İkili iktidardan mafya-tarikat diktatörlüğüne
Cumhuriyet yıkıldı, yaşasın Devrimci Cumhuriyet
Mehmet Ulusoy
“Gerçeğin yarısını söylemek, hiçbir şey söylememektir.”
Dostoyevski
Cumhuriyetçiler, yaşamakta olduğumuz olağanüstü süreci anlamak ve analiz etmekle ilgili büyük bir bilinç kargaşası yaşamaktadır. Mafya ve tarikatçı güçler, Gladyo güdümünde bir karşıdevrim gerçekleştirerek Türkiye Cumhuriyetini yıkmışlardır. Bu büyük tarihi gerçeğin, birçok aydının ve Cumhuriyetçi güçlerin bilincinde, davranışında hala yeterince algılanıp kavranmadığı ve içselleşmediği görülüyor.
Çeşitli köşe yazarı ve siyasetçinin yazı ve konuşmalarında, hem “Cumhuriyetin yıkıldığı”nı, hem de devam ettiğini bir arada yansıtan çelişkili söylemler ve tutarsızlıklarla sık sık karşılaşıyoruz . Keza, Cumhuriyeti yıkan aynı iktidardan ve ele geçirdiği kurumlardan çağdaş çözümler, çareler beklenebiliyor. Eşkiyadan adalet, kanunsuzdan kanun, mafyadan yasallık, hırsızdan adil bölüşüm beklentisi ne kadar abes ise, yeminli Cumhuriyet düşmanı bir yönetimden Cumhuriyete bağlılık ve çağdaş çözümler beklemek de o kadar gülünçtür.
Süreci belirleyen asıl etkeni göremeyen, çaresizliğin beslediği çapsız, şaşkın ve ufuksuz bir eğilimle karşı karşıyayız. “O mahiler ki derya içredirler, ama deryadan bihaberler” misali, olayların akışında sürüklenen, günübirlik sorunların girdabında çırpınan, balık bakışlı, güdük yorumlar ve tepkilerle yetinen “okumuşlar(!)”, çağdaş yaşamseverler, hatta ilericiler ve Atatürkçüler kitlesi… Bütün bu olayların arkasındaki emperyalizm ve ortaçağ güçleriyle Cumhuriyetin topyekün hesaplaşmasını anlamaktan aciz, Cumhuriyet güçlerinin devlet mevzilerinden temizlenip aşağılara sürüldüğünü yeterince algılayıp bilince çıkaramayan şaşkın Cumhuriyetçiler!…
Yıkım aşağıdan değil, yukarıdan gerçekleşiyor
Nilgün Cerrahoğlu, Cumhuriyet gazetesindeki “Cumhuriyet değerleri bitti” (1) başlıklı yazısı, gerçeğin bu yanlış, çarpık kavrayışının bir örneğidir. Deyim yerindeyse, çalıyı sapından değil, ucundan, dikenlerinden yakalayıp sürüme çabasıdır. Yazının içeriğine baktığımızda sivil toplumcu “sosyolog” analizleriyle oyalanan yavanlıklar sergileniyor. Gemi batarken kamaraların temizlik sorunlarını tartışanlar gibi esas olanla değil tali sorunlarla uğraşılmaktadır.
Nilgün Cerrahoğlu, Cumhuriyet gazetesi, 11 Ekim 2012.
Büyük yalanlar ve düzenbazlıklarla donatılmış sivil darbeyle gerçekleşen karşıdevrimin, Tayyip Erdoğan’ın “150 yıllık İttihatçı zihniyet” olarak ifade ettiği Türk Devrimi’yle büyük ideolojik ve siyasi hesaplaşması sanki hiç yaşanmıyor. Bir çok CHP milletvekilinin de paylaştığı bu “sivilci” yaklaşıma göre, sanki devlet bütün kurumlarıyla, yargısıyla, Ordusuyla, Meclisiyle ele geçirilmedi. Sanki Cumhuriyet değerleri, ABD merkezli Cumhuriyeti yıkma projesinin bir uygulaması sonucu değil de, kendiliğinden, halkın özgür iradesiyle, demokratik bir şekilde terk edildi. Tarikatların cumhuriyet kurumlarını ele geçirmesi ve ortaçağ bağnazlığının, yobazlığın yükselmesi, her düzeydeki kadın erkek eşitliğinin adım adım terk edilmesi, çağdaş yaşam koşulları üzerindeki sistemli baskılar, sanki kendiliğinden doğal bir gelişme içinde gerçekleşti!..
Türk aydınının karakterine, tarihsel kimliğine yakışmayan bu kendiliğindenci, evrimci-“demokrasi”ci tavır, TSK kadroları dahil, en önemli zaafının, aymazlığın kaynağını oluşturmaktadır.
Özetle, Türk aydını, gerek alışageldiği yaşam koşullarını, statükoyu sürdürme, gerekse yeni gelişmeleri izleyip analiz etmedeki birikim ve zihinsel enerji yetersizliği nedeniyle, bilinci ile olgular arasında yaşanan büyük çelişkiyi çözüp aşamamanın bunalımını yaşamaktadır. Bir yandan Cumhuriyetin yıkıldığı görülüyor ve kabul ediliyor, diğer yandan günlük siyasi-düşünsel hayatta hâlâ cumhuriyetin yasa ve kuralları yaşıyormuş gibi davranılıyor; Cumhuriyeti “muhafaza ve müdafaa”dan söz ediliyor. Trenin lokomotifini düşman ele geçirmiş, felakete götürüyor, ama biz vagonlarda olağan yaşamımızı sündürmek istiyoruz; ya da treni felakete götüren düşmandan yardım bekliyoruz.
Bu bilinç kargaşalığı, zihin bulanıklığı ve kararsızlık süreci nasıl aşılabilir? Kuşkusuz öncelikle, kafalardaki geçmişe ait ve bugünün gerçekliğinde geçersiz olan içi boşalmış kalıpları, modelleri, kavram ve söylemleri, siyaset biçimlerini bir tarafa atarak… Olguları bütün çıplaklığıyla görmekte cesur davranarak… Yılmaz Dikbaş’ın kitabına Atatürkçüler Yenildi başlığını koyması, acı gerçeği, yenilgiyi görmesi, cesaretle vurgulaması, bu açıdan önemlidir. Yeni sürecin, olguların derinliğine bilimsel analizine dayanan yeni bir strateji, program ve siyasetler gerekmektedir; bunlar zorunlu hale gelmiştir.
Cumhuriyetçiler nerede hata yaptı?
Cumhuriyetçilerin, sürecin niteliğini kavramada, strateji ve çözüm üretmede düştükleri üç önemli hatadan söz edebiliriz:
Birincisi; Cumhuriyetin temel kurumları, başta üç bağımsız kuvvet; Yasama, Yürütme ve Yargı, karşıdevrimce ele geçirildiği halde, hâlâ onu “muhafaza ve müdafaa etmek”ten, yani korumak ve savunmaktan sözetmek; bunu esas alan bir mücadeleyi yürütmekte ısrar etmek. Bu, trenin lokomotifini düşmanın ele geçirdiğinden habersiz aynı trende olduğunu sananların avuntusudur; derin aymazlığıdır. Oysa artık tren aynı tren değildir; kumandasını ele geçirenler karşıt bir amaç için onu başka yere götürmekteler.
“Cumhuriyeti yıkamazlar”, “buna güçleri yetmez”, “TSK buna izin vermez”, “ilk dört maddenin değiştirilmesi teklif bile edilemez vb” hukukçu budalalıklardan beslenen safdilce söylemler, gerçekliğin günübirlik, dar ufuklu yorumlanmasıdır. Sadece gününü kurtarmayı düşünen orta sınıf rahatlığına gerçeğin feda edilmesidir. Gerçeğe gözünü kapatarak, onu zihninden atmaya çalışarak savuşturacağını sanan bu psikoloji, ancak ilkel büyücünün mağara duvarlarına yansıttığı bilinç düzeyiyle kıyaslanabilir. Giderek bayat ve yavan bir tekrara dönüşen bu söylemlerle, vatanın bireysel rahatlığa, bencilce çıkarlara kurban edilmesi gizleniyor. Atatürkçülüğün ruhuna da ilkelerine de aykırı olan bu anlayış, getireceği sorumluluğu üstlenmekten korkanların olguları kabul ve ifade etmekten kaçınmasına, hatta yer yer çarpıtmasına da yol açmaktadır. Aynı zamanda bu, ulusal bağımsızlığı, ulusal bütünlüğü kendi sorunu olarak görmeyen Batı merkezli bireyciliğin de ahlaki çürümüşlüğünün göstergesidir.
İkinci hata; karşıdevrimci AKP hükümetini, ne yaparsa yapsın, sadece eleştirmekle yetinmek; mücadeleyi, alternatif bir program ve siyasi iktidar seçeneği yaratmaktan uzak muhalefetçilikle sınırlamak. Bu eğilim, Türk aydınının ve Türk solunun temel ve müzmin zaafını oluşturmaktadır. Öyle ki durumun vahametine ilişkin tabloyu mazoşistçe bir yenilgi psikolojisi içinde tekrar etmek, bu tür bilgilerin bıkkınlık verircesine tekrarlanması, adeta bir bilgiçlik yarışına dönüşmüştür. Çıkışı göstermekten uzak bu yaklaşım, sonuçta bütün çıkış ve çözümlerin anahtarını AKP’ye teslim etmektedir. Çözüm ve çıkış göstermeyen, alternatif bir siyasi iktidar-devlet-anayasa ortaya koymayan ve bunun dayanacağı kuvveti yaratmayı önemsemeyenlerin kaçınılmaz pozisyonu budur. Müzmin muhalefetçilikle yetinen bu anlayış, stediği kadar bağırsın çağırsın, sert eleştiriler yapsın, emperyalizmin ve mafya-tarikat diktatörlüğünün ideolojik-siyasi denetim alanına hapsolmaktan kurtulamaz; kurtulamamaktadır.
ABD merkezli sistemin dışına çıkmadan, mafya ve tarikat güçlerinin devlet olduğu egemen rejime karşı devrimci mücadele programını esas almadan çözüm yoktur, seçenek yoktur. Aksi halde, Tayyip Erdoğan’ın “ileri demokrasi” yalanını sineye çekerek onun bir uygulayıcısı, figüranı, kuyrukçusu olmaktan öteye gidilmez.
Stratejisi olmayan olana tabi olur
Üçüncüsü, yukarıdaki iki önemli hataya da kaynaklık eden daha temel bir ideolojik hata, kuşkusuz süreci belirleyen stratejiyi ve planları görememe, analiz edememedir. Dolayısıyla tarihe, doğru bir konumdan, sonucu etkileyecek ölçüde, yerinde ve zamanında müdahale edememedir. Birçok aydınımızın sonradan yetişebildiği geçtiğimiz on yıllık süreç, çok acı ve öğretici bir şekilde, bu hatanın, zaafın sonuçlarını ve ödenmesi gereken bedelleri çoktan önümüze koymuş durumda.
Özellikle kritik tarihi süreçlerde, gelişmeleri önceden gören ve yönlendiren bir stratejisi ve planları olmayanlar, strateji ve planı olanların bir parçası, aleti, piyonu olmaktan kurtulamazlar. Stratejisi, projesi olmayan başkasının stratejisine, projesine tabi olur. Bu, tarihin, toplumların, siyasetin tunç yasasıdır.
ABD’nin BOP ve Türkiye’ye ilişkin stratejisi daha 1990’larda hazırdı. 1999’da Türkiye’nin AB’ye bağlanması ile birlikte bu plan bütünüyle uygulanmaya kondu. 1995’lerde Çiller’in “Son sosyalist devleti de yıktık” açıklaması, Tayyip Erdoğan’ın daha 1996’lardan itibaren karşıdevrimin başbakanı olarak hazırlanması, 2002’de Ecevit Hükümeti’nin sivil bir darbe tertibiyle düşürülmesi ve seçime gidilmesi, yine aynı tertibin bir parçası olan Hilmi Özkök’ün Genelkurmay Başkanı yapılması, 2003’lerde ulusalcıların, yani Atatürkçülerin terörist ilan edilmesi, ABD’nin Atatürk Cumhuriyetini tamamen tasfiye etme niyetinin, yani stratejik programının önemli ipuçlarını veriyordu.
Türkiye’de, başta İşçi Partisi olmak üzere, ABD’nin bu karşıdevrim programını bilen, topluma döne döne bunu açıklamaya çalışan öncü güçler vardı. Onların yürüttüğü kararlı mücadele, Atatürkçü, Cumhuriyetçi ve ilerici güçlerin, emekçi örgütlerinin, stratejik büyük saldırıyı kavramada çok geç kalmaları ve arkadan gelen, “kelle toplayan”, sürüklenen zaafları nedeniyle, gelmekte olan tehlikeyi önlemeye yetmedi.
Türk Devrimi ve karşıdevrim diyalektiği
Bazı Atatürkçü dostlar, devleti karşıdevrimin ele geçirdiğini kabul etmekle, sanki her şeyin biteceğini, Cumhuriyet Devriminin ebediyen sona ereceğini zannediyorlar. Oysa, devrimle karşıdevrim arasında birbirini koşullayan, birbirini tetikleyen diyalektik bir ilişki vardır. Büyük kriz dönemleri devrimci dinamikleri harekete geçirdiği gibi, buna tepki olarak karşıdevrimci dinamikleri de harekete geçirir. Toplumların çağdaşlaşması ve özgürleşmesi tarihin önlenemez yasasıdır. Onun için, karşıdevrim şimdilik kazansa da, devrimin dinamikleri daha da kamçılanmış olarak gelişip toparlanıyor, yeni bir atılım için hazırlık yapıyor demektir bu. Nitekim her karşıdevrimden, her irticai hareketten sonra Türk devriminin daha da yenilenip, yetkinleşip derinleşerek geliştiğini tarihimiz kanıtlamıştır.
1876 Anayasa Hareketiyle başlayan ve temel programı/stratejisi çağdaşlaşma, laikleşme, bağımsızlık ve uluslaşma olan Türk Devrimi, her atılımında emperyalizm ve ortaçağ güçlerinin karşıdevrimci direnişi veya karşı hamlesiyle karşılaşmıştır. 1876’ya karşı 1877-78 Abdülhamit; 1908 Devrimi’ne karşı 1909 31 Mart isyanı; Kurtuluş Savaşı’nda Aznavur, Delibaşı (Konya), Çapanoğlu (Yozgat) vb isyanları; Cumhuriyete karşı Şeyh Sait, Ağrı, Dersim, Menemen isyanları, karşıdevrimci hamle örnekleridir. Karşıdevrim bu kalkışlarda ezildiği, siyasi ve ideolojik olarak meşruiyetini, halkın gözünde itibarını büyük ölçüde yitirdiği için, 1945’ten sonraki süreçte parlamenter mücadele içinde, orta sağ siyasetler içine mevzilenerek iktidara tırmanmaya çalıştı.
Ancak karşıdevrim, Amerikancı darbe tertiplerinin aleti, piyonu olmadan, yani kapsamlı bir emperyalist müdahale dışında, hiçbir zaman Cumhuriyetin temellerini, rejimi değiştirecek güce ve meşruiyete sahip olamadı. Demokrat Parti iktidarı, ortaçağ güçleriyle ittifak yapmakla birlikte, Cumhuriyetin içinde sağ, liberal bir versiyondur. 27 Mayıs Devrimi’nin yaptığı da, Cumhuriyeti yeniden kurmaktan çok, DP’nin saptırdığı Kemalist Devrimi rayına oturtup ona ikinci bir atılım kazandırmak olmuştur. 27 Mayıs Devrimi’ne karşı 12 Mart ve özellikle 12 Eylül karşıdevrimlerinin amacı ise, hem 27 Mayıs atılımının kazanımlarını durdurmak, hem de Amerikancı liberal-muhafazakar rejimi egemen kılmaktı.
Cumhuriyet tarihindeki bütün karşıdevrim program ve uygulamaları, 1940-45 arası Nazi ırkçılığından etkilenen ve İnönü iktidarının uygulamalarına yer yer yansıyan ırkçı milliyetçilik dışında, tamamen ABD merkezlidir. 1945-50 süreci olsun, 12 Mart ve 12 Eylül olsun hepsi de, gücü yettiği ölçüde Kemalist Devrimi tasfiyeyi amaçlayan girişimlerdi. Tabii ki, bütün bu süreçlerde ABD emperyalizminin, kukla bir Kürt devleti kurmak dahil, programında ılımlı İslam çerçevesinde federatif “Yeni Osmanlı” bir sistem vb hep vardı. Ne zaman ki, 1996’lardan itibaren Kemalist Devrimi tasfiye etmenin gerçek görevlisi bulundu ve iktidar olmasının koşulları oluştu, ABD, Cumhuriyetinin tamamen yıkılması ve “Yeni Osmanlı” bir sisteme geçilmesi için düğmeye baştı.
Cumhuriyetin parlamento ve partiler sisteminden
mafya-tarikat-gladyo sistemine geçiş
12 Eylül’le başlayan ABD merkezli karşıdevrim programı, AKP’nin iktidar olduğu 2002’ye kadar Cumhuriyetin gerek anayasal gerekse kurumsal temellerine karşı yıkıcı, yıpratıcı saldırılar düzeyinde sürdü. 2002’den sonra, önce Meclis ve Hükümet, sonra “Yargı reformu” referandumu ile Yargı ele geçirildi. Nihayet Ergenekon-Balyoz tertipleriyle Orduya da Atatürkçü-ulusalcı kadrolar tasfiye edilip Genelkurmay düzeyinde boyun eğdirilerek, karşıdevrim Yasama, Yürütme ve Yargı’yı ele geçirerek devlete tam olarak egemen oldu.
Hatırlanırsa, 2002 seçim sonuçları ve sonrası süreçteki gelişmeler, yukarıdaki tanımlamamızla ilgili bütün özellikleri taşımaktadır. 2002 seçim sonuçlarına bakarsak, 1945’ten sonraki Soğuk Savaş döneminde oluşan, orta sağ-orta sol partilerinden birinin iktidar olması eksenine oturan siyasi yapının sona erdiğini görürüz. Bu siyasi yapıdaki partilerin özelliği, cumhuriyetin esaslarına sadık kalmalarıydı.
Yeni ekonomik ve siyasi yapı ise, mafyalaşmış ve tarikat egemenliğine dayanan bir yapıdır. Artık mafyalaşan emperyalist sisteme bağlı, borsa vurguncusu, hortumcu, faizci, sıcak para komisyoncusu, tarikat rantçısı yeni bir sınıf ve ona dayanan bir mafya-tarikat-gladyo iktidarı söz konusudur. AKP ve PKK/BDP bu sistemin temel unsurlarıdır. Mevcut CKP ve MHP muhalefeti de buna göre dizayn edilmektedir.
Karşıdevrimin başarısında, liberalleşen solun da önemli bir rolü vardır. Diğer bir deyişle, liberal solun, küresel karşıdevrim projesinin “insan hakları”, “özgürlük” ve “demokrasi” yalanlarını ciddi bir “özgürleşme” ve “demokratikleşme” projesi olarak görme yanılgısı ve budalalığı, karşıdevrimi iktidara taşıyan yolun altın taşlarını döşedi. “Mafya-tarikat demokrasisi”nin ideolojik çerçevesini, liberal solun özgürlükçülük olarak benimsediği, ABD merkezli BOP projesinin etnik bölücülüğü, tarikatçılığı ve cemaatçiliği, demokrasinin temel bir unsuru olarak pazarlaması oluşturuyordu.
İkili iktidar: Bir hesaplaşma ve geçiş dönemi
İkili iktidar, özellikle uzun süreli ekonomik ve siyasi kriz dönemlerde yaşanan, devrim ve karşıdevrim güçlerinin birbirini alt edemediği bir çeşit denge durumudur. Diğer bir deyişle, genellikle, aynı devlet ve yönetim biçimini, aynı rejimi asla paylaşmayan, biri öbürünü dışlayan iki farklı toplum ve yaşam biçimi, iki farklı ideoloji, sistem ve anayasa arasındaki bir hesaplaşmadır bu.
İkili iktidar süreci, devrim ve karşıdevrim dinamiklerinin, devletin temel kurumlarını ele geçirmek için hamle yaptıkları; ancak her iki gücün de devlete tam olarak egemen olamadığı, ellerinde tuttukları mevzilerde bir süre birbirleriyle boğuştuğu, cebelleştiği süreçlerdir. Yasaların işlemez hale geldiği toplumsal ve siyasi kaos dönemdir. Ancak, bu süreç mutlaka bir tarafın duruma tam egemen olmasıyla son bulmak zorundadır. Değilse, uzun süreli ikilikler toplumu derin bir kaosa ve iç savaşa sürükler. Hatta bazı ülkelerde ikili iktidar dönemleri zaten doğrudan bir iç savaş biçiminde cereyan eder. Bu iç savaş, toplumun bütünlüğü koruma sınırını aşmadan sonlanmazsa bölünme kaçınılmazdır.
En tipik ikili iktidar biçimlerinden biri Ulusal Kurtuluş Savaşı dönemimizdir. Bilindiği gibi, aynı zamanda bir iç savaş yaşanan bu dönemde, bir tarafta İstanbul’daki Vahdettin Hükümetleri, diğer tarafta ise Ankara’da Milli Meclis ve Hükümet vardır. Bu ikilik, millicilerin ve Cumhuriyetin zaferiyle sona erdi.
Yine, Rusya’da, 1917 Temmuzu ile Devrimin gerçekleştiği Ekim arasında yaklaşık dört aylık dönem de ikili iktidar dönemidir. Diğer yandan, bir başka açıdan Rusya’daki ikili iktidar dönemini, Ekim Devrimi’nden hemen sonra başlayan ve 1921’de sona eren iç savaş dönemi ile birleştirebiliriz. Çünkü, karşıdevrimci ayaklanmalar Sovyetlerin iktidarı ele almasından çok kısa bir süre sonra başladı. Çin’deki 1945’lerden 1950’lere kadarki, Kızılordu’nun ülkenin önemli bir bölümünde iktidar olduğu süreç de tipik bir ikili iktidar sürecidir.
Karşıdevrimin devrimi tasfiye ettiği ikili iktidar biçimine örnek olarak ise, en başta 1936-39 arasında yaşanan İspanya İç Savaşı süreci gösterilebilir. Bu iç savaş sonunda, anarşistlerin önemli bir ağırlık oluşturduğu cumhuriyetçilerin ciddi hataları sonucu Franko faşizminin zaferiyle sonuçlandı. Diğer önemli bir örnek, 1945’ten 49’a kadar süren, Nazi işgaline karşı Yunan halkının direnişine önderlik eden ve savaş bittiğinde, 1945’te ülkenin üçte ikisinde iktidar olan Yunanistan Komünist Partisi’nin ezildiği trajik dönemdir.
Unutulmamalı ki, hepsi de 20. yüzyılda gerçekleşen bütün bu iç savaşların temel diğer bir özelliği, hepsinde de karşıdevrim cephesinin belirleyici unsurunun dünya gericiliğinin merkezini oluşturan emperyalizm olmasıdır.
Bütün bu iç savaş süreçlerinin temel bir özelliğidir; iktidar açısından ikili ya da denge durumu mutlaka bir tarafın egemenliğiyle son bulmak zorundadır. Değilse toplum büyük bir kaosa ve anarşiye sürüklenir; ikili iktidar siyasi düzeydeyse iç savaş, iç savaş yaşanıyorsa bölünme kaçınılmazdır. Diğer çok önemli bir ders, bu kriz ve kaos dönemine, kim ulusu birleştiren siyasetler ve irade üretebilmişse, o son vermiş ve zafer kazanmıştır.
AKP’nin iktidar olduğu 2002 tarihi, Cumhuriyet kuvvetlerinin önemli bir yenilgi aldığı, AKP’nin Yasamaya/Meclise ve icranın bir kısmına hakim olduğu bir kırılma noktasıdır, tarihi bir dönemeçtir. Diğer yandan bu tarihi dönemeç, karşıdevrim kuvvetlerinin Türk Devriminin kuvvetleriyle devlet kurumlarında uzun süreli bir hesaplaşma, egemenlik mücadelesine girdiği ikili bir iktidar döneminin başlangıcıdır.
2007 seçimleri dönüm noktası
2002-2007 dönemi, aldığı yüzde 35 oyla AKP’nin, yüzde 10 barajının sağladığı büyük adaletsizlik sonucu, Mecliste ezici bir çoğunluk sağlasa ve icranın başında olsa da, hem kamu oyunda, hem de devlet erklerinde azınlıktadır ve kendine güveni zayıftır. Tandoğan-Çağlayan-Gündoğdu mitingleriyle görüldüğü gibi Cumhuriyetçilerin morali yüksektir; Hilmi Özkök’e rağmen TSK’da Cumhuriyetçi duruş devam etmektedir; yargı henüz Cumhuriyetin yargısıdır. AKP Hükümeti, bu dönemde, sıkıştıkça kendinden önceki hükümetlerin izledikleri ABD-AB’ci, Cumhuriyetin altını oyan uygulamaların arkasına saklanmaktadır. Onların gerçekleştirmede yetersiz kaldığı özelleştirmeleri hızlandırarak, yine kendinden önceki hükümetlerin bir devlet politikası olarak kabul ettiği, TSK’nın da karşı çıkamadığı, Avrupa Birliği ile bütünleşme adı altında, İkiz Sözleşmeler ve Yerel Yönetimler Yasasını çıkararak, ulusal egemenliği ve bütünlüğü ortadan kaldırmanın altyapısını oluşturdu.
2007 Temmuzunda gerçekleşen seçimde AKP’nin beklenenin üstünde, yüzde 47 oy alması, Cumhuriyeti yıkma sürecinin bir üst düzeye çıkarak tamamlanmasının da işaretidir. Bugün Mecliste tartışılan bölücü karşıdevrim anayasası devleti ele geçirmenin verdiği cesaretle gündeme getirildi.
Bu karşıdevrim anayasasının içeriği özetle şöyledir:
– Ulusal egemenlik üst devletlere (ABD ve AB’ye) devrediliyor.
– Ulusal egemenlik ortaçağ kurumlarıyla paylaşılıyor.
– İkiz İhanet Yasası ve Yerel Yönetimler Yasası ile devletin ülke ve milletiyle bölünmezliğinin altı oyuluyor.
– Vatandaşlık tanımından Türk sözcüğü çıkarılıyor, yani Türk milleti kimliği ortadan kaldırılıyor.
– Türkçeden başka dillerde, örneğin Kürtçede eğitim-öğretim hakkı tanınıyor.
– Cumhuriyetin laiklik ilkesi ortadan kaldırılıyor.
– 4+4+4 yasası ile eğitimin tekliğine (Tevhidi Tedrisat’a) son veriliyor.
– Diyanet İşleri Başkanlığı’nın siyasi ve ideolojik görüş ve örgütlenmeler dışında kalması ilkesi ortadan kaldırılıyor.
– Atatürk Devrimi ve ilkeleri Anayasa’dan da tasfiye ediliyor.
– Yargı ve hakimler “tarafsızlaştırılıyor”. Yargı, AKP yargısı haline getiriliyor.
– TSK’nın Anayasal konumu zayıflatılıyor.
– Kamu mülkiyeti, kamu ekonomisi ve kamu hizmeti etkisizleştiriliyor ve tasfiye ediliyor.
– “Yurtta barış, dünyada barış” yerine emperyalizmin “ebedi barış”ı konuyor. Ortadoğu’daki istikrar ABD’ci bir istikrara dönüştürülüyor.(2)
2 Daha geniş bilgi için bkz. Doğu Perinçek, “Karşıdevrimin anayasa süreci”, Türkiye’nin Anayasa Birikimi, Kaynak Yayınları İstanbul, 2012, s. 157 vd.
Karşıdevrimin Cumhuriyeti tasfiyesinin tamamlanması
AKP’nin 2007 seçimlerinde elde ettiği güç ve moral, ona ikili iktidar dönemine son verip Cumhuriyetçileri devletten temizleme ve üçlü erke tam olarak egemen olma olanağını sağladı. Nitekim, Kapatma davası bir kararsızlık süreci yaşatsa da, kararda “İrticai faaliyetin merkezi olduğu” tescillense de, sonuçta bu hiçbir şey ifade etmemektedir.
Yargıtay Başsavcılığı’nın AKP hakkında 14 Mart 2008 tarihinde açtığı davanın arkasından bunun rövanşı olarak Doğu Perinçek, İlhan Selçuk, Kemal Alemdaroğlu ve Veli Küçük’ün ve 6 Temmuz 2008’de Şener Eruygur, Hurşit Tolon vb’nin tutuklanmasıyla Ergenekon tertibinin uygulamaya konması, hesaplaşmanın zirvesini oluşturdu. 31 Temmuz 2008’de Anayasa Mahkemesi’nin, AKP’nin suçlu olduğuna, ancak kapatılmamasına karar vermesi, karşıdevrimin hem tescillenmesini, hem de zaferini ilan eden ironik bir durumdu. Bu karar sonrası, Ergenekon tertibi peş peşe dalgalarla daha pervasızca uygulandı.
Karşıdevrimin devleti ele geçirip Cumhuriyeti tasfiye ettiği ikinci büyük hamlesi, bilindiği gibi, “Yargı Reformu”dur. Her türlü ikiyüzlüce yalan ve laf düzenbazlığıyla sürdürülen “Yargı Reformu” yasasının referandumda yüzde 58 oyla kabul edilmesinin hemen arkasından gelen HSYK, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay’a üye seçiminde yapılan operasyonla yargı tamamen ele geçirildi. Yargı’nın ele geçirilmesi, Ergenekon tertibinin, Balyoz tutuklamalarıyla TSK’ya yönelik bir üst düzeyde son darbenin indirilmesinin siyasi zeminini sağladı.
Bu arada Parlamentoda Cumhuriyetçi ve ulusalcı bir direniş göstermeye başlayan ana muhalefet de, Deniz Baykal’ın bir kaset tertibiyle tasfiye edilmesi ve yerine daha önceden hazırlandığı anlaşılan Soroscu Kemal Kılıçdaroğlu’nun getirilmesiyle sindirildi. Bilindiği gibi, Ergenekon tertibiyle Ordunun teslim alınması ve susturulması, 4+4+4 ile laik bilimsel eğitimin, eğitim-öğretim birliğinin ortadan kaldırılması, karşıdevrimin en son yaşadığımız marifetleridir. Böylece karşıdevrim tamamlanmış oldu.
Özetle, Atatürk’ün “Gençliğe Hitabe”de belirttiği bütün koşullar oluşmuş durumdadır maalesef. “Bütün kaleler alınmış”, “bütün tersaneler ele geçirilmiş”tir; henüz “bütün ordular dağıtılmış” olmasa da ulusal direnci temsil eden komutanlar düzmece belgelerle hapse atılarak Ordu sindirilmiştir. Ordu, asli görevi olan Türkiye’nin bağımsızlığını, bütünlüğünü, laikliği savunamaz durumdadır. İktidardakiler, “aymazlık, sapkınlık ve üstelik hainlik içinde” bulunmaktadırlar.(3)
3 Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Söylev, cilt I-II, 9. Basım, Basıma hazırlayan Ord, Prof. Dr. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Çağdaş Yayınları, İstanbul 1981, s.459.
Karşıdevrimin ideolojik karakteri
Davutoğulu’nun deyişiyle “ulusalcılıkla hesaplaşan” Amerikancı bir mafya-tarikat iktidarı, dayandığı ‘Yeni Ortaçağ’ ideolojisiyle devleti yukarıdan aşağı şekillendirerek faşist bir diktatörlük kurmaya çalışıyor. Arkasındaki ABD merkezli emperyalist irade ise, metropollerde mafyalaşmış ‘Yeni Bir Ortaçağ’ sistemine dönüşü gerçekleştirmektedir.
Karşıdevrimin ideolojik karakterini bütün unsurlarıyla “yeni anayasa” tezgahında görebiliriz. Kendi “sivil anayasa”cı liberal danışmanları ve yandaş medya her ne kadar “ideolojiden ve Atatürk’ten arındırılmış” “ideolojisiz!” bir anayasadan söz etseler de…
Bu anayasada sivil diye maskeledikleri sınıf ve zümreler, mafyadır; mücahitlikten müteahhitliğe dönüşen mafyalaşan Fethullah Hocagillerdir, tarikat kodamanlarıdır. Özgürlükler onların özgürlüğüdür. Yurttaş ise pençelerinde kıvranacak kullar; müritler, tetikçiler vb olacaktır. Sivil anayasanın “cumhuru”, Atatürk devrimiyle özgürleştirilmiş yurttaşlar topluluğu değildir. Onların cumhuru, devleti haraca bağlayan büyük tefecilerden, dolar ve borsa vurguncularından, şeyhlerin müritlerinden, cemaat ve tarikat mensuplarından oluşuyor.
AKP’nin bu anayasada öncelikle neleri koymak istediği ortadadır. Nedir bunlar?:
– “Türk milleti” kavramının anayasadan çıkarılması.
– Atatürk milliyetçiliğinin tasfiyesi.
– Güneydoğu bölgemize özerklik.
– Laikliğin “din özgürlüğü” diye tanımlanarak tersine çevrilmesi.
– Başkanlık sistemi.
– Ulusal egemenliğin “uluslararası toplum”a devri.
Bunun uygulama ayağını oluşturan yargı sistemi ise, tamamen kendi yandaşları cemaatçi-şeriatçı kadrolar tarafından ele geçirilmiş durumdadır.
Devrimin yapıcı iradesi ve mafya ve tarikatların yıkıcı iradesi
Bugün Türkiye’de iki irade karşı karşıya gelmiştir. Ulusun iradesinin karşısında ABD emperyalizminin ve işbirlikçi BOP görevlilerinin iradesi vardır. İki irade, dünya tarihinin bütün anayasa çalışmalarında olduğu gibi, yaptırım güçlerini iki silahlı kuvvette bulmaktadır: Milletin tarafında Türk milletinin silahlı gücü, karşı cephede ABD emperyalizminin silahlı gücü.
Haçlının silahlı gücüne dayanmasını, bazıları Tayyip Erdoğan anayasasının kuvvetli yanı gibi görüyorlar. Oysa, ülke bütünlüğünü ve milleti hedef alması, onun en zayıf noktasıdır, yumuşak karnıdır. Haçlıların silahlı gücüne dayanması, Erdoğan Hükümetinin zaafının derinliğini ve onunun kaçınılmaz yenilgisini hazırlayan çaresizliğini gösterir.
Karşıdevrim iktidarının yabancı güçlere dayanarak anayasa dayatma macerası, çarpacağı kayaya doğru ilerlemektedir. Önümüzdeki dış ve iç hesaplaşmalar, herkes görmektedir ki, dış ve iç savaş tehlikelerini içermektedir. Anayasa girişimi, bu çarpışmaların hukuk düzlemindeki devamıdır.
Güçlü ordusu olmayan milletlerin anayasalarını başkaları yapar. Türk milleti anayasasını yapacak güçtedir. Şu anda “yeni anayasa dedikleri, yabancı orduların ve işbirlikçilerinin yaptırım gücüyle yapılmaktadır. Güçlü ordusu olmayan ya da ordusu yenilen milletlerin anayasalarını başkaları yapar.
Devrimin zorunlu hale gelmesi
Devlet katında Cumhuriyetin yenilmiş olduğu saptamamız, Türkiye gerçeğinin bugünkü baskın yanını vurgulamamız demektir. Ancak bu, asla gerçeğin tamamını ifade etmez, dolayısıyla bununla yetinmek hakikati yansıtmamak demektir. Türkiye gerçeğinin diğer yanı, AKP iktidarına karşı yükselen Cumhuriyetçi ve devrimci büyük dalgadır. Türk milletinin asla düşmanla işbirliği yapan bölücü bir iktidara uzun süre tahammül etmeyeceğidir. Hatta bu, geniş perspektiften bakınca gerçeğin baskın yanıdır; karşıdevrim bu topraklarda uzun süre tutunamaz, yaşayamaz.
29 Ekim’de Ulus meydanında, 10 Kasım’da Tandoğan’da toplanarak Anıtkabire yürüyen milyonlar, Türkiye’nin devrimci birikiminin, devrimci iradesinin, yani devrimcileşen Türkiye’nin ön plana çıktığının göstergesidir. 29 Ekim-10 Kasım 2012, AKP’nin mafya-tarikat diktatörlüğünün sonunun da başladığı tarihtir.
Yılmaz Dikbaş’ın “Atatürkçüler yenildi” saptaması bir yanıyla doğru olsa da diğer yanıyla, Atatürkçülerin, ulusal kuvvetlerin direnişini, milletin iktidarı yeniden fethetme iradesini yansıtmadığı için eksiktir ve yanlıştır. Bu bakış açısı Ulus ve Tandoğan büyük kitle eylemlerini göremez; umut, iyimserlik ve çıkış yolu üretemez. Kitabın arka kapak yazısındaki “Afganistan, Irak, Suriye ve artık Türkiye Haçlıların safındadır” ifadesi bu kanımızı kuvvetlendiriyor. Çünkü Irak ve Suriye’yi haçlıların safında göstermek gerçeği asla yansıtmamaktadır.(5)
5 Yılmaz Dikbaş, Atatürkçüler Yenildi, Enki Yayınları, İstanbul 2012.
Bilincinde olduğumuz ölçüde, her yenilgi yeni bir devrimci atılımın başlangıcı demektir. Her gerici sistem, her zulüm yönetimi, bağrında derin bir isyan enerjisi taşır. Atatürk’ün Bursa Nutku’nda belirttiği gibi devrimcinin birinci görevi, gerçeğin diğer yüzünü, devrimin dinamiklerini görebilmek ve zulme karşı direnişin başına geçebilmektir. Atatürkçülüğü, sahteleşmekten, Natocu, Soroscu içerik bozulmasından, kabuk bağlamaktan kurtarıp gerçek içeriğine kavuşturan devrimci bir irade, karşıdevrimi devrime dönüştürmenin anahtarıdır.
Devletten, yönetim kademelerinde tasfiye edilme, Atatürkçülüğün sahteleşmelerden, Natocu bozulmalardan arınması, halkın devrimci dinamizmiyle gerçek devrimci kimliğine kavuşması için de önemli bir fırsat oluşturmaktadır. Cumhuriyetin, devrimci bir program, kararlı, dirençli bir mücadele ile yeniden kazanılması zorunluluğu bütün düzenci, kolaycı yolları kapatıyor. Dolayısıyla önümüzdeki süreç, sahte Atatürkçülüğün ve sahte devrimciliğin tasfiyesi süreci olacaktır.
Türk devrimciliğinin, Türkiye millîciliğinin bir kez daha Anadolu’ya geçtiği bir döneme giriyoruz. 1919 yılında padişahlık rejiminin dışına çıkmaya, “Anadolu’ya geçmek” deniyordu. Yine benzer bir durumdayız. Ulusun bir devrimci atılımla yeniden uluslaşmasına ancak “Anadolu’ya geçerek”, yani karşıdevrimin karşısına dikilerek önderlik edebiliriz.
Bugün Türkiye, ulusalcı/millici olan her talebin ancak devrimcilikle karşılanabileceği bir süreçtedir. Ulusalcı/Millîci olmak, tutuculuk değil, devrimciliktir. Devrimci olmak da, bugün ancak ulusal mevzilerde olmakla mümkündür.