HİKAYE “HAKKIMIZI YEDİRMEYİZ”

Sabahattin Ali’nin 1947 yılında yazmış olduğu “HAKKIMIZI YEDİRMEYİZ”
isimli hikayesinden, dünden bugüne değişen bir şey yok


Namuslu adam kalmamış bu dünyada iki gözüm. Müslümandır, namazında, orucundadır, hakkımızı yemez diyorduk ama, biz onun hatırını saydıkça o, bizim tepemize bindi. Eh, artık çocuk değiliz, yemiyoruz bu numaraları, değil mi ya?..

Hiç unutmam, seccadesini sermiş, namaz kılıyordu. Ben de masamda irsaliye kesiyordum. O bir aralık, hem de namazın ortasında, iki dizi üstünde oturup başını sağına soluna çevirdikten sonra, bana baktı:

-Evladım, bizim ambar fazlası iki teneke peynirimiz var, değil mi?- diye sordu:

-Evet efendim, var.-

-Tam iki teneke mi?-

-Yakın efendim!-

-Ehemmiyeti yok… Ben şimdi yirmi teneke peynir için bir teslim makbuzu keserim, sen Karakaş’a benden selam söyler, on şekiz teneke yüklersin. Aradaki farkı ben yarın uğradığımda alırım. Tabii senin de payın ayrılır.-

Sonra yine dalgın dalgın tespih çekmesine devam etti. Ben kendi kendime:

-Vay namazına kurban olduğum Hacı Bey vay!- dedim.

-Eyi yutturdun bana kendini… Ama bundan sonra hakkımı isterim…-

Hacı Bey bana bir kere açıldıktan sonra, ambar işlerini ortaklaşa yapmaya başladık. Aman iki gözüm, tasavvur edemezsin herif ne kurt. Dünyanın müfettişleri gelse dalgasını çakamazlar. Defterler tamam, tartılar tamam, kayıtlar noksansız. Herif, müfettişler Hamburg usulü bilmezler diye defterleri Hamburg usulü tutuyor. Gel de içinden çık.

Ayda birkaç yüz yalnız benim payıma düşmeye başladı. Onun vurduğu hesapsız… Belki bini de aşar. Çünkü yalnız ambardan değil, her işten para çıkarmasını biliyor. Hiç yoktan inşaat icat eder. Vekaletteki ahbaplarına yazar, çizer, muhakkak tahsisat koparır. Doktora gider: -Aman beyefendi!- der. -Sizin bu odaya muhakkak büyük bir dolap lazım… Şu köşe pek boş. Derhal yaptıralım… Ben tahsisatı getirtirim!- Hem de getirtir azizim, getirtir… Ondan sonra vurur avantayı…

Düşün yahu, iki senede dört defa hastanenin otomobilini boyattı. Üç ayda bir badana… Karyola tamiri… Yatak pamuklarını attırmak… Bunların hepsi para, iki gözüm, para!.. Dalaveresine uyduramayacağı hiçbir iş yok vallahi. İki ölüyü bir kefenle gömdürür, öteki kefeni evine yollar. Mis gibi İtalyan patiskası. Harpten önce alınmış… Daha neler neler.

Bir gün yeni yatak, yorgan yüzleri, hastalara pijama diktirmek için, burnu kesik bir kadın getirdi, üstünkörü bir pazarlıktan sonra, kendisine bir oda açtılar, önüne bir dikiş makinesi koydular. Dört ay çalıştı. Parça hesabıyla iki bin yedi yüz lira aldı. Bizim Hacı Bey de bu burnu kesik karının faturalarını bir gün sektirmez, senetleri kendisi tanzim eder, her kolaylığı gösterirdi. Neyse, iş bitti… Aradan aylar geçti. Bir gün bir iş için Hacı Bey’in evine uğramıştım, bana kapıyı o burnu kesik karı açmaz mı? Meğer karısıymış. Daha nişanlıyken incir ağacından düşmüş, burnunu çöp tenekesi kesmiş. Doğancılar’daki iki evin hatırı için Hacı Bey gene de almış.

Diyeceğim o değil… Herif eline fırsat geçirmiş, vuruyor. Vuracak tabii. Bu dünya menfaat dünyası. Menfaatini düşünmeyen insan olur mu? Eline fırsat geçirip de çalmayan bir kişi göstersene bana!.. Ha? Bir kişi!.. Kör olayım yoktur. Yalnız bizim Hacı Bey yoluyla yapıyor. Bu kadar ustası olduktan sonra hakkıdır alimallah… Ama bana kazık oynamamalı… Ambarın bütün mesuliyeti bende… Kendisi müteahhitlerle işi halleder, parayı alır… Bizim payımızı vermeye gelince anamdan emdiğim sütü burnumdan getirir.

Kalabalıkta söyleyemezsin. Odada biri varken kulağına fısıldayıp beş lira istesen feryadı basar, it azarlar gibi adamı kovar… Ulan beraber çalışıyoruz işte… Bana dümen yapmaya ne lüzum var, değil mi ya? Hayır kardeşim, adamı kepaze eder billahi. Ancak kenefe gittiği zamanlar peşinden fırlar, apteshane aralığında sıkıştırıp üç beş lira alırım. Müteahhit Karakaş’tan üç yüz mü gelecek? Yüz ellisi benim elbette… Ne zaman isteyecek olsam:

-Daha almadım… Atlatıyor pezevenk!- der, elime beş on lira sıkıştırır… Ben ne alırsam defterime geçiriyorum tabii. Eninde sonunda hesaplaşıyoruz. Fakat o zaman da kazık atıyor. Katiyen dairede hesaplaşmaz. İki üç haftada bir, akşam üzeri çıkar, bu küçük meyhaneye geliriz. Bu akşam da öyle yaptık. O açtı defterini, ben açtım defterimi… Karşılaştırdık.

-Kaç para istiyorsun evladım?- dedi. -İki yüz mü? Öyle hakkın var. Herif dört yüz verecekti… Fakat vermedi hergele! Namussuz herifler bunlar! Vallahi vermedi. Bak, evlatlarımın hayrını görmeyeyim, şu ekmek beni çarpsın, üç yüz yirmi lirayı zor kurtardım. Ne yaparsın? Kavga edemem ki… Biz de onun karşısında gebeyiz. Üç yüz yirmi… Yarısı ne eder? Yüz altmış… Sen şimdiye kadar benden ne almıştın? Yüz on beş… Tamam… Şimdi ne istersin? Kırk beş mi? Bak evladım, sen bekar adamsın… Bir anan var, kendi evinizde oturuyorsunuz… Ben halbuki kira evlerinde sürünüyor, üstelik iki çocuk da okutuyorum… Kolejin seneliği iki bine çıktı… Maksat sırf memlekete hayırlı bir evlat yetiştirmek… Haydi, al şu yirmi beşi de, bu hesabı kapayalım… Haydi, uzun etme… Sen mert, dürüst bir çocuksun… Al bakalım. Bana da müsaade. Bugün cumartesi, çocuklar evde beklerler… Ta Aksaray’a gideceğim…-

Yerinden fırladığı gibi gitti. Bizim yirmi papel de yandı tabii… Hadi, hepsi neyse ama, kapıdan çıkarken:

-Hesabı sen görüver, yanımda ufaklık yok!- diye seslenmesine ne dersin? Tepem attı vallahi. Utanmasam arkasından fırlayacaktım. Hacıdır, hocadır; hürmet, riayet borcumuzdur ama, böyle göz göre de hakkımızı yedirmeyiz; değil mi ya…

(Sabahattin Ali, 1947)

This entry was posted in EDEBİYAT - ANI - ÖYKÜ - ŞİİR, YOZLAŞMA - AHLAKSIZLIK. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *