının karşılanması için açıldığı iddia edilen İmam Hatip Liselerindeki öğrenci sayısındaki artış (1983-90 arası) %50’dir.

* İmamlık yapması mümkün olmayan kız öğrencilerin de İmam Hatip Okulu ve liselerine alınması serbest bırakılmıştır.

* 1997 rakamlarıyla 107’si Anadolu İmam Hatip Lisesi, 36’sı çok programlı İmam Hatip Lisesi ve 2’si de süper İmam Hatip Lisesi olmak üzere toplam İmam Hatip Lisesi sayısı 610’dur. Öğretmen sayısı 20 bin, öğrenci sayısı 512 bindir.

* 1983-95 arası 72 İmam Hatip Okulu açılmış, öğrenci sayısındaki artış ise %105’dir

12 Eylül cuntacıları ve izleyicileri, politikalarıyla geriye bıraktıkları miraslarıyla öylesine teşhir olmuşlardır ki, TSK’nın kendisi bile bunu itiraf etmek zorunda kalmıştır. Bu itiraflardan birini de Harp Akademileri Komutanlığı yapmıştır. Yayınlanan “Türkiye Cumhuriyeti’nin Laiklik İlkesinin Devamlılığının Sağlanması İçin Yapılması Gereken Faaliyetler” isimli kitapta şeriatçılığın 1951’de DP ile başlayıp MNP, MSP ve RP ile sürdürüldüğü vurgulanmaktadır. Kitapta “12 Eylül müdahalesinden sonra da din rüzgarının, hızını arttıırdığı ve dönemin partilerinin koruyucu kanatları altında yürümeye devam ettiği”nin altı çizilmektedir. (Bkz. 9 Ocak 1999, Radikal)

PALAZLANDIRILAN İSLAMCILARI TIRPANLAMANIN ADI: 28 ŞUBAT
Harp Akademileri Komutanlığı’nın hazırladığı sözkonusu kitapta “İslami tehlike” ile ilgili olarak şu saptamada bulunuluyor:

“Asıl tehlike, geleceğin seçmen ve yöneticilerinin din eğitimiyle yetiştirilme ve yönlendirilmeleri, gelir dağılımındaki dengesizliğin irticai faaliyetlere etkisi, irticanın hortlaması için elverişli ortam yaratmasıdır. (…)”

Kendi hesaplarına göre, yılda 52 bin mezun veren (ihtiyacın 2 bin ile 2.500 arasında olduğu iddia ediliyor) İmam Hatip Lisesi, kurslar vb. engellenmediğinde; “2000’li yıllarda 6-7 milyon oya ulaşacak olan irticai kesim tek başına iktidar” olacaktır.

Evet, “irticanın hortlaması için elverişli ortam” dedikleri Türkiye gerçeğidir. Yaratıcısı da oligarşidir, onun silahlı gücü olan ordunun ta kendisidir. “Ortam”ı değiştirme gibi bir düşünceleri ve güçleri olmadığından, suni bir gündemle süreci lehlerine çevirmenin hesabını yapmışlardır. Aksi durumda, İslamcıların daha da güçlenmelerini engelleyemeyeceklerdir. Kendi ifadeleriyle İslamcılar “tek başına” iktidar” olacaklardır. Kısaca sorun; siyasi ve ekonomik güç olma, iktidar olma sorunudur.

Seçim vb. süreçlerde İslamcı kesimlerin hemen tamamının desteğini alan RP’nin, düzendışı bir yanının olmadığını herkes gibi oligarşi de bilmektedir. Ancak ortada bir gerçek vardır. O da büyük umutlarla kurdurulan Refahyol’un da oligarşinin derdine çare olamamasıdır.

Mevcut sömürü pastasından İslamcılar daha fazla pay istemektedirler. Üstüne üstlük Susurluk’ta devlet gerçeği açığa çıkmış ve devlet tüm çabasına rağmen içinden sıyrılamamıştır. Kitlelerin düzene olan güvenleri yok olmakta, tepkisi ise yükselmektedir. İşte bu koşullarda 28 Şubat süreci başlatılmıştır.

MGK’NIN 28 ŞUBAT KARARLARI VE İSLAMCILAR
Tarihe “28 Şubat Kararları” olarak geçen ve 9 saat süren 1997 Şubat ayı MGK toplantısı sonrasında açıklanan bildiriyle başlamıştı herşey:

“Toplantıda bilhassa Anayasa ile Atatürk milliyetçiliğine bağlı demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti olarak belirlenen Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne karşı çağdışı bir kisve altında zemin oluşturmaya yönelik rejim aleyhtarı faaliyetler ve gözden geçirilmiş, (…)”(abç)

Bildiri böyle devam ediyordu. Daha önce pek çok işlerinde araç olarak kullanılan İslamcılar “çağdışı” ilan edilmiştir. Sanki daha önce ortada bir şey yoktu da, birden bire ortaya çıkmışlardı. Birinci tehdidin irtica olduğunun tesbiti yapılıyordu. Arkasından kararlar açıklandı… Kendisi de Başbakan olarak MGK toplantılarına katılan Necmettin Erbakan’ın ve ilgili RP’li bakanların 18 maddeden oluşan kararları imzalayıp imzalamadığı tartışma gündemine sokuldu. Daha sonraki yıllarda, dönemin Genelkurmay Başkanı İ. Hakkı Karadayı’nın
“Nizamiye’den döndük”, “ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz’ın “Rejimi kurtardık” dediği “28 Şubat Süreci”yle ilgili pek çok şey yazıldı, çizildi, söylendi.

Peki neydi 28 Şubat Kararları:

“* Laiklik hassasiyetle korunmalı,ilgili yasalar titizlikle uygulanmalı,gerekirse yeni düzenleme yapılmalı.

* Yasaları ihlal eden dergahlar kapatılmalıdır.

* TCK’nın 163’üncü maddesinin yarattığı boşluk doldurulmalıdır.

* Eğitimde Tevhid-i Tedrisat ruhu hakim kılınmalıdır.

* Temel eğitim süresi 8 yıla çıkarılmalıdır.

* Kuran kursları MEB’e bağlı okullarda düzenlenmelidir.

* Devletteki köktendinci kadrolaşmanın önüne geçilmelidir.

* İran’ın Türkiye’nin içişlerine müdahalesini engelleyen politikalar oluşturulmalıdır.

* Yargı mekanizmasını etkinleştirmek için yasal düzenlemelere gidilmelidir.

* TSK’dan ihraç edilen personelin kamu kuruluşlarında istihdamı önlenmelidir.

* Laiklik aleyhtarı TV ve radyo kanalları izlenmeli, Anayasa’ya uygunlukları sağlanmalıdır.

* Kıyafet Kanunu’na aykırı olarak ortaya çıkan uygulamalara kesinlikle mani olunmalı.

* Silah ruhsat işlemleri yeniden düzenlenmeli.”(1 Mart 1998, Ülkede Gündem Gazetesi)

MGK tarafından, İslamcı kesimleri izlemek, önlemler almak amacıyla Batı Çalışma Grubu oluşturulduğu açıklanmıştır. Özünde ise yine emekçi halklardır hedef alınan. Bizzat Genelkurmayca hakim ve savcılar başta olmak üzere değişik kesimlere brifingler verilmiştir.İslami kesimin denetime alınması için kimi tedbirlerin alınması istenmiştir. İşte sözkonusu tedbirler:

– İmam Hatip Okullarının denetime alınması

– Kuran kurslarının denetlenmesi

– İmam kadrosunda tasfiye ve imam eğitimi

– Ezan’ın belli merkezlerden okunması

– Merkezi vaaz sistemi

– Cami yapımlarının denetlenmesi

– Vakıfların denetime alınması

– Kuran’ın yeniden düzenlenmesi vb…

1997’den 2000’e gerçekleşenler ise şunlar oldu: Camilerin yapımı ve yönetimi Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlanmış, Vakıfları denetime alan yasa tasarıları yasallaşmıştır. Bir de, uygulamada iflas etse de “Temel eğitim süresinin 8 yıla çıkarılması” sağlanmıştır.Gerçekten de oligarşinin hedefi açıklanan 18 madde miydi? Ve sadece İslamcılar mı hedef alınmıştı? Tabii ki hayır. Amaç açıktır: Hem halkın devrimci mücadelesini engellemek için palazlandırılan İslami kesimin büyüyen ekonomik ve siyasi gücü tırpanlanacak -ve böylece, İslami sermaye ile işbirlikçi tekeller arasındaki çelişki, TÜSİAD lehine çözüm yoluna sokulmuş olacak- hem de, yaratılan “Laik-Şeriat” ikilemiyle halkın dikkati Susurluk’tan uzaklaştırılmış, halka karşı çıkarılan yeni baskı yasaları meşrulaştırılmış olacaktı. Yaşananlar da göstermiştir ki, 28 Şubat’la MGK’nın hedefi tek değildir. Deyim yerindeyse, MGK bir taşla birkaç kuş vurmayı hedeflemiştir.

1. 28 Şubat’la sadece İslamcı parti ve kurumların değil, bütün burjuva parti ve kurumların yeniden disipline edilmesi hedeflenmiştir. Bu, söz konusu parti ve kurumların MGK’nın hizmetine girmesi anlamına gelmektedir ki, büyük oranda başarılmıştır.

2. 28 Şubat’la Susurluk’ta açığa çıkan devlet gerçeği nedeniyle teşhir olan, yıpranan ve halkın büyük kesimlerinin güvenini kaybeden devlet bu olumsuzluktan kurtarılmaya çalışmıştır. Bu amaç için, toplumun belli kesimlerinin yedeklenmesi hedeflenmiştir. “Şeriat tehlikesi” demagojisiyle, bunun karşısında yeralacağı düşünülen “laik” kesimin desteğinin alınarak güç toplanması hesaplanmıştır.

3. Yine 28 Şubat’la büyüyen ve iktidardan daha fazla pay isteyen İslami sermayenin gücünün zayıflatılması ve kontrol altına alması hedeflenmiştir. Bu, tekelci burjuvazinin çıkarları ve geleceği için gereklidir. İslami holdinglere çekilen operasyonların anlamı burada yatmaktadır.

4. 28 Şubat’la düzen dışına çıkma potansiyeli taşıyan İslami kesimin sivri yanlarının törpülenmesi ve düzen içine çekilmesi, buna uymayanların ise tasfiye edilmesi hedeflenmiştir.

5. 28 Şubat’la İslami kesimi hedef gösterip emekçi kesimlere saldırma fırsatı olarak kullanılmıştır.

Kuşkusuz 28 Şubat’la mutlak başarı kazanılamamıştır, ama MGK 28 Şubat’ta önüne koyduğu kimi hedeflere ulaşmıştır. Kısaca ve belli başlıklarda belirtmek gerekirse;

MGK, gündemi “laiklik-şeriat” ikilemine kilitlemeyi başarmıştır. Öyle ki, şeriatçılığın karşısında kurtarıcı ilan edilen MGK’nın “ilericiliği”ni, “demokratlığı”nı bile keşfedenler olmuştur.Yaratılan cunta/darbe korkusuyla burjuva muhalefetin yanında reformistler de seslerini-soluklarını kesip, MGK destekçiliği yapmışlardır. Gündemi belirleyen MGK, emekçi kesimlere saldırılarını sürdürmüştür. Kuzey Irak’a yönelik operasyonlara hız kazandırılmıştır.

Susurluk’ta açığa çıkan pisliğin ordunun tepesine kadar ulaşmasının önüne geçici bir süre de olsa geçmişlerdir. Susurluk dosyaları rafa kaldırılmıştır. ÖDP gibileri, içine girdikleri darbe korkusu ve kendilerine yönelik olası saldırılardan korunmak için “Ne Darbe Ne Şeriat”, “Ne Refahyol, Ne Hazırol” sloganıyla hedef şaşırtmaya soyunmuşlardır. “Şeriat tehlikesi” gibi birşey olmamasına rağmen TÜSİAD ve MGK’nın söylediklerinin propagandasını yaparak, seçimi “çözüm” olarak göstererek halkı yanlış yönlendirmişlerdir.

28 Şubat’la birlikte, temelini MGK’yı meşru görmenin belirlediği MGK sendikacılığı da gündemimize girmiştir. Oligarşi, MGK sendikacıları sayesinde emekçilerde bilinç bulanıklığı yaratma, ucuz işgücü ve devrimci sendikacıların tasfiyesi gibi yeni olanaklara sahip olmuştur. Kısaca, bir sendikacı olarak halktan, emekten yana olma görevlerini yerine getirmek bir yana, MGK şefleri tercih edilmiştir. 28 Şubat’la birlikte DİSK ve KESK de Türk-İş gibi MGK sendikacılığı kulvarına girmişlerdir.

28 Şubat’ın oligarşinin kar hanesine yazdığı olgulardan biri de MGK’nın silahsız kuvvetlerini ortaya çıkarması olmuştur. Adeta, bir “MGK Cephesi” oluşturulmuştur. TÜSİAD, DİSK, Türk-İş, TESK, TİSK, TOBB, İP, ÖDP… gibileri “laiklik tehlikede”, “irtica almış başını gidiyor” vb. diyerek MGK destekçiliğine soyunmuşlardır. Bu amaçla MGK politikalarına hizmet eden bildiriler yayınlamışlardır. İşte bunlardan DİSK, Türk-İş, TÜSİAD, TESK ve TOBB’un yayınladığı bildiriden bir bölüm: “Siyasi partiler ve parlamento, kamuoyunun beklentilerine ve isteklerine cevap vermemekte, laik cumhuriyetimiz şeriat özlemini gerçekleştirmek isteyenlerle, çeteler halindeki mafyanın devleti ele geçirme saldırısı ile karşı karşıyadır.(…)”(28 Şubat 2000, Cumhuriyet Gazetesi)

Öyle ki, ÖDP, SİP ve HADEP, REFAHYOL Hükümetine karşı MGK’yı destekleyici mitingler düzenlemişlerdir. DİSK, “Cumhuriyeti koruyoruz” diyerek hem MGK’nın yanında olduğunu ifade etmiş, hem de MGK’yı desteklemek için milyonlarca işçiyi Refahyol Hükümetine karşı sokağa dökeceğini açıklamıştır. Sosyalist, yurtsever ve halktan yana olduğunu iddia eden bu kesimler ANASOL-D’nin kurulmasına da destek vermişlerdir.

FETHULLAH GÜLEN VE 28 ŞUBAT
28 Şubat’a İslamcı kesimden destek verenlerin başında, ABD’nin “Ilımlı İslam” temsilcisi Fethullah Gülen Cemaati gelmiştir. 28 Şubat günlerinde F. Gülen, MGK’nın ağzından Erbakan’a seslenerek “Bu işi ehline bırak”masını istemiştir. 28 Şubat’ın 4. yılına girildiği günlerde ise F. Gülen’in gazetesinin yazarlarından Hüseyin Gülerce şunları yazdı:

“Şimdi biraz şaşırtıcı gelecek; ama böyle bir zamanda 28 Şubat her iki bakımdan da yararlı oldu.”Hem içte ve dışta rahatlama sağlayarak olumlu değişimi hızlandırdı, hem de samimi, mazbut büyük islami çoğunluk ile İslamcı adını lekeleyen, kullanan, yüce dinimizi vahşete alet etmek isteyen zavallıları ayırdı.”Hem ‘siyasal İslam’ diyenlerin gözü açıldı, hem milletimizin gözü açıldı.

“İslamcı kesim artık şunu anladı. Din siyasete alet edilmemeli.(…)”(29 Şubat 2000, Zaman Gazetesi)
28 Şubat’ın mutlak başarısı da bu olsa gerek. Çünkü MGK’nın bir amacı da İslamcıları hizaya getirmektir.

Burada söylenenleri, FP karşısında ciddi bir güç olmak isteyen F. Gülencilerin pragmatizmi olarak değerlendirmek eksik olur. Ortada MGK’ya yaranma isteği ve “Beni daha fazla kullanın” çağrısı vardır. Peki F. Gülenciler bunun karşılığını alıyorlar mı? Kendilerinin serzenişleri bir yana, FP’nin Kahramanmaraş Milletvekili Avni Doğan şunları söylüyor: “(…) Türk dilini, İstiklal Marşını, Orta Asya’ya o götürdü. O ülkenin çekik gözlü çocukları ile Atatürk gözgöze. F. Gülen şimdi linç edilmek isteniyor. Şimdi niye susuyorsunuz?”(29 Haziran 1999, Zaman Gazetesi) İçinde MHP’li milletvekili İ. Hakkı Cerrahoğlu’nun da bulunduğu daha pek çok kişi F. Gülen’e haksızlık yapıldığını iddia etmektedir. Ve bu iddialar, F.Gülen’e haksızlık yapıldığı açıklamaları devam etmektedir. F.Gülen’in kasetleri de tıpkı kimi FP’liler gibi yıllar sonra TV ekranlarından gösterime sunulmuştur.

Ya F. Gülen? O, yine hem ABD emperyalizmi için, hem de MGK için görevlerini yerine getiriyor.Hizmetlerinin karşılığı mı? Dünyanın hemen her ülkesinde açtırılan okullarla cemaatini genişletmiş ve sermayesini büyütmüştür, büyütmeye devam ediyor… En büyük ödülü ise, bizzat devletin başbakanının övgülerine mazhar olarak almıştır. Şimdi de yaşamını, hizmette kusur etmediği ABD’de sürdürmektedir.

MİLLİ NİZAM PARTİSİ’NDEN FP’YE YAŞANANLAR, DEVLET-İSLAMCI İLİŞKİLERİNİN EN SOMUT ÖRNEĞİDİR
“İrticanın kaynağı RP” olarak açıklanmıştır. RP düzen dışı olmadığı gibi düzen dışına çıkabilecek İslami grupları da bünyesinde toplayarak düzene angaje etmektedir. Devletin RP’ye biçtiği misyon da budur. Defalarca kapatılmasına rağmen yenisinin kurulması için bizzat devletin çağrı yaptığı da biliniyor. Peki tüm bunlara rağmen neden RP hedef alınıyor?

Daha önceki bölümlerde ifade ettiklerimize şunu eklemek gerekiyor: RP veya devamcısı olacak partilerin düzenin tüm nimetlerinden yararlanmasının söz konusu olamayacağının görülmesi istenmektedir. Yine, halkın ve RP kitlesinin terörize edilerek RP’den uzaklaşması ve RP’nin oy yüzdesinin düşürülmesi hesaplanmaktadır.

Refah Partisi, hükümet içerisinde yeraldığı süreçte MGK tarafından önüne getirilip de reddettiği hiçbir şey olmamıştır. İşte Refahyol döneminde altına imza atılanlar. RP ve Erbakan, onyıllardır uygulanan OHAL’i “Zulüm yönetimi” olarak adlandırmışlar, iktidara geldiklerinde OHAL’e son vereceklerinin propagandasını yapmışlardır. Gerçekler tam tersi olmuştur. Hükümette bulundukları süre içinde tüm “MGK tavsiyelerine” uyarak 3 kez uzatılmasına “Evet” demişlerdir. Erbakan ve partisi, onyıllardır müslümanlık propagandası yapıp, müslüman Filistin ve Arap halkının yanında, Siyonizmin karşısında olduklarının propagandasını yapmıştır. Başkalarını masonlukla, İsrail uşağı olmakla suçlamışlardır. Ama hükümette bulundukları süreçte, diğer burjuva partilerinin cesaret edemediği, İsrail’le yapılan Askeri Savunma Anlaşması ve daha pek çok ticari anlaşmanın altına onlar imza atmışlardır.

RP’lilerin en fazla karşı çıktıkları konulardan biri de Yüksek Askeri Şura kararlarıdır. Ancak N. Erbakan hükümeti bunda da tutarlı olmamış, önüne getirilen tüm YAŞ kararlarını imzalamıştır. 28 Şubat sonrasında süreç devam ettirilmiş, RP kapatılmış, kimi yöneticilerine siyaset yasağı getirilmiş, kimi yöneticilerine de hapis cezaları verilmiştir. Peki bu süreçte RP/FP vd. İslamcıların MGK’ya karşı tavrı nasıl olmuştur?

MGK’nın FP nezdinde saldırılarını sürdürdüğü süreçte, FP yaptırdığı anketlerde “Orduya güven tam” sonuçları açıklamaktaydı.(25 Ağustos 1998, Zaman Gazetesi) FP Genel Başkanı Recai Kutan; “Diyalog eksikliği kendimizi yeterince tanıtamayışımızdan kaynaklanıyor. Askerlerimizin bizi yakından tanıması durumunda yanlış anlamaların ortadan kalkacağına inanıyoruz.”(12 Haziran 1998, Hürriyet Gazetesi) diyor. Ve tabii söylediklerinin tümünün yalan olduğunu herkes biliyor. Kendince takiyye yapıyor.

FP GİK üyesi Prof. Dr. Oya Akgönenç ise şunları söylüyor: “Bizim orduyla barışık olmamız şart. Ordu da artık bizi kabul etmelidir. Diğer partilerle aynı toleransı göstermelidir. Biz yepyeni bir partiyiz. Kimse bizden korkmasın.”(14 Ağustos 1998, Yeni Binyıl)

İşte FP’nin Orduya yaklaşımı. Siz ne yaparsanız yapın, biz saygıda kusur etmeyeceğiz demektedirler. Kişiliksizliğin, meşruiyetine inanmamanın en uç örnekleridir.Bugün FP açısından süreç devam etmektedir. Süreli siyaset yasağı getirilen, son olarak da hapis cezası verilerek siyaset yasağının süresize çevrilmesi riski bulunan N. Erbakan, hala düzen içinde yer edinmek için çaba sarfetmektedir. Geçmişte söylediği, “Refah Partimiz iktidarda olacak. Ancak sorun şu: Geçiş dönemi sert mi olacak, yumuşak mı? Kanlı mı olacak kansız mı?” sözlerini unutmuş, Balgat’taki evinde bu kez de FP ile burjuva politikacılığına devam etmektedir.

İSLAMCILAR-MGK İLİŞKİLERİNDE OLASI GELİŞMELER
Oligarşi 28 Şubat’tan bugüne, İslamcıların üzerine basarak krizden kurtulmak istemiştir. Bundan sonra da elindeki bu kozu oynamaya devam edecektir. Ancak bunun sürgit devam edeceğini söylemek yanıltıcı olur. Bugün Türkiye’de anti-emperyalist, anti-oligarşik temelde mücadele yürüten İslamcı örgüt mevcut değildir. Çoğu, devletten gördüğü destekle ayakta duruyor. Mevcut örgütlenmeler boyutuyla düşündüğümüzde oligarşi ile olan çelişkileri, diğer burjuva partilerinin kendi aralarındaki çelişkilerden farklı değildir. Yani düzen içidirler.
Bunun anlamı şudur: Çıkarlar birleştiğinde birlikte hareket edecekler, çeliştiğinde ise çatışacaklardır. Bunun şiddetini belirleyen ise çıkarlarının büyüklüğü-küçüklüğü ve süreçlerin önemi olacaktır.

Devletin dini ve İslamcıları elinin tersiyle itmesi mümkün değildir. Çünkü devletin emekçi halklara verebileceği bir şey yoktur. Bu, devrimci mücadelenin gelişmesi için koşulların varolduğunun da işaretidir. İşte tam da bu noktada devletin İslamcılara olan ihtiyacı artmaktadır. Bir diğer deyişle, devrimci mücadelenin gelişmesi, devletin İslamcılara daha fazla ihtiyaç duyması demektir…

Bir diğer nokta da, ABD emperyalizminin Türkiye’ye biçtiği roldür. O da “Ilımlı İslam”dır. Bu, İslamcı kesimlere daha anlayışlı, onların da çıkarlarını gözeten politikaların yaşamda ifadesini bulmasını gerektirir…

Kısaca vurgulamak gerekirse; İslamcıların devlete, devletin de İslamcılara ihtiyacı vardır. Bunun nasıl biçimleneceğine esas olarak İslamcılar karar vermek durumundadırlar. Ama birlikte hareket etmeleri her zaman halkın kurtuluş mücadelesine zarar vermiş ve verecektir. Yani ortada oynanan bir oyun vardır. Bu oyunu engellemek herkesin görevidir. Ama en çok da devrimcilerin. Aksi halde egemenler, halkın düzen sınırları içine çekilmesi için canla-başla çalışacaklardır. Buna müsade edilmemelidir. Bunun için öncelikle MGK-İslamcılar ilişkisi halk nezdinde teşhir edilmelidir. Bu da yetmez. Aynı zamanda tecriti de sağlanmalıdır. İşte o zaman, ne İslamcıların takiyyeleri işe yarayacaktır, ne de MGK’nın her türden kullanma taktikleri… Nihai sonuçsa, ancak devrimle mümkündür.

Ahmet Şık – İmamın ordusu kitabından

YAZI HAKKINDA ELEŞTİRİ ;

Çok Değerli Naci Kaptan,

Sorunlu bulduğum “12 Eylül, 28 Şubat ve Sonrasında Yaşananlar Işığında İSLAMCILAR MGK-DEVLET İLİŞKİSİ” adlı metinle ilgili görüşlerimi aşağıda ilginize sunmaktayım.

Sevgi ve saygılarımla
Mehmet Kunt

I- Metne dair genel görüş ve eleştirilerim (Satır aralarından hissettirilenler için!)

1- İkinci Cumhuriyetçilerin, dillerine doladıkları “Bugün yaşadığımız bütün çarpıklıkların kökü Cumhuriyetin kökeninde yatıyor. Bugün bir türlü çözemediğimiz temel sorunlarımızın kaynağını, ordunun ve yargının konumunu Atatürkçülük ve tek parti ideolojisi oluşturuyor” benzeri dahiyane(!) söylemlerle, bir devrim sürecinin demokratik olamayışını yargılayabileceklerini sanmaları ahmaklıktan öte bir değer taşımaz! Türkiye Cumhuriyeti bir uygarlık projesi olarak doğmuştur!

2-Atatürkçü Cumhuriyetçilerin, Atatürk’ten sonraki dönemlerin (hatta Atatürk’ün sağlığındaki) kötü yönetimlerini savunmak gibi bir görev ve sorumlulukları yoktur! Sorumlu oldukları konu, çağdaş uygarlık hedefinden sapanlara karşı gerekli ve yeterli muhalefetin gösterilememiş olmasıdır. Bugünkü liberal işbirlikçiler, Atatürk’ten sonra işbaşına gelen ve Cumhuriyet idaresinde bugüne kadar meydana gelmiş olumsuzlukların asıl suçlusu ve sorumlusu olan tüm hatalı yönetimlerin ardılıdırlar! Bu yönetimler; bugüne kadar, Türkiye’nin iyi kötü ayakta kalmasını sağlamış anayasal kurumlarının mimarı 27 Mayıs dönemi ile kısa süreliğine kesintiye uğratılabilmiştir. Atatürk devrimlerinin tam anlamıyla çiğnendiği bugünkü düzene, halkı din afyonuyla uyutup soyan gelmiş geçmiş iktidarlar yol açmıştır. Cumhuriyet kurumlarının gerici darbeye direnen kesimlerinde de gerçek hümanizm, yurt ve yurttaşlık bilincinin aşınmış olması önemli bir eksikliktir.

3- Tarihsel süreçte, soyut bir kavram olan devletin kendisi değil, (ayrı ayrı olmak kaydıyla!) devleti oluşturan kurumlar ve o kurumları yönetenlerin kusurları teşrih masasına yatırılmalıdır!

4-Fizikteki bileşik kaplar kanunu toplumsal yapının genel düzeyi için de geçerlidir. Tüm kişi ve kurumlar bu yasadan etkilenirler. Yani şu kurum tertemiz bu kurum kirli diye bir şey yoktur. Aralarında sadece derece farkı olabilir. Ordu da bu yasaya tabi olan bir kurumdur. Başta siyaset kurumu olmak üzere diğer kurumlara getirilen eleştiri kadar eleştiriyi hak etmektedir. Ne eksik ne fazla!

5- Ordu tarafından yapılan herşey yanlış veya güdümlü diye bir varsayım kabul edilemez!

6- 12 Mart 1971 askeri muhtırası ve 12 Eylül 1980 askeri darbesi, durdurulamayan toplumsal çalkantı ve karışıklıklar üzerine çoğunluk siyasetçinin sorumluluğunu paylaşmaları gereken bir yönetim boşluğu(!) sonucu ortaya çıkmışlardır. Ordu, 12 Mart 1971’de ve 12 Eylül 1980’de büyük ölçüde ABD etkisi altında bir komuta heyetine sahipti. Müdahaleler sonrası izlenen politikalar demokrasiye, devrimlere ve ulusal çıkarlara aykırı yönlere saptı. 27 Mayıs ihtilali, ülkeyi karanlık bir diktatörlüğe sürükleyen despot bir iktidara karşı yapıldı. İhtilal, devrinin en ileri bir anayasasının yapılmasıyla sonuçlanarak bir devrim hüviyetine büründü. Türkiye Cumhuriyeti bugünlere kadar (mevcut iktidarın ABD işbirlikli karşı devrimine kadar!) 1961 Anayasasının kural ve kurumlarıyla ayakta kalabildi. (1982 anayasasında da o kurumlar zedeli bir vaziyette de olsa yer almışlardı!)

7- Şu anda yurdumuzun ve Cumhuriyetimizin karşı karşıya bulunduğu tehlike ancak 1919 koşulları ile kıyaslanabilir!

II- Metinde sorunlu bulduğum kısımlara ilişkin görüş ve eleştirilerim:

[Ahmet Şık’tan (italik olan verilen metinler) alıntılara yanıtlar]

“… Söylenenler açıktır: “Cumhuriyet’in ilanından bu yana irticaya karşı mücadele sürüyor ve sürecek!..” Peki söylenenler doğru mudur? Hayır. Çünkü devletin ne “irtica” ile mücadelesinde bir süreklilik vardır, ne de “yok etmek” gibi bir derdi olmuştur. Kıvrıkoğlu’nun ifade ettiği gibi İslamcılar palazlanmış, onlar da tırpanlamışlardır. Ancak belirtilmelidir ki, İslamcılar iradeleriyle değil, bizzat devletin müsaade ve desteğiyle palazlanmışlardır. Kısacası devlet, İslamcıları ihtiyaç duyduğunda desteklemiş, ihtiyaç olmaktan çıktığını düşündüğünde tırpanlamıştır. Ama asla kimilerinin iddia ettiği gibi “kökünü kurutma” gibi bir düşünce ve pratik içinde olmamıştır. Çünkü, halkı baskı ve sömürü altında yönetebilmek için İslam ve İslamcılar, devletin kullandığı malzemelerden biri olmuştur. Aksini iddia edenler yalan söylemektedirler… Yakın tarih de buna tanıktır.”

Devlet soyut bir kavramdır! Bu metinde yer alan “devlet” kelimelerinin “hükümet” ya da “hükümetler” olarak değiştirilmesi gerekir! Yukarda 1.Maddede değinildiği gibi TC bir uygarlık projesi olarak doğmuştur.

“12 EYLÜLCÜLER ULUSAL VE SINIFSAL MÜCADELENİN GELİŞİMİNİ ENGELLEMENİN ARACI OLARAK İSLAMI VE İSLAMCILARI KULLANMIŞTIR”

Dogrudur. Yalnız, dikkatlerden kaçırılmaması gereken temel husus, bir darbeyi örneğin 12 Eylül’ü hayata geçiren komutanların talihsiz eylemlerinden tüm kurumun sorumlu tutulmasının yanlış bir düşünce olacağıdır. Hiçbir darbe, darbe teşebbüsü, müdahale ve muhtıranın ordunun tüzel kişiliğini ve kurumsal yapısını karalamak için vesile yapılamayacağının altının çizilmesi gerekir.

“1990 yılında Abant’da toplanan Türk Ocakları Merkez Heyeti’nin hazırladığı Rapor da, dinin ve İslamcıların nasıl kullanıldığına başka bir örnektir.… Evet, Rapor’da yeralanlar, 28 Şubat 1997′de “Laik 8 yıllık eğitim”i temel çare olarak açıklayanların ne kadar yalancı olduklarını da gözler önüne seriyor. Çünkü ulusal bilincin gelişmesini engellemenin yolu olarak İmam Hatip Liseleri öngörülüyor. Bu raporla açığa çıkan bir diğer gerçek de, Hizbullah’ın neden, kimler tarafından ve nasıl palazlandırıldığıdır.”

28 Şubat, 12 Eylül’ü gerçekleştirenler tarafından yapılmamıştır!

Raporda ifade edilen “gerillaya karşı mücadelede silah araç ve gereç üstünlüğü” daha sonraki yıllarda sağlanmış, yüzlerce ilerici, yurtsever insan katlettirilmiştir.”

Bu nasıl bir ifade böyle? Nasıl böyle bir yargıya varılıyor?!

“YENİ ASYACILAR, CEMAATİ LİDERİ, MEHMET KUTLULAR, DEVLETİN İSLAMCILARI KULLANDIĞINI, İSLAMCILARIN DA BUNU KABUL ETTİĞİNİ İTİRAF EDİYOR”

Bu neyi kanıtlıyor? (Ayrıca Devlet kelimesi yerine hükümet(ler) kelimesi geçmelidir!)

PALAZLANDIRILAN İSLAMCILARI TIRPANLAMANIN ADI: 28 ŞUBAT

(Yani kim palazlandırmış? 12 Eylülcüler. Kim Tırpanlamış? 28 Şubatçılar!)

Bu ibare ancak 28 Şubat ve 27 Mayıs’ı savunanlara verilen ‘hepsi askeri müdahale, o halde hepsi kötü’ yanıtını veren at gözlüklü Aristo mantıkçılarını tatmin edebilir! (Burada 28 Şubat kararlarının ayrıntılarına girmiyorum. Yazar da tüm kararların doğruluğunu söylüyor zaten!)

28 Şubat’la MGK’nın hedefi tek değildir. Deyim yerindeyse, MGK bir taşla birkaç kuş vurmayı hedeflemiştir.

1. 28 Şubat’la sadece İslamcı parti ve kurumların değil, bütün burjuva parti ve kurumların yeniden disipline edilmesi hedeflenmiştir. Bu, söz konusu parti ve kurumların MGK’nın hizmetine girmesi anlamına gelmektedir ki, büyük oranda başarılmıştır.

Ne büyük bilgiçlik!!!

2. 28 Şubat’la Susurluk’ta açığa çıkan devlet gerçeği nedeniyle teşhir olan, yıpranan ve halkın büyük kesimlerinin güvenini kaybeden devlet bu olumsuzluktan kurtarılmaya çalışmıştır. Bu amaç için, toplumun belli kesimlerinin yedeklenmesi hedeflenmiştir. “Şeriat tehlikesi” demagojisiyle, bunun karşısında yeralacağı düşünülen “laik” kesimin desteğinin alınarak güç toplanması hesaplanmıştır.

Susurlukta açığa çıkan “devlet gerçeği” falan değildir. Bir takım karanlık odaklarla işbirliği yapan hükümet üyeleri ve devletin bazı kurumlarında yuvalanmış işbirlikçileridir! (İktidarda, Refah-Doğruyol Koalisyonu bulunmaktadır. Başbakan yardımcısı Cumhuriyet tarihinin en gayrımilli ve gayrıciddi(!) siyasetçisi Tansu Çiller’dir.)

“Şeriat tehlikesi” demagoji falan değil (Ahmet Şık’ın da sonradan çok iyi tattığı gibi!) korkunç bir gerçektir.

3. Yine 28 Şubat’la büyüyen ve iktidardan daha fazla pay isteyen İslami sermayenin gücünün zayıflatılması ve kontrol altına alması hedeflenmiştir. Bu, tekelci burjuvazinin çıkarları ve geleceği için gereklidir. İslami holdinglere çekilen operasyonların anlamı burada yatmaktadır.

Yazar böyle bir sonuç çıkarmış. Ben çıkarmıyorum!

4. 28 Şubat’la düzen dışına çıkma potansiyeli taşıyan İslami kesimin sivri yanlarının törpülenmesi ve düzen içine çekilmesi, buna uymayanların ise tasfiye edilmesi hedeflenmiştir.

Bunun nesi yanlış?

5. 28 Şubat’la İslami kesimi hedef gösterip emekçi kesimlere saldırma fırsatı olarak kullanılmıştır.

Bu da nereden çıkıyor acaba? 28 Şubata gelinceye kadar emekçi kesim hep baskı altında zaten! Baskı için 28 Şubata gerek yok!

Kuşkusuz 28 Şubat’la mutlak başarı kazanılamamıştır, ama MGK 28 Şubat’ta önüne koyduğu kimi hedeflere ulaşmıştır. Çok güzel!

Kısaca ve belli başlıklarda belirtmek gerekirse;

MGK, gündemi “laiklik-şeriat” ikilemine kilitlemeyi başarmıştır. Öyle ki, şeriatçılığın karşısında kurtarıcı ilan edilen MGK’nın “ilericiliği”ni, “demokratlığı”nı bile keşfedenler olmuştur. Yaratılan cunta/darbe korkusuyla burjuva muhalefetin yanında reformistler de seslerini-soluklarını kesip, MGK destekçiliği yapmışlardır. Gündemi belirleyen MGK, emekçi kesimlere saldırılarını sürdürmüştür. Kuzey Irak’a yönelik operasyonlara hız kazandırılmıştır.

Niyeti ne bu MGK devletinin?!!!

Susurluk’ta açığa çıkan pisliğin ordunun tepesine kadar ulaşmasının önüne geçici bir süre de olsa geçmişlerdir.

Dünyanın hemen bütün ülke ve rejimlerinde, terörle savaşım, işin doğası gereği gözü peklik kadar, sertlik de getirir. Yurttaşların güvenliği ve rahatlığı için terör örgütleriyle mücadele eden, canı burnunda suçlu kovalayan birimlerin idaresinde, yönetim kademelerinin tutumu çok önemlidir. Yönetim kademelerinde oluşabilecek her türlü zaafiyet alt kademelere yansır ve görevlerini sürdürürken aşırı şiddet ile suç işleme risklerini arttırır. Bu tür mücadelelere girişmiş ekipler arasında şahsi menfaat elde etme amaçlı mafyatik örgütlenme ve hareketlerin oluşma riski de her zaman vardır. Bunun yurdumuzdaki en büyük örneği Susurluk davasıdır. Çözümlenememiş, taşeron suçlular dışında perde arkasında devletin üst katlarına kadar uzanan bağlantıları ortaya çıkartılıp teşhir edilememiş yalnızca perde önündeki tetikçilerle hesaplaşılmıştır. “Kirli çamaşırları ortaya döküyoruz” diye bir takım Susurluk sanıklarının “hayali” Ergenekon davasına dahil edilmiş olmaları, göz boyacılıktan ve bu davada ağırlıkla yargılanmakta olan Atatürkçü ulusalcıların olmayan kirliliğini kanıtlama girişiminden başka bir şey değildir!

Bu riskleri önleyici/azaltıcı en büyük etmen devletin en tepesinden başlayarak dirayetli yönetimlerin varlığıdır. Alınan her türlü önleme karşın görevlilerin şöyle ya da böyle karışacakları mafya tipi vb tüm adi suçların hesabının mutlaka sorulması da hukuk devleti olmanın temel gerekliliğidir!

Susurluk dosyaları rafa kaldırılmıştır.

Maalesef doğrudur ama bunu yapan TC Devleti değil, TC hükümetleridir!!!

ÖDP gibileri, içine girdikleri darbe korkusu ve kendilerine yönelik olası saldırılardan korunmak için “Ne Darbe Ne Şeriat”, “Ne Refahyol, Ne Hazırol” sloganıyla hedef şaşırtmaya soyunmuşlardır.

“Şeriat tehlikesi” gibi birşey olmamasına rağmen TÜSİAD ve MGK’nın söylediklerinin propagandasını yaparak, seçimi “çözüm” olarak göstererek halkı yanlış yönlendirmişlerdir.

Paranoya korkudan beslenir. Herhangi bir konunun gerçekleşmesi hakkında olasılık gören fakat bunun gerçekleşmesinin korkulacak bir şey olmadığını düşünenler paranoya’ya düşmezler. Tıpkı şeriat tehlikesi karşısında, darbe olacağına şeriat gelsin daha iyi diyebilecek kadar soysuzlaşmışların hiçbir zaman şeriat paranoyasına tutulmadıkları gibi… (Sanırım Ahmet Şık başına gelenlerden sonra artık “Şeriat tehlikesi” gibi birşey olmamasına rağmen” gibi ifadeler kullanmaz!)

This entry was posted in DEMOKRASİ-ÖZGÜRLÜK, DEVRİM VE KARŞI DEVRİMLER, İrtica, Politika ve Gundem. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *