İRAN’LAŞAN TÜRKİYE VE KILIÇDAROĞLU‏

İRAN’LAŞAN TÜRKİYE VE KILIÇDAROĞLU

AKP Hükümeti GOP ayarıyla Türkiye’yi küreselleştirirken,
Ekonomiyi liberalleştirirken,
AB topluluğuna girecek gibi “yaparak”
Türkiye’nin tüm ekonomik değerlerini ve zenginliklerini
dış ortaklarına peş-keş çekiyor.
Hayvancılık ve tarım yok oldu.
Gıda üretimi bakımından Dünyada sayılı “kendine yeten ülkeler” arasında olan
Türkiye artık dışarıdan hayvan ve çok çeşitli gıda ürünün,sebze,meyva ve
hatta pamuk ithal eder duruma getirildi.
Madenlerimiz ise talan ediliyor.
Köylünün dereleri,akarsuları dahi satıldı.

Bu arada rejim de dönüştürülüyor.
Demokrasi yok edilirken yargı-yürütme-yasama tek adamın elinde toplanıyor.

***

Teslim alınacak olan bir ülke,zengin ülkelerin oyun ve av sahası olması için
önce borçlandırılır.Bakınız ekonomist tetikçi ajan olan John Perkins ne diyor ;

“Ekonomi tetikçi olarak bizlerin amacı küresel imparatorluk kurmaktır. Bizler, diğer ülkeleri şirketlerimizin, hükümetimizin, bankalarımızın, kısacası benim şirketokrasi diye adlandırdığım kurumsal yapının kölesi haline getirmek için uluslararası f inans kuruluşlarını kullanan elit bir grubuz. Mafyanın yaptığı iyilikler gibi Ekonomi Tetikçileri de görünüşte bazı iyilikler yapar. Örneğin elektrik santralleri, otoyollar, limanlar,havaalanları, teknoparklar gibi altyapı hizmetleri için borç temin ederler. Bu borçların ön koşulu, bütün bu projelerin Amerikan inşaat ve mühendislik firmaları tarafından gerçekleştirilmesidir.

Biz Ekonomi Tetikçileri kurnazızdır.
Bizler tarihten ders aldık. Kılıç taşımayız, zırh-üniforma giymeyiz. Ekuador, Nijerya,Endonezya gibi ülkelerde yerli öğretmenler veya esnaf gibi giyiniriz. Washington ve Paris’te bürokratlara ve bankerlere benzeriz. Proje mahallerini gezer, yoksul köyleri dolaşırız. Yerel basında ne kadar hayırlı işler yaptığımızdan söz ederiz. Yasadışı bir şeye tevessül ettiğimiz pek nadirdir. Zira sistem aldatmacaya dayansa da tanım olarak yasaldır.Eğer biz başarısız olursak, devreye çakallar (İstihbarat –NSA ve CIAelemanları) girer. Çakallar hazır ve nazır bekler. Ortaya çıktıklarında devlet başkanları devrilir veya feci “kaza”larda ölürler. Eğer Afganistan ve Irak’ta olduğu gibi, bir şekilde çakallar da beceremezlerse genç Amerikalılar ölmeye ve öldürmeye gönderilir.”

***

Ekonomik işgalle ,siyasi işgal atbaşı gidiyor !!!

Ekonomi bu halde iken ülkemiz rejim yönünden de derin bir dönüşümü yaşıyor.
Çağdaşlığın aydınlığı siliniyor.Yüzünü batının gelişmişliğine çevirmiş olan Türkiye’de
Arap kültürü,düşünce sistemi ve yapısı egemen oluyor.

Dini kurallara uygun bir yaşam tarzı AKP hükümeti ve dini kurallara göre yaşayan
büyük bir toplum kesiti tarafından kasaba ve kent baskısıyla dayatılıyor.
İnsanlar dövülüyor,hatta oruç tutmuyor diye öldürülüyor.

Ankara’nın göbeğinde içki satan dükkan sahibi belediye zabıtalarının baskınıyla,
sopalarla feci şekilde dövülüyor.Lokantalara içki ruhsatı verilmiyor.
Dünyanın ayakta alkışladığı keman ve piyano sanatçıları ülkeden kovuluyor.
ressamların eserlerine tül,kumaş örtülerek,
otel kapıları önüne konmuş olan afrodit heykelleri tesettüre sokularak,
sansür uygulanıyor.Sergilerdeki tablolar magandalar tarafından bıçakla kesiliyor.
Sanat ve kültür evlerine taşlı,sopalı,biber gazlı saldırılarla sanatçılar ve sanat
meraklıları linç edilircesine dövülüyor.Bu olanlara da polis seyirci kalıyor !!!

AKP’li Kecioren Belediyesi’nin actigi yaz okulu yuzme kurslarinda 8-9 yaslarindaki kiz ve erkek cocuklar farkli havuzlarda ve ayri zamanlarda yuzme egitimi aliyor. “Harem-selamlik” bu uygulamanin yalnizca ogrenciler icin degil, cankurtaran ve antrenorler icin de gecerli oldugu belirtiliyor.

ORDU Valisi Ali Kaban’ın isteği üzerine, müftülük emriyle camilerin tuvaletlerindeki pisuvarlar, ‘hijyen ve dinen’ uygun olmadığı gerekçesiyle kaldırıldı. Ordu İl Müftü Vekili Veysel Çakı “Ayakta bevletmek prostat kanseri gibi hastalıklara yol açıyor” derken, Ordu Valisi Kaban da “Bu bizim itikadımıza ters” dedi.

Mudurnu Müftüsü Osman Şener: “Dayımın kızı elimi öptü, komşu teyzenin elini öptüm. Yok böyle şeyler… Nikâh düşer. Nikâh düşen kişinin elini öpemezsin. Peygamberimiz hiç kadınların elini öpmedi. Yanlış işler bunlar…” (Vatan, 19.12.2007)

Mardin Valisi Hasan Duruer: “Kız çocuklarının okuması konusunda gayret göstermemiz gerekiyor. Yörenin inançları gereği, kız çocuklarının ayrı okullarda okumasının faydalı olacağını düşünüyorum. Erkeklerle aynı okullarda okumaları istenmiyor. Bu çocukları eve mahkûm etmemek için, çok sayıda kız okullarına, yurtlarına ihtiyacımız olacaktır.” (Vatan, 7.5.2009)

Ana muhalefet partisinin lideri Kemal Kılıçdaroğlu,ülkesinde var olan irtica ve yozlaşmanın her ne kadar farkında olmasa da,Anayasa mahkemesi tarafından hafifletilmiş olan yargı kararıyla,Ülkemizi yöneten partinin “LAİKLİĞE KARŞI ODAK OLMAK” suçuyla cezalandırıldığını unutmuş olsa da,
Türkiye’de irtica tehlikesi yoktur dese de,
Türkiye derin bir dini ve etnik bölünme yaşıyor.

Cemaat liderleri şalvar,cübbe,sarıklı binlerce müridleriyle
meydanlarda gövde gösterisi yapıyor.
Valiler cemaat toplantılarına katılarak hocalara destek veriyor.
Milli Eğitim ise yörüngesinden çıktı ve çağdaş bilgiler yerine
öğrencilere hurafeler öğretiliyor.
Cami imamları okullarda öğretmenlik yapıyor.

Bir hoca cemaatine şöyle diyor ;
“Öyle bebekler yapıyorlar ki, saçlarını tarıyorlar, uzun bacaklı falan, bunlara izin yok. Normal insanı tahrik edecek gibi. Tıpatıp bebekler, üstelik çıplak gibi.”

Okullarda mescidler kuruldu.
Cuma günleri öğrenciler okul idaresi tarafından namaza götürülüyor !!!

Kılıçdaroğlu’nun bu konuda çok dikkatli olması,
partisine taban sağlamak amaçlı siyasi davranış ve konuşmalarından kaçınarak
CHP’nin kuruluş felsefesinden sapmaması gereklidir.
Türkiye’de derin bir dini bölünme ve irtica sorunu vardır.
Cemaatler ve tarikatlar siyasi iradeye ortak olmuşlardır.
Ergenekon-Balyoz vb isimler verilen,
ülke aydınlarını ve onurlu Vatanseverleri hedef alan
tüm operasyonların içinde tarikat ve cemaat olduğu yetkililer tarafından söylenmekle kalmıyor,artık kitaplara dökülüyor.
Laik ve demokratik Cumhuriyet hergün biraz daha yara alıyor.
Tüm bunlara rağmen Kılıçdaroğlu’nun bu konuları görmezden gelmesi
yadırgatıcı ve üzücüdür.Toplum yaşamına egemen olan din baskısını ve
irticai olayları dile getirmesi gereken ilk siyasi parti CHP olmalıdır.

ABD’nin dayattığı yeşil kuşak projesi içindeki ılımlı islam modeli,
güçlenen liberal yeşil sermayenin de eliyle ve AKP’nin din üzerinden yapmakta
olduğu politikalarla artık günlük yaşama da baskısıyla egemen olmuştur.

Türkiye’deki artan dini baskıları ve irticayı görmeyenlere İran’dan örnekler
vermek isterim.Sayın Vural Vural’ın bu konuda derlediği yazıları aşağıda sunuyorum.

Naci Kaptan
24 Eylül 2010

1982 senesi sonunda , ilk kaptanlığını yaptığım “TRAKYA – 1” gemisi ile
İRAN’ a 17000 mt Arpa götürmüştüm. “Bandar Abbas” limanına giren
57 nci gemiydi. 78 gün sonra iskeleye yanaşarak 21 gün süren tahliyeyi
müteakip, TÜRKİYEYE döndüm.

Limanda iken , RADAR arızam nedeniyle acente bir Elektronikçi bulup getirmişti. O tarihlerde ne doğru dürüst bir usta – nede malzeme vardı. Gelen kişi bir müddet sonra itimat edince kendisinin Hava Kuvvetlerinden Yarbay rütbesinde iken , ABD ‘ de eğitim gördüğü için , mollalar tarafından tevkif edildiğini ve EL – AYAK tırnaklarının sökülerek işkence yapıldığını, bilahare serbest bıraktıklarını söylemişti. Ayrıca , ordunun üst kademesinde rütbeli kimse bırakmadıklarını , Tüm MASON larla birlikte 50 000 kişinin idam edildiğini ve her tarafı 17 -25 yaş arası çocukların kontrol ettiğini söylemişti.

O sıralarda İRAN – IRAK harbi devam ediyordu. Bütün kadınlar kapatılmıştı. Herhangi bir şekilde, söylenenlere uymamak kırbaç cezası ile cezalandırılıyordu. İçki temamen yasaktı. Gemiye bir takım broşürler bırakılmıştı. Bunlar arasında İng ve Türkçe kuşe kağıda yazılmış dergiler Vardı. Hepsinin içinde , ULU ÖNDER GAZİ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK hakkında aşağılayıcı ifadeler bulunuyordu. En kötüsü Deccal olarak gösteriyorlardı .

Bunlar TÜRKİYE’ ye gelince “ANIT KABİRİ” ZİYARET ETMEZLER. TÜRKİYE ‘ ye dönünce hepsini İstihbarat teşkilatına göndermiştim. Şimdi duyumlarımıza göre dinci bezirganlarda aynı ifadeleri kullanıyorlarmış. Zaten onurlu davranıp, Anıt Kabiri resmi ziyaretlerde zorunlu olarak programlarına koyarlardı. Acaba bunlar gittiklerinde HUMEYNİ’ yi ziyaret etmiyorlar mı acaba. ABD – AB nin ULUÖNDERİMİZE karşı yaptıkları karalayıcı, unutturucu propagandalar boşuna değil. Bu tiplerin en yüksek makamı işgal ettikleri takdirde olacaklar , pek hoş değil kanısındayım. TBMM Başkanının söylediklerini duyunca buna benzer bir özlem duydukları intibaını veriyorlar. Ek’ teki belgeleri de dikkatle okumanızı.

H. Vural VURAL
UZAK YOL KAPTANI

DÖNÜŞÜM


İran’ı n 1975 Hükümeti (Hoveyda)


İran’ın 2005 Hükümeti (Ahmadinejad)

ŞAH NASIL GİTTİ?- HUMEYNİ NASIL GELDİ?

Dünya 1980’li yıllara evrilirken Orta Doğu bölgesinde çok önemli gelişmelerin ikisine komşumuz İran tanıklık etti.

İran Şahı ve Monarşi devrildi, yerini Mollalar rejimi aldı.

Aynı sırada yılları alacak Irak-İran savaşı başladı.

Bu çalışmada, daha çok Şah’ın devrilmesi ve yerine Ayetullahlar-Mollalar rejimi kuruluş sürecinin kaba bir fotoğrafı sunularak Türkiye’deki gelişmelerle benzerliklere, karşıtlıklara dikkat çekilmek istendi.

İran’da monarşinin gelişi tahminleri altüst ederek çok kısa sayılabilecek bir zaman aralığında yaşandı. Olaylar çok hızlı gelişti.

1978 yılı başında başlayan olaylardan hemen bir yıl sonra İran Şahı tası tarağı toplayıp ülkeyi terk etti.

Bu hızlı finali doğru değerlendirebilmek olayların akışını tek tek gözden geçirmekle mümkün olabilir.

Alt yapı olmadan hiçbir bina tesis edilemez.

1967 Arap- İsrail savaşı sonrasında, Petrol İhraç Eden Arap Ülkeleri, petrolü bir silah olarak kullanmayı kararlaştırmışlardı. Fakat bunun yöntemi konusunda kafaları karışıktı.

Batı ülkelerini ve ABD’yi petrol ambargosu ile sıkıştırmak ne kadar mümkün olabilirdi. Üretimleri petrole dayalı batı ülkelerini büsbütün kızdırmak yanlış olurdu.

ABD ise zaten kendisi bir petrol üreticisi olduğu gibi, gerektiğinde Endonezya, Nijerya ve Venezuela gibi ülkelerden rahatlıkla petrol sağlayabilirdi. Arap yarımadasından başka ülkeler de ABD ile temasa geçebilirlerdi…

Sonuçta, üretici ülkelerin petrol satışından elde ettikleri gelirde bir düşmeyi göze alamadıkları için üretimi kısarak ambargo ambargo uygulamak yerine petrol fiyatlarının yükseltme yolunu seçtiler.

1973 yılı Ocak ayında varili 2.59 dolar olan Arap petrolü, 1973 Ekiminde 5.11 ve 1974 Ocak ayında ise 11.65 dolara çıktı.

ABD kendi adına endişe göstermese de Batı Avrupa ülkeleri, Japonya başlangıçta epey paniklediler.

İş, Orta Doğuya silah ambargosuna kadar vardı. Japonya daha farklı bir tepkiyle neredeyse İsrail ile ilişkilerini kesme noktasına varmıştı.

Bu arada Amerika, aba altından sopa göstermeyi de ihmal etmedi. Petrol Üreten Arap Ülkelerinin uyguladıkları bu politika yüzünden Batı ülkelerinin sanayi çökecek olursa Amerika Birleşik Devletleri’nin Basra Körfezi bölgesine asker çıkaracağından bile söz edildi…

Petrol üreticileri 1973 ve 1974’de yarattıkları bu şoktan sonra her altı ayda bir petrolü zamlandırmayı da olağanlaştırdılar.

Batı buna karşılık vermekte gecikmedi. İlk şoku atlatan batılı sanayileşmiş ve gelişmiş ülkeleri petrol alımında karşılaştıkları zamlı fiyatlarla girdileri arttığı için ürettikleri her mala zam yaparak denge sağlama yolunu tuttular.

Böylece, petrol zamcısı körfez ülkeleri, batı ülkelerinden aldıkları başta silah olmak üzere tüm tüketim maddelerine daha fazla para ödeyerek kavuşabildiler.

Bir anlamda onlar açısından değişen bir şey olmadı. Olan, Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelere oldu.

1974 Petrol Krizi İran gelişmelerine de damgasını vurmuştur.

İran’da feodalite hüküm sürüyordu. Ülkede hem büyük toprak sahipleri vardı, hem de topraksız 2 milyon aile yaşıyordu ülkede.

İran’da din faktörü her zaman etkin olmuştur. Sosyal yapı içinde Ayetullahlar, Mollalar her zaman ağırlıklarını hissettirmişlerdir.

Böyle bir yapıda modern bir toplum yaratmak çok zordu.

Buna karşın, sivillerden ve askerlerden oluşan bir aydınlar kitlesi de vardı. Ama Şah Muhammed Rıza Pehlevi bu aydın kitleyi kendisine bağlamıştı. Şah’ın çizdiği çerçevede bir modernlik yaşanabilirdi ancak. Şahın en büyük dayanağı İran Ordusu idi.

Şah bazı reform girişimlerinde başarısızlığa uğramıştı. 1960’ların başında giriştiği ama beceremediği Toprak Reformu bu konuda başta anılır.

Yukarıda değinilen petrol fiyatları artışı İran’ın petrol gelirlerini muazzam ölçüde arttırdı.

Petrol sayesinde paraya boğulan İran Şahı, ülkesini bölgenin en büyük askeri gücü yapmak için Amerika’ya milyarlarca dolarlık silah siparişi verdi. Tüm Basra Bölgesine hâkim olmak istiyordu.

Askersel, ekonomik ve sosyal alanda modernleşme çabaları batıyı örnek alarak ülkede yaygınlaşıyordu. 1978 yılına gelindiğinde 50.000’i Amerikalı olmak üzere 100.000 kadar yabancı uzman çalışıyordu İran’da. İran halkının giyimde-kuşamda-yaşamda bunlardan etkilenmesi kaçınılmazdı.

Bu çağdaşlaşma ve modernleşme görüntüleri başta mollaların ve onların etkisindeki din çevrelerinin tepkisini çekiyordu.

Böylesi etkileşimlerin İran halkının geleneksel toplum değerlerine ters olduğu işlendi. Batıya yöneliş, milli ve manevi değerlerden kopuş olarak yorumlanıp propaganda edildi.

Petrol gelirlerinin yol açtığı zenginleşmeyle yıllık kalkınma hızı yüzde 10 oldu. Sanayileşme şehirleşmeyi tetikleyince tarımsal üretim düştü ve şehirlerde işsiz yığınlar birikmeye başladı. Bunun ardından gıda maddeleri ve lüks tüketim maddeleri ithalatı da arttı.

1978 yılında gıda maddeleri ithalatı 2 milyar doları, enflasyon yüzde 35’i vurdu. Kalkınma hızı yüzde 3.5’a düştü. Sosyal ve ekonomik dengesizlik dengesizlikler artmış, uçurumlar derinleşmişti. Toplam tüketimin yüzde 40’ı ülke nüfusunun yüzde 10’una aitti.

Maddi imkân ve refah içinde yaşayanlar Şah yanlıları idi. Ülkede rüşvet ve suiistimal ayyuka çıkmıştı. Ülkedeki birçok büyük şirketin hissedarı olan Şah ve yakınları, aile mensupları rüşvetle anılır olmuşlardı.

Şah karşıtları için SAVAK korkulu bir rüya idi. Küçük büyük demeden tüm muhalefeti acımasızca eziyordu.

Yeraltı faaliyetleri ve terörist faaliyetler de aynı acımasızlıkla sahnedeydi.

Halk hızla cepheleşiyordu.

Solda TUDEH Partisi, Mücahidin-i Halk, Marksist-Leninist Fedayin-i Halk gibi kuruluşlar ile ortada Milli Cephe Kuvvetleri Birliği bulunuyordu. Liderliği Dr.Kerim Sanjabi ile Şahbur Bahtiyar tarafından yürütülen bu cephede aydınlar ve öğrenciler önemli bir ağırlığa sahipti ve temel amaçları şahın yetkilerini sınırlandırmaktı.

Profesör Mehdi Bazergân’ın İslamcı karakteri ağır basan İran Kurtuluş Hareketi de Milli Cepheye dahil küçük bir gruptu.

Solda ve ortada olan bu grupların sağında ise İran’ın geleneksel Şii karakterine ağırlık veren, Batı kültürüne kesinlikle karşı çıkan, İran’da İslam Hukukuna uygun olarak şeriat devleti isteyen dinciler grubu vardı.

Bunlar kanunların şeriata uygunluğunu denetleyecek 5 kişilik bir din adamları heyeti oluşturulmasını istiyorlardı.

Liderliğini Ayetullah Ruhullah Humeyni ile Ayetullah Sait Kasım Şeriatmedari (İran’daki Azeri Türklerinden) yapıyorlardı.

Bunların arkasında 180.000 molla, nüfuzları hayli geniş olan Bazaariler(Çarşı esnafı) vardı.

Endüstrileşme ve şehirleşmenin büyük şehirlere göçle yığdığı işsizler ordusu da bu mollalar grubunu destekliyordu.

Bu tablo yaşanırken Humeyni neredeydi? Humeyni, Şaha karşı muhalefeti nedeniyle 1963 yılında iltica ettiği Irak’ta yaşıyordu. Kitleler üzerinde çok etkiliydi.

1978 sonbaharında İran’da ayaklanmalar genişleyince İran’ın isteği üzerine Irak, Humeyni’yi ülkesinden çıkardı.

1978 Ekiminde Paris’e geçen Humeyni karargâhını orada kurup ayaklanmaları idare etmeye devam etti.

1978 Ocak ayında muhalefet ayaklanmaya dönüştü. Kum kentinden Tebriz’e ve diğer şehirlere sıçramasıyla bir yıl boyunca hükümet kuvvetleri ile halkın çatıştığı bu ayaklanmada 2000 kişi hayatını kaybetti.

Monarşi rejimini iki kuvvet yıkmıştır.

1- Cami

2- Petrol kuyuları

Dinciler camiyi karargâh olarak kullanmışlar, solcu gruplar ise özellikle petrol kuyularında örgütledikleri grevlerle etkili olmuşlardır.

Grevlerle üretimin düşmesi, siyasi gücünü petrolden sağlayan Şah’ı epey yıpratmıştır.

Günlük üretimi 6 milyon varil olan petrol üretimi 1978 yılında 700.000 varile düşürülmüştür.

1978 Ağustosunda İsfahan çatışmaları sıkıyönetim getirdi. Bir yandan da ÖDÜN KAPISI ARALANMAYA BAŞLADI.

Daha mutedil oluşu dikkate alınarak başbakanlığa Cafer Şerif İmami getirildi. Ş.İmami 1979 Haziranında genel seçimler yapmayı vaat etti ama ayaklanmalar Tahran ve 10 büyük şehirde de sıkıyönetim ilânına neden oldu. Fakat çarpışmalar daha da arttı.

Ş.İmami 5 Kasımda istifa etti.

6 Kasımda General Gulam Rıza azhari yeni hükümeti kurdu.

Hükümet ve Şah yeni tavizlere yöneldiler.

– Siyasi mahkûmlar serbest bırakıldı

– Siyasi muhalifler için af ilân edildi.

– İslâmi takvim kabul edildi.

– Şah ailesi mensuplarının iş hayatına girmesi yasaklandı

– Şah radyo konuşmasıyla hatalarını itiraf etti.

Elbette bunlarla ortalık yatışacak değildi. Çarpışmalar şiddetlenerek sürdü. Paris’ten yollanan Humeyni bildirileri gizli gizli her yanı dolaşıyordu

Humeyni, verilen tavizlere kanılmamasını telkin ediyor, halkın İslâm adına kan dökmesini, bu yolda askerlerin de halkla birleşmesini istiyordu.

Azhari hükümeti de ancak 2 ay dayanabildi.

6 Ocak 1979’da yeni başbakan Dr.Şahpur Bahtiyar oldu. Bahtiyar 17 maddelik bir hükümet programı ilân etti.

Bu programa göre;

– Rejimin sertliğini giderecek birtakım hürrüyetler getirildi.

– Dini liderlerin devlet idaresinde daha fazla rol almaları kabul edildi.

– İsrail’e petrol satışları durduruldu

– Filistin Kurtuluş Örgütü ile daha yakın ilişkiler öngörüldü.

Aslında, Bahtiyar hükümeti ile beraber İran’da Şah’sız bir yönetim dönemi başlamış oldu.

Şah bir taviz daha vermek zorunda kalarak geçici bir süreliğine ülkeden ayrıldı.

16 Ocak 1979 günü İran Şahı M.Rıza Pehlevi ve eşi Şahbanu Farah Tahran’dan ayrıldılar.

9 kişilik bir Niyabet Konseyi kurulmuş olsa da gidiş o gidişti… Şah için artık her şey bitmişti. Bunun adı Monarşinin fiilen sona ermesi idi.

Şah’ın İran’dan ayrılması ülkede bayram sevinciyle kutlandı.

Artık her şey Humeyni2nin kontrolüne giriyordu.

Bahtiyar’ın 6 Ocak 1979’da başbakanlığı kabul etmesi Humeyni’yi kızdırmıştı. Bu nedenle Bahtiyar Hükümetini meşru saymadı. Onun yerine 13 Ocakta İslam Devrim Konseyini ilân etmişti.

Bu durumda iki ayrı hükümet vardı.

Mehdi Bazergân, Humeyni ile Bahtiyar’ı uzlaştırmak için arabuluculuk yapmaya çalıştı.

Bazergân, aynı zamanda Ordu ile Humeyni arasında da arabuluculuk yapmak istedi. Zira, Ordu genellikle Şah yanlısıydı. Şah gidince Ordunun tutumu özel bir önem kazanmıştı.

Bir ara, Ordunun müdahalesinden söz edildiyse de böyle bir şey olmadı. Müdahale edilmedi, Humeyni safına da geçilmedi.

1 Şubat 1979’da Humeyni özel bir uçakla Paris’ten Tahran’a geldi. 3 milyon kişi Humeyni’yi büyük gösterilerle karşıladı.

İslam Devrim Konseyi Başkanı sıfatıyla ;

– 4 Şubatta Mehdi Bazergânı geçici hükümet başkanlığına atadı.

– Şahbur Bahtiyar, Bazergân hükümetini tanımayınca iki hükümetin taraftarları arasında Tahran’da çatışmalar çıktı ama uzun sürmedi.

– Çünkü Ordu Komutanları 11 Şubat 1979’da tarafsızlıklarını ilân ederek askerlerini kışlalarına çektiler.

– Aslında Hava Kuvvetleri Komutanı daha başlangıçta Humeyni tarafına kaymıştı.

– Ordunun biraz da kendi iç dengesini gözeterek geri çekilmesi karşısında çaresiz kalan Bahtiyar’a yapacak bir şey kalmamıştı.

– Şimdi İran’da Humeyni rejimi resmen de başlıyordu.

Mollaların bu yeni rejiminin teşkilatlanması, otoritesinin sağlanması bir süre daha sokak hakimiyetine bağlı olarak yürüdü.

Humeyni rejiminin militanları kendilerine Devrim Muhafızları diyorlardı. Devrim Komiteleri kurarak şüphelendikleri insanları keyfi bir biçimde hapse tıktılar, uydurma gerekçelerle uydurma mahkemelerde yargılayıp idam ettiler.

Bu yolla binlerce insan öldürüldü.

Uluslar arası Af Örgütünün belirlemelerine göre;

– 1979 Şubat- 1981 Haziran ayına kadar 3350 kişi,

– 1981 Haziran- Ekim döneminde ise 1800 kişi idam edilmişti.

Şah Pehlevi’nin SAVAK’IN yerini yeni bir Savak, Mollalar Savak’ı almıştı.

Bu korku ve yılgınlık altında 30-31 Mart 1979’da yapılan halk oylamasında halkın yüzde 99’unun oyuyla monarşiye son verilirken İran İslam Cumhuriyeti kurulmuş oldu.

3 Ağustos 1979’da yeni anayasayı kabul edecek 73 üyeli Konsey seçimi yapıldı. Aslında Humeyni ayrı bir komiteye kendisi için bir anayasa hazırlatmıştı.

Etnik gruplarla ilgili bazı haklar da içeren değişikliklerle 1979 Aralık ayında halk oyuna sunulan anayasa kabul edildi.

Ocak 1980’de ise Cumhurbaşkanlığı seçimleri yapıldı.

1960’dan beri Humeyni’nin çok yakını olan Dr.Bani Sadr, yüzde 75 oyla Cumhurbaşkanı oldu.

14 Mart ve 9 Mayıs 1980’de iki aşamalı olarak yapılan meclis seçimlerini Mollalar ve din adamlarınca desteklenen Cumhuriyetçi İslam Partisi büyük bir çoğunlukla kazandı.

Meclis Başkanlığına seçilen Muhammed Ali Recai 1980 Ağustosunda başbakanlığa getirildi. Bunun üzerine Bani Sadr’ı destekleyen merkezciler ile Recai liderliğindeki aşırı sağcılar ve dinciler arasındaki gerginli derinleşti.

Recai, 31.8.1981’de Mücahidin-i Halk örgütü tarafından düzenlenen suikastla öldürüldü.

Bani Sadr, boş sloganlar yerine ekonomik tedbirlere yönelmek istiyordu.

Recai ise başbakan olduğu halde işi heyecanlı sloganlarla yürütme eğilimindeydi.

Petrol gelirleri iyice azalmış, işsizlik daha da artmış, enflasyon yüzde 50’ye çıkmıştı.

Bani Sadr ile Recai arasındaki mücadelede Sol gruplardan TUDEH partisi tamamen dincilerle ittifak içinde Recai’yi destekledi.

İlerici-İslamcı Mücahidın-ı Halk hareketi ise Beni Sadr’ın arkasında yer aldı.

1981 Mart başından itibaren Bani Sadr-Recai mücadelesi Tahran sokaklarında çatışma olarak belirdi.

Humeyni ağırlığını Beni Sadr’dan yana koydu.

16 Mart 1981’de Bani Sadr Silahlı Kuvvetler Başkomutanlığını da üstlendi. Ancak, Meclis Recai’yi destekliyordu.

Humeyni 3 ay dolmadan Bani Sadr’dan desteğini çekti. Başkomutanlıktan ve Cumhurbaşkanlığından azletti.

İzini kaybettiren Bani Sadr bir süre sonra Paris’te ortaya çıktı.

Aşırı sağcı dinci gruplarla Sol gruplar ve Bani Sadr’ı destekleyen Mücahidin Halk ile Devrim Muhafızlarının çatışmaları daha da arttı.

Yukarıda da belirtildiği gibi Muhammed Ali Recai, Mücahidin Halk’ın tertiplediği bir suikastla öldürüldü.

Suikastlar, sabotajlar 1982 yılı ortalarına kadar sürdü.

Yukarıdaki notları bir seminer çalışması için Prof. Fahir Armaoğlu’nun 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi adlı eserinden yıllar önce çıkardığım notlardan devşirdim. İran’ın daha sonrasına şimdilik gerek yok.

Şu kadarını belirtmeden geçmek olmaz:

Türkiye İran değildir.

Türk halkı da dindardır, dinine önem verir, ibadetinin gereğini yapar ama Türkiye yolunu çizmiştir.

Din ayrıdır bizde, devlet işi ayrıdır.

Din Allah’la kul arasındadır ve bir inanç işidir. Kimse kendi inancını bir başkasına dayatamaz, inancının gereklerini yerine getirirken başkasını rahatsız etmez, başkasının yardımına muhtaç olmaz, başkasının engellemesiyle karşılaşmaz. Laiklik yurttaş için vazgeçilmez, olmazsa olmaz bir modeldir.

Dinin devlet işlerine, günlük sosyal yaşama karıştırılması kesinlikle söz konusu edilemez.

Türkiye, Laik, demokratik, sosyal hukuk devleti uygulamalarıyla bu konuda gereken olgunluğa ulaşmıştır.

Bu değerlerle oynamak isteyenler Cumhuriyet tarihi boyunca şurada-burada ortaya çıkmışlardır. “Şanslarını” denemişlerdir, derslerini almışlardır.

Hatta iktidar bile olmuşlardır ama bu milletin Atatürk’ten miras ve çocuklarına emanet edecekleri Türkiye Cumhuriyeti’nin temel değerleriyle oynamanın, buna kalkışmanın yanlışlığını acı tecrübelerle öğrenmişlerdir.

O “tecrübelerden” çıkardıkları “ders”lerle milleti bir süreliğine kandırabilenler-değiştik diye ikna edenler o geçici süre zarfında iktidar koltuğuna oturduklarında bile Atatürksüz edememişlerdir.

Başları sıkıştığında, her şeyin sorumlusu saydıkları Atatürk’e sığınmak zorunda kalışlarını oturup adam gibi değerlendirmek onların kendilerine düşer.

Onların sığındıkları Atatürk, bir despot, bir diktatör değildir. O Atatürk milletin bağrında taht kurmuş saltanatsız bir Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı Atatürk’ten başkası değildir.

O Atatürk bir çağ, kültür, uygarlık değişimi olan Cumhuriyeti saltanat ve hilafet artığı bir yok oluş, tarih sahnesinden siliniş sürecini tersine işleterek kurmuş ve milletine sunmuş bir dehadır.

O koşullarda tarihin en kolay monarkı olabilecekken Cumhuriyeti ve demokrasiyi işaret eden bir büyük devlet adamıdır Atatürk.

Kendisine sunulan Halifeliği de elinin tersiyle iten, laiklikte sağlık ve esenlik gören sorumlu bir devlet adamıdır Atatürk.

Malını mülkünü Türk Milletine armağan etmiş bir yüce insandır Atatürk.

Atatürk’e doğrudan karşı çıkamayanların, devletin orasına burasına sızanların elde ettikleri olanaklarla yeni mevzilere sızmak istedikleri, mevzilerini genişletmek istediklerini görmüyor değiliz.

Bağımsızlığımıza dokunulamayacağını teşebbüs sahipleri ve dayandıkları güçler göreceklerdir.

Atatürk’ün 19 Mayıs 1919’da daha Havza’da iken haykırdığı sözler daha şimdi söylenmiş gibi:

“Sessiz, durgun baş eğik kalmayınız.

Uyanınız.

Milli bağımsızlığımızı çiğniyorlar.

Haklarınızı savunmak için birleşiniz.

Düşmanın karşısına dikiliniz.

Toplantılar yapınız.

Mitingler düzenleyiniz.

Sesinizi duyurunuz.

Bütün dünyaya;

“Ben Türküm bağımsızlık bana

Atalarımdan miras kaldı,

Onu sana vermem.” Diye haykırınız.”

Bir sonraki yazıda Türkiye’yi İranlaştırma yolunda adım adım sızmaların nasıl yapıla geldiğine mercek tutulacak, sorumluluklarımıza işaret edilecek.

20 Mart 2007

Bahattin ASLAN

****

NAZİLER onu götürmeye geldiklerinde, kilisedeki papaz o ünlü sözünü söylemişti:

Önce Yahudileri götürdüler, sesimi çıkarmadım,

arkasından aydınları götürdüler, sesimi çıkarmadım

sonra muhalefeti götürdüler, sesimi çıkarmadım

peşinden Çingeneleri götürdüler, sesimi çıkarmadım,

peş peşe demokratları, sosyalistleri, liberalleri götürdüler…. sesimi çıkarmadım,

En sonunda beni götürmeye geldiklerinde ses çıkartacak kimse kalmamıştı…”

*

Göreceksiniz bir gün ses çıkartacak kimse kalmayacak. Bunlar önce cumhuriyetimizin en temel kavramı ”laik devlet”i alıp attılar. Kimse ses çıkartmadı. Kurumlar, ilkeler bir bir götürüldü. Devleti ayakta tutan, ömrünü çürütmüş, deneyimli, kir-pas içinde bile namuslu kalmayı başarmış, suçsuz-günahsız, ama sessiz kadroları çeşitli tehditlerle temizlediler.

Peşinden; MGK silindi…

Özel af yasaları ile yargıçlar yetkisizleştirildi.Medyada işlerine gelmeyen programlar, yorumcular, yayınlar bir bir susturuldu. Kimseden ses-seda gelmedi.

Şimdi YÖK’ü götürüyorlar. Hepimiz biliyoruz ki; Cumhurbaşkanı’nın yetkilerini kısmaktan, TRT’ye kadar kalan tüm kurumlar için kapıdalar.

Yakında sıra şimdi sessiz kalanlara gelecek.

Sendikalar…

TÜSİAD…

Demokratlar…

Laik toplum dernekleri…

Tüm bunlar kaçınılmazdır. Çünkü tüm bunların yerine koyacakları kendi kadroları, kurumları ve kavramları var.

Sermayeleri… işadamları…. sendikaları…. medyaları…Örgütleri… İlkeleri…

Bir karşı devrimdir bu. Birçok yanıltma yöntemi kullanıyorlar, sırada olanların sesleri çıkmasın diye.

Ve kimse sesini çıkartmıyor. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın diye…

Tam tersine destek var. Ama bir onları da götürmeye geldiklerinde…

Ses çıkartacak kimse kalmamış olacak…

Dilerseniz son olarak şunu bir kere daha hatırlayalım.

İran’da Şah bize gelmez demişti.

***
“Bizde olmaz” diyenlere ithaf olunur …”

This entry was posted in Uncategorized. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *