Gerçeği arayış!…


Gerçeği arayış!…

PROF.DR. TÜLAY ÖZÜERMAN – 21.01.2017

Yazının başlığını, “Totaliter rejimin inşası” olarak düşünmüştüm. Demokrasiyi konuşmaya ve tüketmeye o kadar alışkınız ki; totalitarizm giderek yakınlaştığı halde, hala toplum belleğinde yeterince yer bulamamış bir kavram. Yaşamımızda gerçeği ne kadar yok edersek o kadar yer açıyoruz ona.
Günümüzde yeniden üretilen bir yönetim biçimi totalitarizm; “otoriter demokrasi” de deniliyor. Görünüşte demokraside olması gereken tüm kurumlar var, ancak işleyiş biçimi farklı. Toplum katmanlarını da içine alıyor üstelik. İktidar odaklı, esasen iktidarın gereksinmelerini karşılayan talepler üreten sivil destek oluşumları, demokratik devletin katılım kanalları işlevini gören “sivil toplum”a tekabül ediyor. Toplumun genelinin kabul görmeyeceği kararların arkasına diziliyorlar.
Biçimsel demokrasiden otoriter ve/veya totaliter sisteme geçişin ille sert olması gerekmiyor. Farkındalık olsun/olmasın, var olan kurumlara bakarak, yaratılan sonuç üzerinden konuşulanlarla düşünme alışkanlığına düşerek, zaman içinde parçası haline getirilerek de geçiş yapılabilir.
Totaliter iktidar, iktidarı tekelleştiren bir parti etrafında şekillenir. Yaşamın tüm alanlarının kontrolünü elinde tutan ve tekil siyaseti yürüten ve sistemin tek özerk birimi haline gelen bu yapıya J. Rupnik; “çok biçimli parti” adını veriyor. Devlet örgütlenmesi ve toplumsal yaşamın tüm örgütlü biçimlerinin kullanılış tekelini iktidardaki partiye bağlayan ve denetleyen sıkı bir sistem.
Kolakowski, totaliter sistemin örülüşünde yalanın işlevinin önemine işaret eder ve iki temele dayandırır: Belleğin tahrip edilmesi ve totaliter dil. Öyle ki, C. Milosz; iktidarın silah namlusu ile fethedilebilmesine karşın, sürdürülmesinin dil sayesinde mümkün olabileceğinden söz eder. Sistematik olarak tarihsel belleği tahrip ve yeni bilgi akışının yönlendirilmesi ile gerçeklik ölçütünün ortadan kalkması durumu da, “kurumsallaşmış yalan” olarak tanımlanıyor. Gerçek, yöneticilerin gereksinimlerine göre değişiklik gösterdiğinden, yalanın gerçeği tedavülden kaldırmasına “totalitarizmin bilişsel zaferi” diyor Kolakowski; “bu noktada artık yalan söylemekle suçlanamamaktadır” diye ekliyor; “yeni bir medeniyet” olarak tanımladığı siyasal sistemin temellerini oluşturan ve sistematik olarak tarihsel belleği tahrip eden büyük Y’li bir yalandan söz ederken.
V. Havel’e göre; yalana inanmak gerekli değildir, inanmış gibi davranılmalı ya da en azından tahammül edilmeli, yalanı kullananlarla iyi geçinilmelidir. “Yaşamı yalanla birlikte ve yalanın içinden kabul etmek yeterlidir; sistem bu yolla olumlanır, anlam verilir, yaratılır…. ve kaynaşılır” diyor Havel. Bu noktada resmi propagandanın bilinçli destek alması ile sinik kayıtsızlıkla karşılanmasının anlamlı olmadığına da işaret ederek.
Belleğin silinmesi işlevinde yalanın bu silinme ile yerine yerleştirilecek ideolojinin kabullenilmesini sağlanması konusunda nihai sonuç olarak tüm toplumsal unsurların araçsallaştırılmasına işaret eden Mlynar; totaliter iktidarın kalıcılığının “bellek erozyonu” ile sağlandığını, “yeni” kavramı etrafında üretilen bir sürü lafın da “geçmişle kopuş” amacından kaynaklandığını söylüyor. Ona göre; “totalitarizmin başta gelen karakteristiği, toplumsal etkinliğin mümkün tüm alanlarındaki bağımsız eylem bağlamlarını sınırlamak konusundaki sürekli kapasitesidir”.
Totaliter istemin yapı taşlarını; karizmatik diye nitelenen bir lider, kitle terörü, sürekli tasfiye, ideolojik seferberlik gibi ölçütlerle tanımlayan Batılı siyaset bilimciler, bu kümelemeyi 1950’li yıllarda yaparken, 21. Yüzyılda demokrasinin boşaltılışının anlatımının da kolaylaştırıcısı olacaklarını bilemezlerdi. Mlynar; totaliter iktidarı “dinleme yerine konuşma gücü, öğrenmeden yapabilme yetisi” olarak tanımlıyor. Heller; “ortam mesajın kendisidir” göndermesi ile söylevin konusunun iktidarın kendisi olduğunu, “iktidar korunmalıdır” vurgusu ile her türlü tepkinin dışlandığını anlatır, tüm kelimelere siyasal nüans kazandıran “dilsel diktatörlük”ten söz ederken.
Sistem dönüşümünde direnç göstermesi gerekenlerin edilgenlikleri konusu, dönüşümün farkındalığına karşın sinik durma nedenleri üzerinde düşünürken, siyasal edilgenliğe alışmış bir yurttaşın, kendi demokratik sivil özgürlüklerini korumak için kolaylıkla seferber edilebileceğine inanmanın güçlüğüne vurgu yapan Heller’ın; ihtiyaçların yalnızca tüketime yönlendirilmesinin yurttaşları siyasal edilgenliğe sevk etmesi /edilgenliğe alıştırması ve tatmin edilmemiş ihtiyaçların doyumsuzluğu arttırdığı, bunun da biçimsel demokrasiyi kısıtlamak için içteki antidemokratik güçlere şans tanımaya yol açtığı savı değerlendirilmeli.
Direnç gösterenlere içkin anlamlı tanımlama Kundera’dan: “İnsanın iktidara karşı mücadelesi, belleğin unutmaya karşı verdiği mücadeledir” diyor. Simecka’nın; “…insan onurunun ortaya konulması kadar, bütüncül bir bozulma ortamında kendini koruma ve savunma edimi…” ve tümüyle yöneticilerin insafına kalmış “unutkanlık rejimi” altında sınırlı da olsa kişinin belleğini korumaya yönelik girişimi, dediğini de bu çerçeveye ekleyebiliriz.
Totalitarizmin türlü biçimleri olduğu malum. Mlynar; özerkliğin kaybolduğu eşikten söz ederken, teorik model ile gerçekliğin analizi arasındaki mesafeye, “totaliter durumlar”, “totalitarizme yönelik temel bir eğilim” gibi başlıklar eklemiş. Deutsch; tüm öznelerin özerklik ve özyönetim kapasitelerini yitirdikleri aşamada toplumu, “yürüyen bir ceset”, “robot” olarak tanımlıyor.
İktidarların etki alanının genişletilmesi üzerine telkinlerin çoğaltılışına bakarak; demokrasi üzerine yapılan okumalardan “yeni totalitarizm”in kurumsallaşmasına dair okumalara geçiş, içinden geçtiğimiz sürecin de özeti gibi. İnsan özgürlükleri ve çoğaltılması üzerine konuşmalardan giderek uzaklaşırken, haksızlıklar üzerine daha çok konuşur buluyoruz kendimizi.
Konu ilginizi çektiyse; hala okumamış olanlar için George Orwell’ın “1984” adlı eseri ile yukarıda sayılan yazarların eserlerine atıfta bulunulan John Keane’nin “Sivil Toplum ve Devlet” adlı eserini önerelim. Gerçekten giderek uzaklaştırılışımızı J. Baudrillard; “Simülakrlar ve Simülasyon” adlı eserinde anlatıyor: Taklidin aslın yerine geçirilişi, anımsatmaktan çok unutturma işlevini gören medya adlı devasa boşluk ile anlam parçacıklarının içeriğinden nasıl boşaltıldığı ve kitlelerin iletişim araçlarına sarılarak modern kurban törenleri ritüellerini söz birliği etmişçesine yerine getirişlerini… Yukarıda sözü edilen “kurumsallaştırılmış yalan” burada; “gerçekmiş gibi yapmak” durumunda -mış gibi’nin gönderdiği bir gerçek kabul ile karşılaştırılabilir. Bir de E. Fromm’un “Özgürlükten Kaçış” adlı eserini önerelim.
21. yüzyılda, 20. yüzyıla kadar insan ve özgürlükler adına biriktirilenlerin boşaltılmasına tanıklık etmek bir yana, parçası haline getirildiğimiz görünür bir gerçek. “Gerçek nedir?” sorusunun atlandığı bir zeminde biriktirdiklerimizin korunamayacağı gibi!… Yüzyılın başlangıcı umut verici olmasa da, sonu için kötümserlik yerine, farkındalıklarla üretebileceklerimize yoğunlaşmalıyız.
Özgürlükler adına yeni/yeniden mücadele teması ön almak zorunda. Rejimin yeniden inşa sürecinde yıkıntılar arasına itilmeye çalışılan bellek kırıntılarını kurtarmaya başlamaktan söz ediyorum.
Posted in Uncategorized | Leave a comment

FEYM Grubu ve AYAcademy Bilgilendirme Bülteni (22 Mart 2024)

FEYM Grubu ve AYAcademy
Bilgilendirme Bülteni
(22 Mart 2024)


1. Ermeni Meselesi
a.  Azerbaycan, Ermenistan’ın işgali altındaki 4 köyün geri verilmesini talep ediyor. Azerbaycan-Ermenistan Sınır Belirleme Komisyonu Eş Başkanı, Azerbaycan Başbakan Yardımcısı Şahin Mustafayev’in ofisinden yapılan açıklamada, komisyonların bugüne kadar 7 kez bir araya geldiği, gelinen aşamada sınır belirleme için düzenleyici ve yasal çerçevenin oluşturulmasına yönelik çalışmalar yapıldığı belirtildi. Son dönemde Ermenistan medyasında Azerbaycan’ın Ermenistan’ın 31 köyüne ait arazileri işgal altında tuttuğuna dair yanlış haberlerin yayınlandığı hatırlatılan açıklamada, “sınırlar belirlenene kadar Ermenistan’ın 31 köyüne ait arazilerin ‘işgal altında tutulduğunu’ söylemek tamamen asılsızdır.” ifadesi kullanıldı. Açıklamada, “Ermenistan’ın işgali altında bulunan ve eksklav olmayan 4 köy (Bağanis Ayrım, Aşağı Eskipara, Heyrimli ve Kızılhacılı) tartışmasız Azerbaycan’a aittir ve derhal geri verilmelidir. Ermenistan’ın işgali altında bulunan 4 eksklav köyün (Yukarı Eskipara, Sofulu, Berhudarlı ve Kerki) geri verilmesi konusu sınırları belirleme süreci kapsamında çözülecektir.” ifadeleri yer aldı. Ermenistan, 1. Karabağ Savaşı’nda Karabağ ve civar illerin yanı sıra Gazah ilinin 7, Nahçıvan’ın 1 köyünü de işgal etmişti. 2. Karabağ Savaşı’nda Karabağ ve civar iller işgalden kurtarılmış, 4’ü eksklav olan 8 köy ise Ermenistan’ın kontrolünde kalmıştı. https://www.aa.com.tr/tr/dunya/azerbaycan-ermenistanin-isgali-altindaki-4-koyun-geri-verilmesini-talep-ediyor/3160221
b.  Ermenistan Ulusal Meclis Başkanı Alen Simonyan, Cenevre’de Azerbaycan Milli Meclis Başkanı Sahiba Gafarova ile görüşecek. https://en.armradio.am/2024/03/19/uk-house-of-commons-hosts-debate-on-international-support-for-armenian-refugees-from-nagorno-karabakh/
c.  Fransa Dışişleri Bakanlığı resmi X hesabında yaptığı paylaşımda, Moskova’daki terörist saldırıdan ulaşan görüntülerin korkunç olduğunu ifade ederek “Düşüncelerimiz kurbanlar, yaralılar ve Rus halkıyla birliktedir. Bu iğrenç eylemlerin tamamen aydınlatılması gerekiyor” dedi. https://en.armradio.am/2024/03/23/our-thoughts-are-with-the-russian-people-french-mfa/
ç.  Fransa Başbakanı, Azerbaycan Askerlerinin “SÖZDE” işgali altındaki Ermeni topraklarından çekilmesini istedi. https://massispost.com/2024/03/french-prime-minister-demands-withdrawal-of-azerbaijani-troops-from-occupied-armenian-territories/
d.  Azerbaycan sivil toplumunun çok sayıda temsilcisi, Ermenistan’daki Metsamor Nükleer Santrali ile ilgili olarak Belçika Başbakanı Alexander De Croo ve Brüksel’de düzenlenecek ilk Nükleer Enerji Zirvesi’nin eşbaşkanı olan Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (IAEA) Genel Direktörü Rafael Grossi’ye açık bir mektup yazdı. Açık mektupta Azerbaycan tarafı, zirve liderlerine “nükleer enerji santralinin oluşturduğu küresel tehlikeye” dikkat etmeleri ve bu nükleer santralin çalışmasının derhal durdurulması konusunu Ermenistan hükümetinin gündemine getirmeleri çağrısında bulundu. https://news.am/eng/news/813691.html
2.  Yunan Sorunları
a.  “AB Zirvesi Yunanistan için tarihi önem taşıyor. Zirvede savunma sanayisinde ülkeler arasında işbirliği ve harcamaların optimize edilmesi, silahlı kuvvetler arasında birlikte çalışabilirliğin daha fazla teşvik edilmesi ve Avrupa Birliği içinde kolektif güvenliğin sağlanması konuları temel öncelikler olarak ortaya çıktı. Yunanistan, diğer AB ülkeleriyle ortak satın alma yoluyla savunma harcamalarını optimize etmekten, AB ülkelerinin silahlı kuvvetleri arasında daha fazla birlikte çalışabilirliğin teşvik edilmesinden ve Avrupa savunma sanayiinin bütünleşmesinden çok sayıda fayda elde edecek.” https://www.pentapostagma.gr/ethnika-themata/7230349_istorikis-simasias-gia-tin-ellada-i-synodo-koryfis-tis-ee-apofasistike-i
b.  KKTC Cumhurbaşkanı Ersin Tatar, BM’nin Kişisel Temsilcisi Maria Angela Holguin Cueallar’ın müzakere teklifiyle Rum tarafının Kıbrıs Türklerini çeşitli oyunlarla masaya oturtmaya çalıştığını söyledi. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) tarafıyla müzakere edilmesi teklifine sıcak bakmayan Tatar, Kıbrıs Türkünün çeşitli oyun, baskı ve tuzaklarla masaya oturtulmaya çalışıldığını ifade etti. Tatar, ortak zemin görüşmelerinin ancak KKTC’nin egemenliğinin ve toprak bütünlüğünün tanınmasıyla gerçekleşebileceğinin altını çizdi. https://www.qha.com.tr/turk-dunyasi/cumhurbaskani-tatar-kibris-turku-cesitli-oyunlarla-muzakere-masasina-oturtulmaya-calisiliyor-486584

3.  AYAcademy Bülteni
Sağlık İşletmelerinde Hasta Şikâyetlerinin Değerlendirilmesi” başlığı ile yayınlanan akademik makaleye ilişkin bilgiler AYAcademy’nin aşağıdaki sosyal medya kanal linklerinde yayınlanmaktadır.
https://www.instagram.com/ayacademy.org.tr/
https://www.facebook.com/ayacademy.org.tr/
https://www.linkedin.com/company/ayacademy/
https://www.threads.net/@ayacademy.org.tr
https://www.tiktok.com/@ayacademy.org.tr
https://twitter.com/ayacademy_tr
https://t.me/AYAcademyTelegram
https://www.youtube.com/@AYAcademy_TR
https://www.youtube.com/shorts/tOdz6Q8oXVg

Saygılarımla,
Serkan KORKMAZ
Posted in Uncategorized | Leave a comment

TARİHİN İÇİNDEN PIRILTILI ZAFERLER VE KOMUTAN * BİR ALBAY, 15 GENERALE KARŞI * Çanakkale Zaferi ‘Mustafa Kemalsiz’ anlatılabilir mi?

Tayfun Çavuşoğlu – Gazeteci/ Yazar

Çanakkale Zaferi
‘Mustafa Kemalsiz’ anlatılabilir mi?


BİR ALBAY, 15 GENERALE KARŞI

1950’lerden buyana aralıksız devam eden kafa karıştırma operasyonlarının ne derece etkili olduğunu artık çok net gözlemliyoruz. Bir kez daha gördük ki, iktidarın koruması altındaki bazı siyasi/bürokratik kesimler Çanakkale Savaşı ile Mustafa Kemal adını yan yana anmamak için çok çok özel çaba harcıyor. Bunlara son yıllarda Diyanet İşleri Başkanlığı önderlik ediyor -artık gelenek haline geldi- 18 Mart haftasındaki Cuma hutbesinde bu yıl da Mustafa Kemal’in adı anılmadı.
Çanakkale’den Mustafa Kemal’in adını silmeye, 18 Mart’taki zafer törenlerinde adını ısrarla gözden kaçırmaya çalışanlar, bu tavırlarına eskiden beri “törenlerin deniz zaferi ile ilgili olduğu” gerekçesini dayanak yapmaya çalışıyorlar.
Kastaş yayınevinden çıkan “Çanakkale 1915, Yalanlar-İftiralar-Polemikler” kitabının yazarı Tayfun Çavuşoğlu, Mustafa Kemal Atatürk’ün Çanakkale’deki rolünü şöyle anlatıyor:
18 Mart’taki deniz savaşı ile 24-25 Nisan’da başlayan kara savaşları zincirleme gelişmelerdir. Çanakkale Savaşı bir bütündür. 18 Mart’taki deniz savaşı öncesindeki 3 Kasım ve 19-25 Şubat bombardımanları da Çanakkale Savaşı’nın içindedir. Düşmanların tası tarağı toplayıp Gelibolu’dan kaçtığı gece de…
Üstelik 18 Mart Deniz Savaşı’nda, “Mustafa Kemal denizci değil, bu nedenle kesin orada değildir” zannedenlere, bunu böyle yazıp çizenlere kötü bir haberim var maalesef…
Aynı zamanda Eceabat (Maydos) Bölgesi Kuvvetleri Komutanı olan 19. Tümen Komutanı Mustafa Kemal, 18 Mart 1915’teki deniz savaşı sırasında tabii ki Gelibolu yarımadasındadır ve üstelik o gün itibarıyla bağlı bulunduğu Müstahkem Mevkii Komutanı Albay Cevat [Çobanlı] Bey’le birlikte, bölgesinde alınmış tedbirleri incelemektedir. Cevat Bey’in yokluğunda Müstahkem Mevkii Komutanlığını da Selahaddin Adil Bey yürütmektedir. İsteyen Cevat Bey’in, ikna olmak için yeterli bulmayan, Selahaddin Adil Bey’in anılarına bakar. 18 Mart günü, kim neredeymiş görür.
18 Mart 1915 savaşının adı deniz savaşıdır ama iki donanma arasında geçmez. Müttefik donanması, Boğazın iki yanındaki Türk topçusunu susturup Çanakkale Boğazı’ndan serbestçe geçip başkent İstanbul’a gitmek ister, hem topçu hem de mayınlar buna müsaade etmez. Düşman bakar ki, donanmanın denizden geçebilmesi mümkün olmuyor, tabyaları karadan ele geçirip (çünkü tabyalardan top atışı altında mayın temizliği imkânsızdır) Boğazı donanmaya açmak için kara harekâtına girişir. Deniz harekâtının da, aynı donanmanın sahile çıkan müttefik askerlerini bombardımanla desteklediği kara harekâtının da nihai amacı Çanakkale Boğazı’nı İstanbul’a doğru dümen tutacak müttefik filosuna açmaktır.
Bu nedenle o bölgedeki savaşı, deniz-kara diye birbirinden ayırmanın kendi içinde mantığı yoktur. Tek kalemde Çanakkale Savaşı ifadesi, tümünü içine alır.
18 Mart’ta sadece Deniz Savaşı mı anılıyor?
Çanakkale 1915, Mustafa Kemalsiz anlatılamaz… Her yıl 18 Mart’ta tören yapılmakla birlikte, organizasyonlar Çanakkale Zaferi adı altında deniz-kara savaşlarının tümü için düzenlenmekte, on binlerce aziz şehidimiz topluca anılmaktadır.
Hatırlayınız… Çanakkale Zaferi anmalarında hep 250 bin şehitten söz edilir… (Bu rakam toplam savaş kaybıdır… Sayısı 57.000’i biraz aşan Mehmetçik ve subay savaş meydanlarında şehit düşmüştür… Yaralılar, hastalıktan yaşamını kaybedenler, kaçaklar, esir düşenler… Genel toplam böylece 250 bine ulaşıyor)
Oysa 18 Mart Deniz Savaşı sırasında şehit düşen Osmanlı askeri sayısı sadece ve sadece 93’tür… Demek ki… Eğer 250 bin şehitten söz ediyorsanız…. Kasım 1914’ten Ocak 1916’ya kadar, Çanakkale Savaşları’nın tümünü ele alıyorsunuz demektir…
İşte tam da bu nedenle, Çanakkale 1915, Mustafa Kemalsiz anlatılamaz…
Adı zikredilmeksizin anlatılırsa eksik olur, yanlış olur, yalan olur, çok büyük haksızlık olur…
Mustafa Kemal’in savaşın başında yarbay olan rütbesinin 25 Nisan’da başlayan kara savaşlarının beşinci haftasında (haziran) albaylığa yükseltildiğini ve 1 Haziran’dan itibaren yaklaşık 7,5 ay daha sürecek savaşın sonuna kadar birliklerini kurmay albay rütbesiyle yönettiğini ısrarla görmezden gelme gayretine girenlerin adını (mecburen) anmak zorunda kaldıklarında da hep “Yarbay Mustafa Kemal” ifadesini ön plana aldıklarına dikkatinizi çekerim… Çünkü bu ifadeye de (düşük rütbeli bir subaydı diye) gizli bir anlam yüklemeye çalışırlar.
Halbuki gözden kaçırdıkları detaylar var.
Osmanlı’nın son döneminde (sürekli savaşlar ve rütbeleri düzenleyen kanun nedeniyle) yüksek rütbeli subay sayısı azaldığından, askeri rütbeler ve o rütbelere karşılık gelen askeri kuvvetlerin büyüklüğü bugünkünden oldukça farklıydı.
Örneğin Osmanlı ordusunda orgenerallik yoktu. Generallerin rütbe sıralaması, mirliva (tuğgeneral), ferik (tümgeneral), 1. ferik (korgeneral) ve müşir (mareşal) olarak sıralanıyordu. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bugünkü çağdaş yapısında ise ordu komutanlığı için orgeneral, kolordu komutanlığı için korgeneral, tümen komutanlığı için tümgeneral, tugay komutanlığı için tuğgeneral rütbesinde olmak esastır.
Bugün TSK’da albaylar alay komutanı, yarbay veya binbaşılar ise tabur komutanıdır. Bölüklere de yüzbaşı veya üsteğmenler komuta eder. Gelibolu yarımadasına çıkan İngiliz-Anzak ve Fransız birliklerinde daha 1915’te rütbe-birlik düzeni, aynen bugünkü TSK gibidir. Dolayısıyla Ağustos 1915 itibarıyla Çanakkale’deki müttefik birliklerine baktığımızda, kolordu komutanlarının korgeneral, tümen komutanlarının tümgeneral, tugay komutanlarının tuğgeneral olduğunu görürüz. Daha alt rütbelerde de komuta düzeni bugünküyle neredeyse aynıdır.
Osmanlı’nın ordu düzenine gelince..
O yıllarda uygulanan Rütbelerin İndirilmesi Kanunu (Tasfiye-i Rütep), yaşlı paşaların orduyla ilişiğinin kesilmesi ve savaş kayıplarının da etkisiyle durum farklı… 1915’te Çanakkale’deki Türk ordusunda yüzbaşı ve binbaşılar genellikle tabur komutanı olarak karşımıza çıkar ama bazen alay komutanı binbaşılara da rastlarız. Alaylara genellikle yarbaylar komuta eder, yapılaşmada tugaya ender rastlanır, tümen komutanlıklarını da yarbay ve albaylar yürütür. Kurmay albay ve tuğgeneraller (mirliva) ise kolordu komutanı olarak karşımıza çıkar. Çanakkale’de tuğgeneral, tümgeneral ve mareşal (müşir) rütbesinde paşalar, ordu komutanı olarak görev yapmıştır.
Tam 15 General, Bir Kurmay Albaya Karşı…
Şimdi gelelim asıl can alıcı bilgiye… Müttefiklerin Akdeniz Sefer Kuvveti Başkomutanı Ian Hamilton ve Genel Karargâh Kurmay Başkanı General Sir Walter Pipon Braithwaite Ağustos 1915’teki Suvla çıkarması ve müttefik taarruz harekatını da baştan sona takip etmiş, yer yer müdahalelerde de bulunarak etkili olmaya çalışmışlardır.
Anafartalar Grubu’nu oluşturan 3 kolorduya yani bir ordu düzeyindeki birliklere komuta eden Mustafa Kemal’in rütbesi kurmay albaydır ama örneğin 9-10 Ağustos’ta Conkbayırı ve Anafartalar’da Mustafa Kemal’in karşısına çıkan düşman kuvvetlerinde General Ian Hamilton ve Braitwait’e ilave olarak 13 general daha sahada bulunmaktadır.
İngilizlerin 6 Ağustos’taki Suvla çıkarmasıyla başlayan 7-8 Ağustos’taki çatışmaları, Anafartalar Grubu’nun yeni çıkanlar ile mevcuttaki Anzak ve İngiliz birliklerine karşı giriştiği 9-10 Ağustos’taki efsane taarruzların detaylarını, birliklerin harekat düzeni ve konumları incelendiğinde çok çarpıcı bir tablo ortaya çıkıyor.
İşte İsim isim, İngiliz generallerin listesi
Anafartalar Grubu Komutanı Albay Mustafa Kemal’in emrindeki birliklerin perişan ettiği İngiliz, Anzak ve Hint birliklerinin komuta kademesindeki generaller, görev yerleri ve rütbeleriyle şöyle:
9. Kolordu Komutanı Korgeneral Frederick Stopfort, Anzak Kolordusu Komutanı General Birdwood, Yeni Zelanda ve Avustralya Tümeni Komutanı Tümgeneral Alexander Godley, Hint Tugayı Komutanı Tümgeneral Herbert Vaughn Cox, 10. Tümen Komutanı General Bryan Mahon, 11. Tümen Komutanı Tümgeneral Frederick Hammersley, 9. Tugay Komutanı Tuğgeneral Frederick Shaw, 29. Tugay Komutanı Tuğgeneral R. J. Cooper, 38. Tugay Komutanı Tuğgeneral Anthony Hugh Baldwin, 39. Tugay Komutanı General Sir Walter de Sausmarez Cayley, 53. Tümen Komutanı Tümgeneral John Lindley, Avustralya 4. Tugay Komutanı Tuğgeneral John Monash, Yeni Zelanda Tugayı Komutanı Tuğgeneral Francis Earl Johnston.
General Baldvin öldü, Cooper ağır yaralandı Üstelik listesini verdiğimiz müttefik generalleri karargah subayı değil, hepsi komutan. İngiliz-Anzak kolordu ve tümen karargahlarında kurmay subay olarak bulunan generalleri de saysak bu liste daha da kabarık olacaktı.
38. Tugay Komutanı General A.H.Baldwin Adını verdiğimiz tüm İngiliz-Anzak generallerin 6-10 Ağustos 1915’teki faaliyetleri ortada, hepsi sahada ve fiilen savaşın içinde…
Albay Mustafa Kemal’in yönettiği 10 Ağustos Türk taarruzu sırasında başından vurulan Tuğgeneral Anthony H. Baldwin ve bütün kurmayları ölmüş, Tuğgeneral R. J. Cooper ise ağır yaralanmıştır.
Bu savaşların şerefi direkt Mustafa Kemal’e yazılıyor çünkü savaşlar onu fiilen yöneten komutanın adıyla tarihe geçiyor. Turgut Özakman’ın da işaret ettiği gibi, örneğin Kut’ül Amare zaferi savaşı fiilen yönettiği için Halil Kut Paşa’ya yazılmıştır. O savaş sırasında Başkomutanvekili Enver Paşa’ydı deyip, Kut-ül Amare’yi Enver Paşa’ya yazmayı öneren-düşünen-yazan-çizen yok. Ama iş Mustafa Kemal’e gelince, bazı kalembazlar bu kuralı hemen değiştiriyor. Anafartalar’daki savaşları fiilen yöneten Albay Mustafa Kemal olmasına karşın, zaferlerin şerefini V. Ordu Komutanı Liman von Sanders’e, Enver Paşa’ya ve hatta Padişah Mehmet Reşat’a yazmaya kalkışıyorlar. Oysa taarruzu planlayan-uygulayan Mustafa Kemal’den başkası değil.
Liman Paşa, 9 Ağustos’ta elde edilen başarıyı kutlamak için Anafartalar Grubu karargahına gidiyor, sabah yapılacak 10 Ağustos taarruzunda yine ateş hattına girmemesi için Mustafa Kemal’i ikna etmeye çalışıyor.
Mustafa Kemal ile ilgili yalan-yanlış bilgi ve iftira üretenlere, bu durumu nasıl yorumladıklarını sormak gerekmez mi? Madem Mustafa Kemal’in Çanakkale’deki rütbesi de, savaştaki rolü de pek önemsizdi, karşısında 15 general birden bulunmasına karşın, Anafartalar’da, Conkayırı’nda üst üste kazandığı zaferleri nasıl izah edeceksiniz?
Bizim bazı yazarların “yarbay” küçümsemesinin altında, işte bu hesap bilmezlik, kadir-kıymet tanımazlık yatar.
Albay Mustafa Kemal ‘in emrinde kaç tümen vardı
Bir kez daha dikkatinize sunuyorum: Yarbay Mustafa Kemal’in ilk görevi 19. Tümen komutanlığıdır. Emri altındaki birlik tümen olduğundan, kullandığı yetki aslında tümgeneralliğe eşittir. 1 Haziran 1915’te albaylığa yükselmiş, tümen komutanlığı görevi de 1915 ağustos başına dek aralıksız devam etmiştir. Mustafa Kemal ‘albay’ rütbesiyle Anafartalar Grup Komutanı olduğunda, fiilen orgeneral yetkisi kullanmıştır. Grup Komutanı olarak Anafartalar-Conkbayırı savaşlarında Gelibolu Yarımadası’ndaki Türk birliklerinden oluşan Osmanlı 5. Ordusu’nun yarısından fazlasına (toplam 18 tümenden 10’una, yani 3 kolorduya) komuta etmiştir. Grup Komutanlığı görevi cepheden ayrılana kadar 4 ay daha devam etmiştir.
Çanakkale cephesinde böylesine büyük bir askeri birliğe Liman von Sanders’ten sonra en uzun süre komuta eden subay, Kurmay Albay Mustafa Kemal’dir.
Osmanlı’nın o dönemdeki kuvvet-komuta düzenini incelemeyenler, Mustafa Kemal’i küçümsemek amacıyla “yarbay” rütbesini öne sürüyorlar.
Çünkü aktardığımız bu detaylar gözden kaçtığında yanılgı dolu yorumlar üretmek kaçınılmaz oluyor… Çaresi yok… Yalan-yanlış-uydurma tarihe karşı, gerçekleri anlatmaya devam edeceğiz… Gerçekleri anlatabilmek için hep beraber çaba harcayacağız. Unutmayalım… Okur desteği ve güveni, paha biçilmez bir hazinedir…
İZLEYİNİZ; Link:  https://youtu.be/QDSz6kTgITo

Posted in Uncategorized | 1 Comment

Ne dinimizi ne ana dilimizi koruyabildik

Ne dinimizi ne ana dilimizi koruyabildik

Erdoğan Özgenç – 16 Mart 2024

Anlatmaktan…
Yazmaktan…
Belgelendirmekten usandık…
Bu millet cahil,
Mahil değil,
cin gibi…
Okuyor…
Anlıyor ama anlamazdan geliyor…
Din gibi kutsal bir duygunun,
bu rantçı, çıkarcı, Baskıcı,
Dayatmacı siyasetçilerin elinde
malzeme olmaması gerekir diyoruz…
Kendimizi paralıyoruz…
Dinimiz istismar ediliyor…
Korumak…
Özünü muhafaza etmesini sağlamak zorundayız…
En basit dille tarif ediyoruz…
Diyelim ki en değerli eşyalarınızı
nasıl özenle saklarsanız,
Öyle…
Sevdiğiniz bir gömleği
nasıl ortalıkta bırakmazsanız,
Öyle…
Takılarınıza…
Gümüşlerinize, altınlarınıza
nasıl özen gösterirseniz,
Öyle…
Anlamı olan bir çini vazoyu, tabağı kaşığı
vs nasıl cam vitrinlerde gözünüz gibi koruyorsanız,
Öyle…
O zaman!..
En değerli zenginliğimiz dinimizin istismar edilmesine,
Özellikle de dinimizin kirli-paslı
siyaset meydanlarında kullanılmasına
izin vermememiz gerekir…
Niye korumaktan imtina eder, keyfi bir şekilde,
Kullanılmasına izin veririz ki?
Dinini iyi anlamayan…
Ana dilini iyi kullanmayan toplumların,
İnancı ve vatanseverliği sorgulanmalıdır…
Ne yazık ki ne dinimizi koruyabildik
ne ana dilimizi…
Umarım UTANIRIZ…
Posted in Uncategorized | Leave a comment

KISSADAN HİSSE * NUR YÜZLÜ ADAM

Nur yüzlü, uzun beyaz sakallı, cübbeli ihtiyar bir adam şeyh edasıyle kuyumcuya girdi. Kuyumcu saygıyla karşıladı. İhtiyar dedi ki: –Ben senin sevabınım..!
Kuyumcu güldü ve alaycı bir şekilde: “Pırıl pırıl bir yüzün olduğu doğru, ama bir sevabın böyle görüneceğini hiç düşünmemiştim!” Bu sırada genç bir çift dükkana girerek yüzük istediler.
Kuyumcu siparişi hazırlarken oturmalarını söyledi. Genç hanım gidip yaşlı şeyhin kucağına oturdu.. Kuyumcu şaşırdı ve kadına sordu: “Neden şeyhin kucağına oturdunuz?”
Genç hanım şaşkınlıkla: –“Hangi şeyh?.  İyi misiniz siz? Neden bahsediyorsunuz? Burada kimse yok ki. Bize bu siparişimizi verecek misiniz, vermeyecek misiniz?”
Şaşıran ve utanan kuyumcu genç çiftin yüzüklerini vererek parayı aldı ve genç çift dükkandan ayrıldı. Şeyh kuyumcuya dönerek şöyle dedi: -Beni senden başka kimse göremez ve bu ancak vicdanlı, namuslu ve iyi insanlar için mümkündür.
O arada başka bir erkek ve kadın kuyumcuya girdi ve aynı hikaye tekrarlandı. Kuyumcu derin bir şaşkınlık yaşıyordu.
Şeyh kuyumcuya –Ben senden bir şey istemiyorum! Rızkınızı artırmak için bu mendili koklayarak yüzünüze sürün.”. Kuyumcu mendili kutsal ve ruhani bir tavırla aldı, kokladı ve bayılarak yere yığıldı.
Şeyh ve arkadaşları bütün para ve altınları alarak kaçtılar. 4 yıl sonra Şeyh kılıklı bu adam, 2 hırsız sözde çift hırsız, 2 polis gözetiminde dükkâna girdiler.. Kuyumcu hem şaşırdı hem de sevindi. Sahtekâr hırsızlar yakalanmıştı!!!
Polis memuru, Şeyh ve kuyumcuya soygun olayının nasıl gerçekleştiğini sordu. Kuyumcu ve hırsızlar sırayla hikâyeyi anlattılar. Polis memuru “Olanları uygulamalı ve de aynen tekrarlamalısınız” dedi ve zabıt tutmaya başladı. Şeyh ilk günde olduğu gibi mendili kuyumcuya verdi ve kuyumcu  mendili ilk kez yaptığı gibi koklayıp ovuşturdu ve yine anında bayılıp yere düştü. Polisler ve hırsız şeyh birbirlerine bakarak güldüler .. Şeyh, sahte polisler ve arkadaşları dükkânı tekrar soydular…

Sonuç ; Her 4 yılda bir seçimler tekrarlanıyor ve biz millet olarak şeyh kılıklı soyguncular ve  polis görünümlüler tarafından aynı hikayelerle kandırılarak sürekli olarak soyuluyoruz. Ve hiç de akıllanmıyoruz..
Seçimler yaklaşırken altınlarınıza dikkat edin lütfen.
Sağlıcakla ve uyanık kalın..

YORUM
Bu hikaye gerçekten Türkiye’deki seçimler için pek uygundur. Çünkü 2003 te 18 TL olan bir gram altın bugün (20 Mart 2024 ) tarihinde 2224 TL dir. Bu hızlı yükseliş Türkiye’nin hızlı çöküşünü yansıtır. O tarihten bu yana yapılan tüm seçimlerde seçim gününden sonra daha iyi yaşamlar vaat edilmiştir. Ama açık bütçeler nedeniyle Türk milleti her geçen gün daha gerilere gidip fakirleşerek yaşamaktadır.
Emperyalizm denilen şey aslında Kuvayı milliye dilinde yani Türkçemizdeki karşılığı Harici bedhahlardır. Onlar açık bütçeler yaptırarak ne yaptıklarını biliyorlar. Programlarını sürdürüyorlar. 30 Ekim 1923 ten beri ayni program uygulanıyor. Bu program Türkiye Cumhuriyetini yıkma programıdır.
İsmet İnönü’nün deyimi ile söylersek:
“Bütçe açığı, bir milleti, rutubetin bir binayı çökertmesi gibi yok eder” İnönü’nün dediği maalesef gerçekleşmiştir Rutubetin bir binayı çökertmesi gibi Türk milleti yok olmuştur.
Op. Dr. Aytekin Ertuğrul
Türk milletinin bir ferdi
Posted in Uncategorized | Leave a comment

YOLSUZLUKLARIN PADİŞAHLARI * Nedir mal varlığın! Nerden buldun onu! Nasıl yaptın serveti!

Nedir mal varlığın!
Nerden buldun onu!
Nasıl yaptın serveti!

SÖZCÜ – Necati Doğru – 15 Mart 2024

Sandığa gitmeye iki hafta kala; para sayma makinesi başında CHP’li siyaset adamları görüntüleri ortaya çıkınca doğru mudur, çamur mudur? Deste deste paraların, para sayma makinasına sokulduğu bilgisi basına, halka, adalete, savcıya neden bu kadar geç açıklandı?
Niçin beklendi?
Niçin o gün değil?
Neden şimdi?
Neyzen Tevfik adlı şairimiz vardı. Politikacı ile kaynağı belli olmayan mal birikiminin bir araya geldiği durumları “sorgulayan şiirini” yazıp bize miras bıraktı.
Kime sordumsa seni
Doğru cevap vermedi;
Kimi alçak,
Kimi hırsız,
Kimi deyyus dedi.
Künyeni almak için,
Partiye ettim telefon:
Bizdeki kayda göre,
Şimdi o mebus dedi.
Mebus yani milletvekili, politikacı, belediye başkanı, bakan, başbakan, cumhurbaşkanı; onların hepsi politikacı.
Harun geliyorlar.
Karun oluyorlar.
Yapışıyorlar koltuğa.
Sülükleşiyorlar.
Politika zengin olma, kendi zenginini yaratma;
“kamu parasını yeme ve yedirme mesleğine” dönüştü.
Nedir mal varlığın!
Nerden buldun onu!
Nasıl zenginleştin?
Milyonlarca insanın arayıp, arayıp da bulamadığını siz mebus, milletvekili, cumhurbaşkanı, bakan, belediye başkanı, partiye kalemini satmış gazeteci, partinin yandaşı işadamı, parti başkanının el etek öpücü bürokratı olarak hangi temiz alın teri beceriyi gösterdiniz de bu kadar mal birikimi serveti kazandınız?
Sorulmuyor.
Sorulamıyor.
Yasaklandı.
AKP iktidara gelmeden önce yasada maddesi vardı, soruluyordu. Tayyip Erdoğan seçilip Başbakan olmadan önce “herkese ve de politikacılara da nereden buldun sorgulaması” yapılıyordu. Bu sorgulamayı yapacak Maliye Teftiş Kurulu, Hesap Uzmanları Kurulu, Sayıştay’ın “Düzenlilik Denetimi Görevi” vardı. Gelir Vergisi Kanunu içinde “gelirinin kaynağını açıklama mecburiyeti” bulunan bir madde vardı. 22 yıl içinde siz milletvekili, siz belediye başkanı, siz bakan, siz başbakan, siz cumhurbaşkanı, siz yandaş ya da fondaş gazeteci, siz işadamı; “Villa yaptırmışsın, bankada büyük paran var, çok lüks hayatın var, oğlun kızın vakıf kurmuş, bunları nasıl kazandın?” diye soruluyordu.
Şimdi sorulamıyor.
Yasadan çıkarıldı.
Övünmek ayıptır. Övünmek için söylemiyorum. CHP Ankara, İstanbul, Adana, Mersin belediyelerini kazanınca ben bu köşede; yeni belediye başkanlarına seslenen bir yazı yazmış ve ‘Çalıyorlar ama çalışıyorlar belediyeciliğinden’ kurtulup ‘Çalmıyorlar. Çaldırmıyorlar. Çalışıyorlar belediyeciliğine’ geçtiğinizi halka göstermeniz gerekir önerisinde bulunmuştum. Anakara Büyük Şehir Belediye Başkanı, Mansur Yavaş da bu yazı üzerine beni telefonla aradı; “ben sizin yazınızdaki hedefi gerçekleştireceğim” demişti. Mansur Yavaş, üç hafta önce “ben çalmadım çalıştım” diyerek mal varlığını açıkladı. Diğer adayların da mal varlığını açıklamasını önerdi. Arkasından İstanbul Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu da mal varlığını açıkladı.
AKP’li belediye başkanı adaylar da mal varlıklarını,
birikmiş servetleri varsa tamamını açıklasınlar diye bekledim.
Açıklamadılar.
Açıklasalardı bu kez ben “mal varlıklarınızı öğrendik, şimdi bunları nasıl kazandığınızı açıklayın.
Bu servetlerinizin birikiminde siyasi gücünüzün payı var mı yok mu onu da görelim, bilelim, kıyaslayalım” diye yazacaktım.
Siyaset çürüdü.
Ülkeyi de çürüttü.
Temiz Türkiye!
İstiyoruz.

22 yılın politikacı tarihi: 4 koldan soygun

1- Devletin arazisi, arsası, firması, limanı, köprüsü özelleştirilirken “al- devret modeli” uygulanıyor. Göstermelik birinci alıcı, devlet malını ihalesiz, rekabetsiz, yarışmasız, düşük fiyata sahipleniyor. İsmi önceden belirli asıl alıcıya devrediyor. Devir bitince fark “ahlaksız siyasetçi- ahlaksız bürokrat- ahlaksız iş adamı arasında” paylaşılıyor.
2- Hazine’ye girmesi gereken vergi gelirleri “vücut çalımı atılarak” iktidara yakın vakıf ve derneklere yönlendiriliyor. Hasılat yine ahlaksız siyasetçi- ahlaksız bürokrat- ahlaksız iş adamı arasında bölüşülüyor.
3- Devletin ve belediyelerin büyük çaplı ihaleleri, iktidar yanlısı belli firmalara veriliyor, proje değişikliği, şartname değişikliği ile maliyet şişirilip yine ahlaksız siyasetçi- ahlaksız bürokrat- ahlaksız iş adamı arasında bölüşülüyor.
4- Devletin hizmet ve mal alımları da yine belli firmalara veriliyor ve “üçlü kirli- kara- tiksindirici- sefil- ahlaksız bölüşme” gerçekleşiyor.
Posted in Uncategorized | Leave a comment

KURAN’IN ORİJİNALİ NEDEN YOKTUR?

KURAN’IN ORİJİNALİ NEDEN YOKTUR?

Oraj Poyraz – 14 Mart 2024

Kur’an gökten kitap şeklinde inmemiştir. Muhammed’in eline iki kapak arasında verilmemiştir. Bugün bildiğimiz Kur’an kitabını Muhammed GÖRMEMİŞTİR bile!!

► Sözde ayetler, hafızlar tarafından ezberlenmiş, yaprak, tahta ve deri parçaları üzerine yazılıp, sandık ve depolarda saklanmıştır. (Halbuki o dönemde kağıt vardır.) Muhammed ayetlerin toplanıp kitaplaşmasını istememiştir. Vasiyet de etmemiştir! Allah da Muhammed’e, sözde indirdiği sözlerin, kitap haline getirmesine dair bir ayet indirmemiştir. Kur’an’da da böyle bir ayet yoktur! Allah ve peygamberi, Kur’an’ın kitaplaşmasını istemediler mi yoksa düşünemediler mi? İsteselerdi bunu açıkça ayetle sabit kılarlardı.
► Ayrıca Tevrat ve İncil’de de kitaplaşmasına dair bir ayet yoktur. Ama hem Tevrat’ta hem de İncil’de korunacağına dair ayet vardır.
Kur’an, 22 yıl 3 ayda, Muhammed’in ihtiyaç hissettiği ve indiğine ASLA kimsenin şahit olmadığı zamanlarda, Muhammed’in menfaati ve şartları doğrultusunda, zaman zaman ağzından çıkan KİŞİSEL VE TARİHSEL sözlerdir.
► Ebu Bekir, işte bu sözde ayetleri, Muhammed Haziran 632’de öldükten altı ay sonra, Aralık 632’de Yemame savaşı ve öncesinde, hafız ve sahabelerin 500 ila 700 kadarının öldürülmesi ve Ömer’in teklifi üzerine ilk kez Mushaf halinde toplattırdı. Ömer, Ebu Bekir’e fikrini söylediğinde, Ebu Bekir “Peygamberin bile yapmadığı bir işi ben nasıl yaparım?” demiştir. Ancak Ömer’in baskısı ile ayetlerin toplanması aşamasına geçilmiştir.
► Ömer Ağustos 634’de halife olduğunda, Ebu Bekir’in toplattığı mushafları yaktırdı! Ömer, Zeyd ibn-i Said ve otuz kadar ilk nesil hafızdan oluşan ekip, ayetleri kendilerine göre yeniden derleyip toplayıp, düzenleyip 640-642’de mushaf haline getirdiler. Yani Muhammed öldükten en az 8-10 yıl sonra.
► Osman da Ömer’in derleyip toplattığı bu mushafları yaktı, yok etti! Yine Zeyd ibn-i Said ve otuz kadar ikinci nesil hafız ayetleri yeniden kendilerine göre mushaf haline getirdiler. 654 yılında, Muhammed’in ölümünden 22 yıl sonra bu mushafı üç suret halinde Kur’an olarak yazdılar. Bu arada Osman, Ayşe’deki orijinal, ilk derlenen Kur’an’ı iptal etmiş, bazı ayetleri Kur’an’a dahil etmemiştir! Emevi halifesi Mervan Muhammed’in dul eşi Hafsa’ya emanet edilmiş olan özgün Kur’an metnini yakıp ortadan kaldırmıştı. Bu son Kur’anların yok edilmesi Mervan’ın oğlu Abdülmelik’e Kur’an’da istediği değişiklikleri yapmak fırsatı verdi.
► Emeviler 661 de iktidarı ele alınca, bu kez de Muaviye, Osman’ın yazdırdığı Kur’anları toplatıp yaktırdı!. Hatta Sıffın savaşında, Kur’an yapraklarını, savaşçıların mızraklarının uçlarına taktırıp kullandı.
Emevi halifesi Yezit, 684’de ve Haccac 693’de Kabe’ye iki defa ordu gönderip, Kabe’yi mancınıklarla yakıp yıktılar.
Bu arada Osman döneminden kalan, son ayetleri ve Kur’anları da yaktılar, yok ettiler. 120 yıl boyunca İslam, Kur’ansız olarak 3 ve 4ncü nesil üç beş hafızın bildikleri kadarı ile yaşandı.

Kur’an’ın farklı versiyonlarından zıtlıkları kaldırmak bahanesi ile sesli harfler ile fonetik işaretler sokularak, HACCAC bizzat metinlere eklemeler ve önemli değiştirmeler yaptırdı. Ebubekir, Ömer ve Osman’ın, Kur’an’ın metinlerinde yaptıkları değişiklikler, kişisel ya da kuramsal nedenlerdendi.
Emeviler tarafından yapılan değiştirmeler ise siyasal, hanedanlık ve sömürgeci yayılmacılık nedeniyledir. Kur’an’daki değişiklikler, İslam inancına daha farklı bir hüviyet vermek, özel olarak Arap yazısını desteklemek, Arap milliyetçiliğini korumaya almak ve Arabizm/Arapçılık eğilimlerini desteklemek için gerekli görüldü. Böylece Arap halkının dinsel ve kültürel egemenliğini tam yerleştirmek, İslam’ı, Hristiyan ve Museviliğe üstün tutup farklı seçkin bir din olarak sunmak amacıyla Kur’an’ı bu değişiklikler için araç yaptılar.”
► Abbasiler 750 yılında iktidara geldiler. Abbasilerin kurucusu Ebu’el Abbas Seffah, 753 yılında önceki yazılı kaynaklar olmadan, ayetleri, 3 ve 4ncü nesil 20 hafızın ezberine dayanarak mushaf haline getirdi. İşte o Mushaflar, bugünkü Kur’an’ın taslağını oluşturdu!
Beşinci Abbasi halifesi Harun Reşit, Kur’an’ı yeniden yazmak için bir ekip hazırladı. Bir süre Mushaf üzerinde çalıştılar. 788 yılında taslaktaki sure ve ayetleri 5 ve 6’ncı nesil, hafız ezberine dayanarak yeniden kendilerine göre sıraladılar.
793’DEN İTİBAREN BU GÜNKÜ KUR’AN’I YAZIP ÇOĞALTTILAR. Bu nüshalar Mekke, Medine, Mısır, Şam, Yemen, Cezayir, İran ve Türkmenistan bölgelerine gönderildi. Bu Kur’anların orijinalleri yeryüzünde YOKTUR!
802 yılında yazıldığı söylenen Kur’an Özbekistan-Taşkent müzesindedir.
Topkapı Sarayındaki Osman’ın Kur’an’ı dedikleri, 1650 yılı yazımıdır! Yani orijinal değildir!
MUHAMMED 632 yılında ÖLDÜ. BUGÜN KULLANILAN KUR’AN İSE 793 DE KİTAPLAŞTIRILDI.
► ARADAN GEÇEN 161 YILDA NELER YAŞANDI, NELER OLDU?
BEŞ KEZ YAKILDI, ALTI KEZ YENİDEN YAZILDI!
ALTI NESİL SONRA HAFIZLARIN EZBERİNE, EMEVİ VE ABBASİ HALİFELERİNİN İSTEĞİNE GÖRE SİYASİ VE TOPLUM DİZAYNI İÇİN YAZILAN KİTAP İÇİN SEN KALK “KUR’AN BOZULMADI” DE!
BUNA DA İNANMAMIZI BEKLE!
Dün ne yediğini hatırlamayanların; Muhammed’in ilk sözlerini de hesaba katarsak, 183 yıl sonra ne söylendiğini, aynı kelime ve anlam ile ekleyip çıkarmadan, altı nesil sonra hatırlamaları ve aktarmaları mümkün müdür?
İnsanların bu sözleri aktarırken nefsinin, mantığının, kişisel düşüncelerinin ayetlere karışmadığını söylemek mümkün müdür?
Aynı zaman ve kişi silsileden gelen hadisler için “zamana, akla, vicdana, bilime, aykırı ve bozulmuş” diyeceksiniz ama beş kez yakılan yok edilen, altı nesil, 183 yıl sonra yeniden yazılan Kur’an için bozulmamış diyeceksiniz öyle mi?
► Hadis dedikleriniz de Muhammed’in ölümünden 180-250 yıl sonra kaleme alınmıştır.
Günümüzde de İslam dünyasında 30 farklı Kur’an vardır. Bunların 6 tanesi farklı İslam coğrafyalarında kullanılmaktadır. Kur’an halen günümüzde sürekli değiştirilmekte, tahrif edilmektedir!
Ocak 2020’de Suudi Arabistan fetva heyeti Kur’an’daki 300 ayeti günümüze uyarlamış ve değiştirmiş, bunu da resmen açıklamıştır!!
► Ülkemizde hem de bizzat Diyanet eli ile, müfessirler eli ile Kur’an değiştirilmektedir. Nasıl mı? Tercümelerdeki parantez içi kelimelere bakınız. Bu kelimelerin hiçbiri Kur’an’da yer almaz, bu kelimeler müfessirlerin eklemeleridir.
Sanki Allah derdini anlatamamış da kulları, “Allah öyle değil böyle demek istedi” diye Allah’ı düzeltiyorlar. Hem meal hem de tefsirlerde; ayetlerde yer almayan kelime ve anlamlar kullanılır! Kullanılan bu kelime ve anlamlar Arapçasında yer almaz.
Posted in Uncategorized | Leave a comment

TARİHİN İÇİNDEN * Mustafa Kemal’in 19. Tümen Komutanlığı’na atanması

Mustafa Kemal’in 19. Tümen Komutanlığı’na atanması

CUMHURİYET – Doç. Dr. Hüner Tuncer – 20 Mart 2024 Çarşamba

Çanakkale Kara Savaşlarında büyük bir kahramanlıkla çarpışan Mustafa Kemal’in, 19. Tümen Komutanlığı’na nasıl atanmış olduğunu kendi ağzından dinleyelim.

Mustafa Kemal, Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıcında Sofya’da yaşamış olduğu acı günlere ilişkin anılarını Falih Rıfkı Atay’a şöyle anlatmaktadır:


“Ben, Kaymakam Mustafa Kemal, Sofya’da ataşemiliter olarak bulunuyordum. (Mustafa Kemal Sofya’da askeri ataşeyken 28 Temmuz 1914’te Birinci Dünya Savaşı başlamıştı.) Harp çıktı. Alman Askeri Islahat Heyeti Başkanı Liman von Sanders’in Çanakkale’yi savunacak ordunun başına geçtiğini henüz bilmiyordum. Osmanlı ordusunda hemen seferberlik yapılması bile düşünülecek bir sorun iken devletin Karadeniz’de hâlâ bugün bile nasıl geçmiş olduğunu öğrenemediğim bir olay üzerine harbe girmiş olmasından şikâyetçiydim. Bu şikâyetlerim o vakit ne kadar manasız sayılmıştı. Çünkü ben, yalnız şikâyetçi olduğumu söylemiyordum; ‘Almanlarla beraber olanlar yenileceklerdir’ diyordum. Bu sözlerim ise gerçekten çok elverişsiz bir zamana rastlıyordu. Çünkü Alman kuvvetleri dev adımlarla Paris üzerine yürümekteydi. Türkiye’yi bilerek veya bilmeyerek aldatmak için, çenelerini işletenlerin doğru bir iş yapmak neşesiyle sarhoş oldukları günlerde, bir Sofya ataşemiliteri çıkmıştır, İstanbul’da bazı kimselere sayfalar dolusu tenkitler yapmakta, yanlış bir iş yapıldığını söylemektedir, bu adam delinin biri değildir de nedir?…
Bütün memleketin bence açık bir felakete atılmış olduğunu gördükten ve bütün Türk ordusunun bu felaketi her ne pahasına önlemek için kanını dökmeye hazırlanmasından başka çare kalmadığını anladıktan sonra, benim hâlâ Sofya’da kordiplomatik (diplomatik heyet) içinde rahat salon hayatı geçirmekliğime imkân olabilir miydi?.. Başkumandanlık vekilliğine başvurdum. Ordu içinde rütbeme uygun herhangi bir görev istedim. Başkumandan vekilinden (Enver Paşa) şu cevap geldi: ‘Sizin için orduda daima bir görev vardır. Fakat Sofya ataşemiliterliğinde kalmanız çok önemli sayıldığı içindir ki sizi orada bırakıyoruz.’ Ben (Mustafa Kemal), cevap verdim:
‘Vatanımın savunması ile ilgili fiili görevlerden daha önemli bir görev olamaz. Arkadaşlarım savaş meydanlarında, ateş hatlarında bulunurken ben Sofya’da ataşemiliterlik yapamam. Eğer birinci sınıf subay olmak değerinde değilsem, inancınız bu ise lütfen açık söyleyin.’ …
Uzun süre cevap gelmedi. O günlerde neler çektiğimi anlatamam. Gerekirse bir er gibi herhangi bir cepheye katılmaya karar vermiştim… Daha sonra harbiye nazırı vekilinden 19. Tümen Kumandanlığı’na tayin olduğumu bildiren bir telgraf aldım.”
19. tümenin nerede olduğunu araştırmak için İstanbul’daki 1. Ordu Karargâhı’na giden Mustafa Kemal’i, Ordu Kurmay Başkanı Yarbay Kâzım (İnanç), 26 Ocak 1915 günü komutanı Mareşal Liman von Sanders ile tanıştırdı. O ilk buluşmada von Sanders, Mustafa Kemal’e Bulgarların niçin savaşa girmediklerini sormuş; Mustafa Kemal de şu yanıtı vermişti: “Benim anladığıma göre Bulgarlar, iki ihtimalden biri gerçekleşmedikçe savaşa girmezler. Bunlardan biri, Alman ordusunun başarıya ulaşacağına inandıracak açık kanıt görmedikçe; ikincisi ise savaş eylemleri kendi topraklarına değmedikçe…” Bunun üzerine von Sanders, Mustafa Kemal’e, “Bulgarlar hâlâ Alman ordusunun başarısına güvenemiyorlar mı” sorusunu yöneltmiş ve Mustafa Kemal, bu soruyu “Hayır, ekselans!” diye yanıtlamıştı. Mustafa Kemal’in bu yanıtı karşısında kızgınlığını gizleyemeyen Liman von Sanders, bu kez de Mustafa Kemal’in kendisinin ne düşündüğünü sormuş; Mustafa Kemal de “Bulgarları görüşlerinde haklı buluyorum” demişti.
Cesaretli subay
Liman von Sanders, kendisiyle bu konuşmayı gerçekleştiren 34 yaşındaki genç Osmanlı yarbayının, tanıdığı diğer Osmanlı subaylarından farklı bir yapıda olduğunu anlamıştı. Bu genç asker, görüşlerini büyük bir cesaretle, ezilip büzülmeden, mareşal rütbesindeki bir Almanın yüzüne karşı söyleyebiliyordu.
19. Tümen Komutanı Mustafa Kemal’e, “Maydos Mıntıka Komutanlığı” adı altında Ece Limanı’yla Seddülbahir ve Morto Limanı arasındaki sahilin savunma görevi verilmişti.
Posted in Uncategorized | Leave a comment

Önce kadınlar ve çocuklar! * Ebubekir’in kızı Muhammed’le, Muhammed’in kızı Osman’la, Ömer’in kızı Muhammed’le, Muhammed’in kızı Ali’yle, Ali’nin kızı Ömer’le evlendirildi. Yani “asrı saadetin” kahramanları arasında çok karmaşık akrabalık ilişkileri var.

YAZIYAyorum


Naci yoldaşımdan gelen mesaj insanı dinden soğutmaya yetiyor. Bahsedilen evlenmeler bas dondurucu. Benim anlamakta zorluk çektiğim konulardan biri de bu yaşını başını almış müslümanların 8 – 12 yaş arası küçük kızlara düşkünlüğü. Azmış ayılar acaba o küçük kızlara yaşattıkları trauma’yı düşünebilmişler mi ?
Kadını bir tedavül aracı yapan bu çürük mantalite islamiyetin gerçek değerini kirletmekte. Benim inancıma göre vicdan Allahın içimizdeki sesidir; vicdanı olmayan insan sesini duyamadığı O Yüce Varlığı cemaatine anlatamaz, ancak çarpık çurpuk bilgiler uydurup verebilir.
2 milyara yakın nüfusa sahip islam aleminin 10%’u geçmeyen aydınlanabilmiş kesimi öbür 90%’in cehaletinden ve ahlaksızlığından halkı hristiyan olan ülkelere kaçmakta. Yazıklar olsun.
İslam alemini bu rezillikten kurtarabilecek tek millet töresinde gerçek islami imanın var olduğu Türk milletidir. Elbet yakın bir gelecekte Türk milleti bu pislikten sıyrılacak, Mustafa Kemalın çizdiği selamet yolunu tekrar bulacaktır, hiç şüpheniz olmasın.
Ahmet

Önce kadınlar ve çocuklar!

HaberSol.Org – ORHAN GÖKDEMİR  10.12.2022

Ebubekir’in kızı Muhammed’le, Muhammed’in kızı Osman’la, Ömer’in kızı Muhammed’le, Muhammed’in kızı Ali’yle, Ali’nin kızı Ömer’le evlendirildi. Yani “asrı saadetin” kahramanları arasında çok karmaşık akrabalık ilişkileri var.
Muhammed kızlarından Fatma’yı Ali’ye, Ümmü Gülsüm’ü de Osman’a verdi. Ali ile Osman bacanak oldu. Ömer kızı Hafsa’yı Muhammed’e verdi. Böylece Ömer Muhammed’in kayınbabası oldu. Muhammed, torunu Ümmü Gülsüm’ü (bint Ali) Ömer’e verince, Ali, böylece Ömer’in kayınbabası oldu. Ömer’in boşadığı Atike’yi Muhammed’in torunu Hüseyin aldı. Muhammed, Ali’nin de Osman’ın da kayınbabası oldu. Ali ile Osman bacanak, Muhammed Ömer’in eniştesi, Ömer ise Muhammed’in kayınbabasıydı. Ömer, Ali’nin damadı ve Ali Ömer’in kayınbabası oldu. Ali, kayınbabası Muhammed’in kayınbabası olan Ömer’in kayınbabasıydı. Muhammed Zeyd’in babalığıydı, karısı Zeynep de haliyle Muhammed’in geliniydi. Fakat Zeynep aynı zamanda Zeyd’in de analığı oldu. Muhammed, evlatlığı Zeyd’in karısı Zeynep ile evlendi çünkü…
Anlamadınız biliyorum, zaten ortalıkta anlayacak bir şey yok. Milattan Sonra 7. yüzyılda Arabistan yarımadasında yaşayan küçük bir kabiledeki iç evliliklerin şeması bu. Haliyle alınıp verilen kızların yaşlarıyla da ilgili bugün anlaşılamayacak gibi görünen bilgiler var. Birkaç örneği sıralayalım… Kaynaklara göre Muhammed’in kızı Fatma 10 yaşında iken Ömer 52 yaşındaydı. Ömer, Muhammed’den kızı Fatma’yı istedi. Muhammed, “kızım henüz küçüktür, hem amcam oğlu Ali’ye sözüm var” deyip vermedi. Fatma 12 yaşına geldiğinde 26 veya 27 yaşındaki Ali ile evlendirildi. Ali ile Fatma’nın ilk çocukları Ümmü Gülsüm’dü. Ömer 62 yaşında halife olduğunda, Ümmü Gülsüm 9 yaşındaydı. Fatma’yı Ali’ye kaptıran Ömer bu kez Ali-Fatma’nın kızları ve Muhammed’in torunu Ümmü Gülsüm’e talip oldu. 40 bin dirhem altına Ümmü Gülsüm’ü aldı. Ümmü Gülsüm on birinde birinci, on üçünde ikinci çocuğunu doğurduğunda Ömer’in dokuz karısından yedincisiydi. Ümmü Gülsüm, Ömer öldükten sonra, ileri yaşlardaki beş ayrı kişiyle daha evlendirildi ve dört çocuk daha doğurdu. E haliyle 22 yaşında öldü.
Çok eşlilik yürürlükteydi, sınırı yoktu. O ilk dönemde kimin kaç kadınla evlenip boşandığını bilmiyoruz. Rivayetler uçuşuyor ortalıkta. Turan Dursun’a göre Muhammed aynı anda dokuz kadınla evliydi. Taberî gibi bazı tarihçiler bu sayının 15 olduğunu söylüyor ki eninde sonunda cariyeler dahil değildir toplama. Arif Tekin, “Kuran’ın Tarihçesi ve Yazım Serüveni” adlı kitabında, bu durumu şöyle açıklıyor: “İslam’da cariyelik, cinsellik ve ganimet-talan ticari sektör haline gelmiş ve bunlar sayesinde İslam etrafa yayılmıştır.” İlk Müslümanlar birbirlerine küçük kızlarını vererek bir sistem oluşturdular ve birbirlerine bu şekilde kenetlendiler. Küçük yaştaki kızlarla evlenerek bir tür “çelik çekirdek” haline dönüştüler.
Bunlar yedinci yüzyıl Arabistan’ının kabile kültürüdür ve böyle bakıldığında anlaşılmayacak bir şey yoktur. Engels’ten ödünç alarak söyleyeyim, bütün bu işlere ahlak zabıtası gözüyle baktıkça, ilkel koşulları anlamak olanaksız bir şey olarak kalır. Tarihte kadının bir ticaret metaı olduğu zamanlar vardır, bugün de var. Arap toplumu köleci toplumdan feodalizme geçişin sancılarını yaşıyordu. Aralarında kanlı çatışmalar vardı, her kabile kendi tanrısına tapıyordu ve bu da var olan ayrılıkları kışkırtıyordu. Kabileleri birleştirmek için yeni bir dine ihtiyaç vardı. Yeni ahlak ise ancak zamanın getirisi olabildi. İç evlilikler, dinin eksik bıraktığını tamamlamıştır. Anlaşılması gereken budur.
Ancak tabii anlaşılması imkânsız sonuçlar da var. Yedinci yüzyılda küçük bir kabilenin sosyal ilişkilerini “evrensel bir model”, uyulması gereken bir “sünnet” olarak alınca sıkıntılar da başlıyor. Çocuk evlilikleri, çok eşlilik, cariyelik, sınırsız cinsellik inancın bir parçası haline getirildi mi modern hayatla çatışmak da kaçınılmaz oluyor.
Arabistan yarımadası kölecilikten feodalizme geçerken, kölelerin çoğunluğunu kadınlar, cariyeler, oluşturuyordu. Toplum kadınları almaya-satmaya alışıktı. “Takas” da bu çerçeve ile uyumluydu. Kadın bir tür kamu malı sayılıyordu. Köleci toplum da feodal toplum da patriarkal-pederşahi bir düzendi çünkü. Erkeğe bağlılar düzeni, toprağa-efendiye bağlılar düzenin bir yansımasıydı. Soylular köylüleri de kadınları da alıp satabiliyordu.
İslamiyet feodalizmin ebeliğini yaparken eski toplumdan kalan köleliği kaldırma yoluna gitmedi. Az çok bir düzene sokup kurallı hale getirdi. Tabii kural esasa değin değildi. Köleler her halükârda efendinin malı olarak kabul edilmişti, ne “vasi” ne de “nâzır” olabilirlerdi. Bütün kazançları efendileri içindi. Kadın köleler, efendilerinin malı olduğu için onların odalığı olabilirlerdi, haliyle aralarında nikâha gerek yoktu. “Dini devrimin” serencamıdır.
Müslüman Osmanlıda da son dönemine kadar köle ticareti sürdü. Köle ticareti, “esirci taifesi” denen meslek erbabınca yapılıyordu. Esirci esnafının başına “esirciler kethüdası” getirilmişti, esir pazarlarının düzeni “esirciler emini”nce sağlanıyordu. Her biri çok saygın birer meslekti. Mehmet Zeki Pakalın “Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü”nde Osmanlı’da bu parlak mesleğin tuttuğu yeri şöyle anlatıyor: “Üçüncü Sultan Murat zamanı bu ticaretin en parlak bir devri olmuştur. Saray böyle esirlerle dolup taştığı devlet erkanının, hatta içtimai mevkileri müsait olanların konakları, evleri birer esir yatağı halini almıştı. Kendilerine esirci süsü veren bazılarının yanlarına aldıkları kadınları satılık cariye diye esir pazarlarına getirip satanlar da oluyordu. Şehirli bazı kadınlarla esirciler de hakiki cariyeleri sahiplerinden alıp pazara çıkarırlar, müşteri namına leventlere tevdi ederlerdi. Leventler bu zavallıları odalarına götürür, günlerce tutar ve ‘hilaf-ı adet şenaatlerde’ bulunduktan sonra beğenmediklerini söyleyerek geri getirirlerdi.” Demek ki ticaretin bir de yan sektörü var. Günlük kiralama usulüdür, yaygındır.
Kafkasya, Sudan ve Habeşistan’dan getirilen çeşitli renklerdeki kölelerle cariyeler için, imparatorluğun çeşitli bölgelerinde esir pazarları, Avrat Pazarı, vardı. En iyileri padişahın saray hizmetine ve haremine ayrıldıktan sonra, kalanlar İstanbul’da Tavukpazarı semtinde bulunan Esir Hanı’na getirilirdi. Kapalıçarşı ile Nuruosmaniye Camileri arasında yer alan ve tahta odacıklara bölünmüş olan bu han birkaç katlıydı. Satışlar hanın ortasındaki büyük avluda açık arttırma usulüyle yapılırdı. Tabii, bütün bunların İslam’a uygun olduğuna inanılıyordu. Temelinde organize bir kadın ticaretidir. Köle pazarları yasaklanmaya başlanınca, yerine “evlat edinme” yöntemi geldi. Ticaret bir süre evlatlıklar yoluyla yürütüldü.
Cumhuriyet geldi, bu kapıyı kapattı. Sınırları içinde yaşayan herkes yurttaştı artık, yurttaşın alınması satılması ise düşünülemezdi. Bu utanç verici, kuralsız, insafsız insan ticaretinin kısa tarihidir.
Laik cumhuriyet çökertildi, toplum hızla dinselleştiriliyor, Orta çağ bakiyesi tarikatlar ortalıkta fink atıyor. IŞİD’le birlikte avrat pazarları yeniden kurulmuştu, tarikatlar da “evlatlık” müessesini ihya etti. Cumhuriyeti ölü ele geçirenler çocukları götürüp tarikatlara teslim ediyor çünkü, modern esir ticareti için yolu açıyor. Bunun kadınları ve çocukları “esirci taifesine” teslim etmekten bir farkı yok. Ülkenin her yanından kadın ve çocuk çığlıkları yükseliyor haliyle.
Çocuk evliliği sadece dini sebeplerle değil kültürel sebeplerle de gizlice el altından sürüyordu zaten. Bunu korkunç kılan bu arkaik kültürel geleneğin dinde kendine bir dayanak bulması. Sonuç ortada, 2020 yılında yapılan bir araştırmaya göre Türkiye çocuk yaşta evlilikte Avrupa birincisi.
Sonuncusu bir tarikat vesilesiyle düştü gündeme. Alçağın biri bebesine gelinlik giydirip teslim etmişti bir başka alçağa. Karanlığın ve vahşetin fotoğrafı cumhuriyeti yıkanların marifetidir özetle. Gelirler, önce kadınları ve çocukları öğütürler. Sonra toplumu karartırlar. O karanlıkta çocuk ticaretine girişirler. Böyle inanç olur mu? Oluyor işte, var. Böyle ticaret olur mu? Oluyor işte, var…
Rastlantı değil, münferit değil. Üç beş yaşındaki bebeler yatağa atılabilir demeyi fikir özgürlüğü sayan hakimler var bu ülkede. Bu da sapkınlık değil öyleyse, dinle tahkim edilmiş yeni AKP rejimi yüzleştiğimiz. Cumhuriyetin birikimlerini sata sata bitirdiler, çoluk çocuğa geldi sıra. 20 yılda altıncı yüzyıla, yedinci yüzyıla döndürdüler toplumu.
Hala bir inanç sorunu sananlar, öyle sunanlar var bunu. Halbuki vampirlerin, mezarlarından çıkıp gelen yürüyen ölülerin halka saldırması esası. Eninde sonunda herkesi ısırırlar, mücadele etmezsen kurtulamazsın…
Öyleyse önce kadınlar ve çocuklar, sonra bütün vatan!
https://haber.sol.org.tr/yazar/once-kadinlar-ve-cocuklar-358336
Posted in DİN-İNANÇ, İrtica, YOBAZLIK - GERİCİLİK, YOZLAŞMA - AHLAKSIZLIK | Leave a comment

FEYM Grubu ve AYAcademy Bilgilendirme Bülteni (20 Mart 2024)

FEYM Grubu ve AYAcademy
Bilgilendirme Bülteni
(20 Mart 2024)


1. Ermeni Meselesi
a. Ermenistan Başbakanı Nikol Paşinyan Erivan’da NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg’i ağırladı. Taraflar arasındaki özel görüşmelerde Ermenistan-NATO ortaklığı ele alındı. * https://www.panorama.am/en/news/2024/03/19/Pashinyan-NATO-chief/2978326 * https://en.armradio.am/2024/03/19/armenia-interested-in-developing-political-dialogue-with-nato-and-member-states-pm/
b. Birleşik Krallık Avam Kamarası, Dağlık Karabağ’dan ayrılan Ermeni mültecilere yönelik uluslararası destek konulu tartışmaya ev sahipliği yaptı. * https://en.armradio.am/2024/03/19/uk-house-of-commons-hosts-debate-on-international-support-for-armenian-refugees-from-nagorno-karabakh/
c. Ermenistan ve İngiltere savunma işbirliğini güçlendirmenin yollarını arıyor. – https://en.armradio.am/2024/03/19/armenia-uk-look-at-ways-to-bolster-defense-cooperation/
ç. Ermenistan Başbakanı Nikol Paşinyan, Ermenistan’a AB üyeliği adaylığını değerlendiren bir kararı kabul ettikten sonra, AB üyeliğine başvurma olasılığı konusunda geniş bir kamuoyu diyaloğu çağrısında bulundu. * https://massispost.com/2024/03/pm-pashinyan-calls-on-citizens-to-discuss-eu-membership/
d. Ermenistan, 12 milyon avro almak için Almanya ile mali işbirliği anlaşmasını onaylamayı planlıyor. * https://news.am/eng/news/813106.html
e. Birleşik Krallık’tan skandal Karabağ hamlesi: Azerbaycan diasporası harekete geçti. Birleşik Krallık Parlamentosu Temsilciler Meclisinde 19 Mart 2024 tarihinde Karabağ’dan göç eden Ermenilere uluslararası destek sağlanmasına ilişkin duruşmalar gerçekleştirecek. Bu duruşmalar İskoçya Ulusal Partisi Temsilcisi Karol Monoko’nun girişimiyle gerçekleştirilecek. Birleşik Krallık’da ikamet eden Azerbaycan diasporası ise bu harekete şiddetle karşı çıktı ve duruşmalara katılacak milletvekillerine bilgilendirici bir mektup gönderdi. * https://www.qha.com.tr/turk-dunyasi/birlesik-krallik-tan-skandal-karabag-hamlesi-azerbaycan-diasporasi-harekete-gecti-486485
2. AYAcademy Bülteni
“Sanal Vatan ve Aidiyet Sorunu” başlığı ile yayınlanan akademik makaleye ilişkin bilgiler AYAcademy’nin aşağıdaki sosyal medya kanal linklerinde yayınlanmaktadır.

https://www.instagram.com/ayacademy.org.tr/ – https://www.facebook.com/ayacademy.org.tr/ https://www.linkedin.com/company/ayacademy/https://www.threads.net/@ayacademy.org.tr  https://www.tiktok.com/@ayacademy.org.trhttps://twitter.com/ayacademy_tr https://t.me/AYAcademyTelegramhttps://www.youtube.com/@AYAcademy_TR
Saygılarımla,
Serkan KORKMAZ
Posted in Uncategorized | Leave a comment