Can Yücel, Devrimci Deniz’e seslenir ;
“Acıyorsam sana anam avradım olsun.
Ama aşk olsun sana çocuk, aşk olsun!”
DARAĞACINA MEKTUPLAR 4
Cumhuriyet 09.05.2012
TÜREY KÖSE
Babamın açık yarasıyla götürülüşünü unutmadım
Bugün darbelere karşı çıkmanın bedeli yok. Belki de tam tersine AKP hükümetinin bence göstermelik olan darbe karşıtlığı çerçevesinde bakıldığında bir siyasal kazanç bile getirebilir bazılarına. Ama askeri darbe dönemleri öyle değildi. Her karşı çıkış bir yürek işiydi. 12 Mart’ta da, 12 Eylül’de de durum değişmiyordu. 12 Mart ‘Balyoz’ olayını anımsayalım. Nihat Erim’in kurduğu cunta hükümeti akıl almaz bir uygulama yaptı ve İsrail Başkonsolosu Efraim Elrom’un kaçırılmasına misilleme olarak, 17-18 Mayıs 1971 gecesi, üniversite öğretim üyeleri, avukat, doktor, mühendis, mimar, öğretmen, sendikacı, üniversite öğrencisi, işçi ve köylülerden oluşan 4 bin kişi ‘rehine’ olarak gözaltına alındı ve ölümle tehdit edildi. Yeni apandisit ameliyatı olmuş babamın, ateşler içinde, açık yarasıyla apar topar götürüldüğünü hiç unutmadım.
12 Mart muhtırasının değerlendirilmesine gelince. Sola baktığımız zaman sosyalist çevrelerin dışında, muhtıranın ilk ağızda desteklendiğini görmekteyiz. Bununla birlikte, idamlar konusunda fire görmüyoruz. İdamlara ve ölüm cezasına karşı olmayan bir sol yazara rastlamadım. Sağ basınsa çok tutarlı bir biçimde, hem muhtıraya ve darbeye sahip çıkmış hem de idamları sonuna dek savunmuştur. Yoğun bir faşizan tavır görüyoruz. İdamlarla ve Deniz’lerle ilgili dil de çok düzeysiz ve kin kusuyor.
‘12 Eylül’ü kısaca savuşturan hükümet, 12 Mart’ı da anımsamadan 28 Şubat’a geçiverdi. Yargılama süreci kendi çıkarları için sahneye konan bir oyun’
Mahkemeye yol gösteren vekil yazarlar
– İç basın 12 Mart’a ve idamlara nasıl baktı?
Kitap, basın aracılığıyla darağacına yazılan ‘mektup’lardan bir derleme. Yerli basında, cunta yandaşı ve gerici basın organlarında yazan basın mensupları ve sağ eğilimli gazetelerle demokrat-sol siyasal görüşü benimsemiş ve onurlu/bağımsız bir duruş sahibi gazete ve gazetecilerin olaya bakışları, ölüm cezasına yaklaşımları çok farklı. Sağ basın, koro halinde, ‘Asın, çabuk asın’ diye haykırıyor. İdama karşı olan CHP ve İnönü’ye ciddi bir medya baskısı gözlüyoruz. Aynen bugün olduğu gibi mahkemelere, Anayasa Mahkemesi’ne ‘yol’ gösteren milletvekili/yazarlar ve basın mensupları da eksik değil. Üç genç insana verilen ölüm cezasının infazını canhıraş savunan makale sahiplerinin yazılarındaki düzeysizlikler de dikkat çekici. Ayrıca bir çifte standart var. Menderes’lerin idamına karşı üç devrimci gencin başları isteniyor. TBMM’deki ‘üçe üç’ diye çığrışanlar, Şekibe Çelenk’in ısrarla yinelediği gibi Deniz’lerin Menderes’lerin idamında daha çocuk olduklarını bile anımsamak istemediler. Ama bence olayın kökü daha derinlerde. Gerçekte mahkûm edilmek ve önü kesilmek istenen, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının en net ve öz biçimde idam sehpası altında ifade ettikleri dünya görüşleridir. Tam bağımsız, demokratik, sınıfsız, sömürüsüz bir toplum özlemidir ipe götürülmek istenen. Emekçi sınıf ve tabakalara bir gözdağı verilmek istenmektedir. Sömürü düzenine karşı çıkmak, bağımsızlık istemek, emperyalizmin ülkedeki üslerine, ikili anlaşmalara, NATO’ya karşı eylemler yapmak, 6. Filo düşmanlığı, Amerikan karşıtlığı yol olmamalıdır. Üstüne üstlük bir de bu düşüncelerinizden dolayı pişmanlık duymazsanız cezanız ölümdür. Sağ basın ve TBMM’de AP başta olmak üzere tüm sağ partilerde izlediğimiz intikamcı ve ‘saldırgan’ tutumun ardındaki gerçeğin bu olduğunu düşünüyorum. Ölüm cezasına ve idamlara hayır diyen ikinci grupta ise sorunun demokrasi ve insan hak ve özgürlükleri açısından ele alındığını görüyoruz. Bu bölümdeki yazıların hemen hemen hepsi zengin bir içeriğe sahip düzgün, düzeyli yazılar.
Emek düşmanı iktidar cunta hesabı sorabilir mi?
Serpil Çelenk Güvenç, kitabın yazılış süreci ve darbelerle hesaplaşma tartışmalarıyla ilgili sorularımızı yanıtladı.
– Anneniz babanızı anlatırken “Tanıklığını bir görev gibi taşıdı” demişti. Bir acı tanıklık, kuşaktan kuşağa aktarılıyor. Ve şimdi sıra sizde. Sultan Özer’le birlikte yazdığınız “Denizler’in Şekibe Ablası”ndan sonra ikinci kitabınız geldi. Bu kitabı yazma fikri nasıl ortaya çıktı?
Babamı kaybetmeden bir yıl kadar önceydi. Bir yazı konusunda kendisine yardım etmeye çalışıyordum. Dosyaların arasında İlhan Selçuk’un ‘Deniz Gezmiş Olayı’ başlıklı yazısı ile Eric Rouleau’nun 12 Mart idamlarına ilişkin bir yazısını buldum. O dönemde Deniz’lerle ilgili bilgimiz dışında birçok yazının yazılmış olabileceği hakkında konuştuk. “Gücüm olsa çalışır, araştırır ve bulduklarımı değerlendirirdim” demişti. Böyle bir çalışmanın onu sevindireceğini fark ettim. Aslında belki de farkında olmadan beni teşvik etmiş oldu. O günden itibaren bir yıl boyunca Milli Kütüphane’den, bazı gazete arşivlerinden, SBF ve ODTÜ kütüphanelerinden yararlanarak gazete ve dergi taramaları yaptım. Babamın 6 Mayıs 1972’de alıp biriktirdiği gazetelerden bazılarını, sakladığı bazı mektup ve belgeleri de inceledim. Sultan Özer ve ben, “Denizler’in Şekibe Ablası” kitabını, elde olmayan nedenlerle, babamın görmesini sağlayamadık; bu kitap da aynı akıbete uğradı, ama böyle bir çalışma yaptığımı kendisine söylediğimde o kadar sevindi ki… Telefonu açtı ve Sevgili Şükran Soner’e anlattı olayı… En azından böyle bir çabadan haberinin olmuş olması ufak da olsa bir teselli oluyor benim için.
– Bu kitapta ilk kez kamuoyu ile paylaşılan konular neler?
Halit Çelenk, ‘İdam Gecesi Anıları’ isimli kitabında, o gece yaşananların birinci elden tanığı olarak anılarını ve yargı sürecini anlatır. Bunlara ek olarak, belge niteliğinde Deniz, Yusuf ve Hüseyin’in son mektupları, CHP’nin Anayasa Mahkemesi’ne açtığı dava dilekçesi, ölüm infaz tutanağı, Faruk Erem’in Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği’ne verdiği rapor, mektubu ve mahkeme kararları o kitapta yer almaktadır. ‘Darağacına Mektuplar’da ise Deniz, Yusuf ve Hüseyin’in babalarının TBMM Karma Komisyonu Başkanlığı’na yazdıkları dilekçe, İsmet İnönü’ye, Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a çektikleri yıldırım telgraf, Yusuf Aslan’ın babası Beşir Aslan’ın Anayasa Mahkemesi Başkanlığı’na yazdığı mektup ve Nihat Erim’in Cemil Gezmiş ve Beşir Aslan’ın babalarının mektuplarına yanıtı ve Yusuf Aslan’ın babası Beşir Aslan’ın Ankara İnfaz Savcılığı’na verdiği dilekçe bulunuyor. Ayrıca idamlara engel olmak için verilen imzaları da ekledim… Bugün, cunta karşıtı olmak en ufak bir cesaret istemiyor, ama o dönemde özellikle de devlet kademelerinde yer alan ve çalışan insanların böyle bir olayda idamlara karşı çıkarak imza vermeleri kanımca büyük bir sorumluluk, yüreklilik ve direniş örneğiydi. Sayın Altan Öymen kitaptaki yazılarından birisinde bu olayı ve sonrasında başlarına gelenlerin öyküsünü bizimle paylaşmaktadır.
Jane Cousins’ın ‘Turkey: Torture and Political Persecutions (Türkiye: İşkence ve Siyasi Baskılar)’ başlıklı raporunun Deniz Gezmiş ve arkadaşları davası ve yargılama sürecine ilişkin bölümü de kitapta yer almakta. Jane Cousins, 12 Mart döneminde Türkiye’ye gelen ve işkence, baskı ve idamlarla ilgilenen, bunları raporlaştıran ve Avrupa ile İngiltere’de bu uygulamaların kınanması yönünde çalışmalar yapan ender yabancı gazeteci/yazarlardan birisi. Diğer isim ise Andrew Mango. Talat Aydemir olayında Fethi Gürcan’ın son sözleri ve Deniz’in son sözlerini karşılaştırarak yorumlaması oldukça dikkat çekici.
– Bu kitapta “babaların” bazı mektupları da ilk kez yayımlanıyor. Halit Çelenk bunları neden daha önce yayımlamadı?
Bildiğim kadarıyla babam 1. THKO davasının yani Deniz’lerin yargılandıkları davanın tüm belgelerini yayımlamak istiyordu. Halit Çelenk tarafından hazırlanan konuya ilişkin ilk kitap, Çiğdem Özgüden’in sahibi olduğu Yöntem Yayınları arasında ‘1. THKO Davası / I. Cilt (Mahkeme Dosyası)’ başlığıyla yayımlandı. Başlık bile babamın bir seri kitap tasarladığının kanıtı. Kanımca 12 Mart’ı izleyen 12 Eylül günleri, davaların ve çalışmalarının yoğunluğu ve ilerleyen yaşı bunu gerçekleştirmesine izin vermedi.
Burası kontrgerilla üssü!
– Siz de 12 Mart’ın mağdurusunuz. Darbecilerden hesap sorulabileceğine inanıyor musunuz?
12 Mart öncesinde Hacettepe Üniversitesi’ndeki olaylar nedeniyle Ankara asliye ve ağır ceza mahkemelerinde, 12 Mart’ta ise ‘Vahap Erdoğdu ve arkadaşları’ adıyla bilinen davada eşimle birlikte yargılandım. Dava öncesinde evden alınarak ‘kontrgerilla’ya götürüldüm. Bir askeri mahalde birbirlerine ‘onbaşı’, ‘binbaşı’ diye hitap eden kişilerce sorgulandım. ‘Burada yasa, anayasa geçmez; burası kontgerilla üssü’ sözlerini diğer devrimci arkadaşlarım gibi ben de duydum. Ayrıca nişanlımın işkence görmüş haline tanıklık ettim. Babam beni Yıldırım Bölge Kadın Tutukevi’nde ziyarete geldiğinde, kendisine, nişanlıma yapılan işkenceyi anlattıktan sonra, TCK’nin 141. maddesinden tutuklu yargılandığımızı, ama asıl gizli örgütün bizi evden alıp bir işkence ve sorgu mahalline götüren kişilerden oluştuğunu söyledim. Cezaevi yöneticileri ve personelle birlikte yaptığımız bir görüşmeydi. Babam, haklı olarak ‘Bunu daha sonra konuşuruz’ dedi. 12 Mart ve 12 Eylül’de, İstanbul, Ankara, Diyarbakır ve birçok ilde, binlerce sol görüşlü insanın, devrimci gencin, aydının, bu merkezlerde sorgulandığı, işkence gördüğü ve hatta öldürüldüğü apaçık meydanda. Götürüldüğümüz o işkence mekânlarında, CIA’nın, Pentagon’un yasalarının ve usullerinin geçerliliği de ortada. Dün de, bugün de, devleti yönetenler, her gün NATO’ya ve onun ilkelerine bağlılıklarını yüksek perdeden ilan ediyor. NATO’nun bölgesel çıkarlarının taşeronluğunu yapan, sermaye yanlısı bir siyasal iktidar tarafından yönetiliyoruz.
Özal’ın ardılı olduğunu sürekli yineleyen, ‘24 Ocak kararları’nın takipçiliğini yapan, uluslararası sermayenin dayattığı neoliberal uygulamaları misliyle gerçekleştiren, emek ve emekçi düşmanı bir siyasal iktidar, yine iç ve dış sermayenin isteğiyle emekçilerin, aydınların, devrimcilerin başına balyoz gibi inen, asan, kesen askeri cuntaların hesabını sorabilir mi? Ama denilebilir ki, bir 12 Eylül davası açıldı. Evren yargılanmak isteniyor. İddianameyle başlayan ve mahkemeyle devam eden süreç, davanın bir gösteriden başka bir şey olmadığını gösterdi. Asıl müdahil olmaları gerekenlerin talepleri bile mahkeme tarafından reddedildi. 12 Eylül’ü böylelikle kısaca savuşturan AKP iktidarı, 12 Mart’ı hiç anımsamadan, 28 Şubat’a geçiverdi. İdam sehpalarının kurulduğu, gençlerin, aydınların, emekçilerin sokaklarda kurşunlandığı, kaybedildiği, işkence gördüğü darbeleri yargılamak onlara uygun düşmüyor! Ben AKP’nin 12 Eylül’ü yargılama girişiminin, kendi çıkarları için sahneye koyduğu bir oyun olduğu kanısındayım.
BİTTİ