STRATEJİK GERÇEKLİK 1 – 2 – 3

Rıfat Serdaroğlu:

STRATEJİK GERÇEKLİK (1)


Bir ülkenin yönetiminde uzak görüşlülük sahibi, araştırmaya önem veren cesur, ülkesi ve dünya tarihini bilen geçmişiyle kavgası olmayan, ekonomik gerçekleri anlayabilen, hırsını aklının altında tutmayı becerebilen akıl, ruh, vücut sağlığı yerinde, danışmaya ve öğrenmeye açık çağdaş kişiler yani “Devlet Adamları” varsa, o ülkenin insanları rahat ve huzur içinde yaşarlar.

Türkiye şu an, geçmişiyle ve milletinin büyük bir kısmı ile kavgalı, hakkında kalpazanlıktan, resmi evrakta sahteciliğe kadar dosya bulunan, kitap dergi okumayan, gazetelere önce spor sayfalarına göz atarak bakan, şaibeli serveti ve “tek adamlık” saplantısı olan ve kendisini dünya lideri olarak gören bir İhvan kafası tarafından yönetilmektedir. Başımıza gelen ve önümüzdeki günlerde gelecek dertlerin baş sebebi bu kişilerdir.

Özellikle gençlerimize çok yakın tarihte ve çevremizde olanları bir kez daha anlatabilmek için, birkaç gün sürecek bir “Tarih Turu” hazırladık. Umarım genç arkadaşlarımız, ciddi emekle ortaya çıkan bu çalışmayı sıkılmadan okurlar!

Asya, dünyanın en büyük ve en kalabalık kıtasıdır. Ekonomik bakımdan son derece önemli olan bu kıta, 2.Dünya Savaşı sonrasında oluşan yenidünya politikasında stratejik bir önem kazanmıştır. Asya’ya özellikle Güney Asya’ya hâkim olan güç, bütün pasifikte kontrolü ele geçirir.

Sovyetler Birliği, 2. Dünya Savaşından sonra Çin ile beraber hareket ederek Kuzey Kore’ye, Kuzey Vietnam’a girmişti. Kore Savaşından sonra 1954’te imzalanan Cenevre Antlaşmasına göre, Kuzey ve Güney Vietnam’da seçimlerin yapılacağı ve iki devletin birleşeceği karara bağlanmıştı. O dönemde Komünist Kuzey Vietnam’ın başında bulunan Ho Şi Minh, Güney Vietnam’da da etkili bir liderdi ve seçime gidildiği takdirde kazanacağı kesindi.

Böyle bir durumda Asya’nın kuzeyinde Sovyetler Birliği, ortasında Çin Halk Cumhuriyeti ve Asya’nın Pasifiğe uzanan en önemli bölgesinde de Vietnam Halk Cumhuriyeti yer alacak, dolayısıyla Pasifikte “Doğu Bloğu” çok avantajlı konuma gelecekti. Bu nedenle ABD, 2.Dünya Savaşından sonra bu bölgeye önem vermiş, SEATO’yu kurmuş, Japonya’yı, Güney Kore’yi ve Güney Vietnam’ı hem askeri, hem de ekonomik bakımdan desteklemişti.
Güney Vietnam’da kurulan DİKTA rejimleri hep ABD kontrolünde olmuş ve Cenevre antlaşması uyarınca yapılması gereken seçimler sürekli olarak ertelenmişti.

Bunun üzerine Ho Şi Minh, Güney Vietnam’da Komünist Vietkong çeteleri ile yıldırıcı bir gerilla savaşı başlattı. ABD bu savaşa ilk başlarda sadece askeri uzman ve silah yardımı ile destek verdi. Kennedy’nin öldürülmesinden(!) sonra Başkan Johnson 1965 yılında Vietnam’a asker gönderdi. Vietnam tropikal iklimi ile gerilla savaşına çok uygun bir ülke idi. ABD, 1965 ten itibaren karada gerilla savaşı vermeye, bir yandan da Sovyetler Birliğinden aldığı askeri yardımla Vietkong gerillalarını destekleyen Kuzey Vietnam’ı bombalamaya başladı. Ancak bir süre sonra dünyanın süper gücü bu tropik bataklığa saplandı kaldı…

Bu savaş sırasında “Batı Bloğuna” bağlı devletler, ABD’nin yanında yer almadıkları gibi bu savaş aleyhine ciddi bir kamuoyu oluşturdular. Bu kamuoyu ABD toplumunu, özellikle ABD gençliğini doğrudan etkilemiş, Herbert Marcus gibi kapitalist dünyanın değerlerine karşı çıkan düşünürlerin başlattığı hareket “Hippy” felsefesini ve çiçek çocuklarını yaratmış, ABD “Don’t make war, make love” sloganları ile tarihinin en büyük toplumsal karşı çıkışını yaşamıştı.

1968 yılında Başkan seçilen Nixon, göreve Vietnam savaşını bitireceği amacıyla başlamış, ilk önce kara savaşına son verilmiş ve 1973’te barış imzalanmıştır. Vietnam savaşı ABD’ye Kore Savaşından bu yana, dünyanın çok değiştiğini göstermiş ve ABD, Eisenhower Doktrini ile başlattığı “tehlike gördüğü yere asker gönderme” politikasından vazgeçerek, Sovyet tehdidine maruz bölgelere ekonomik ve askeri yardım yapma politikasına (Nixon Doktrini) yönelmiştir.

ABD, Nixon Doktrini çerçevesinde, Asya’nın yalnız devleti Çin’le(o dönemde Sovyetler ile Çin’in arası bozulmuştu) yakınlaşma politikaları başlattı. Birleşmiş Milletlerde Çin Halkının temsilcisi olarak Taiwan yerine Çin Halk Cumhuriyetini kabul etti. (Yarın devam edeceğiz)


STRATEJİK GERÇEKLİK (2)

ABD, 2.Dünya Savaşından itibaren, bir yandan serbest piyasa ekonomisini tüm dünyada geçerli kılmaya çalışırken, diğer yandan Marksizm’in temelini oluşturan materyalist felsefeye karşı dini, önemli bir silah olarak görmüş ve kullanmaya karar vermiştir. 1946 Truman Doktrini ile birlikte, Türkiye’de Köy Enstitülerinin şekil değiştirmeye başlaması, aynı yıl ilkokullara din dersi konulması, türbelerin ziyarete açılması, 1950’de DP’nin ilk icraatlarından biri olan ezanın Arapça okunması yasa tasarısına CHP’nin de destek vermesi gibi olayların hiçbiri “tesadüfî” değildir.

1973 Vietnam yenilgisinden sonra ABD, bu politikası ile çok güçlü bir şekilde Asya’ya yöneldi. Endonezya-Filipinler-Malezya-Pakistan-Hindistan-Afganistan-Irak-Türkiye-Mısır-Cezayir bu politikadan doğrudan etkilendiler. Nixon ile beraber 1970’li yılların başından itibaren yaratılan “Siyasal İslam”, “Yeşil Kuşak” adı verilen bu hareketle, “Yeşil Sermaye” ve “İslami Bankacılık” gibi yeni kavramları ortaya çıkardı. Müslüman ülkelerde İslami partiler (Necmettin Erbakan’ın Milli Nizam Partisi) hızlı bir şekilde güç kazanmışlar, bu arada İslam Dünyası da ciddi bir değişim göstermeye başlamıştır.

1979 yılında Sovyetler Birliğinin Afganistan’ı işgali ile başlayan süreçte ise Siyasal İslam farklı bir boyut kazandı, ABD destekli mücahitler, Afganistan’da askeri bir güç oldular. Sovyetlerin Afganistan’dan çekilmesinin ardından mücahitlerin siyasal bir güce dönüşmesi ve Afganistan’da “TALİBAN” adıyla iktidara gelmesi ile Siyasal İslam’ın, İslam toplumlarını getirdiği korkutucu nokta ortaya çıkmıştır.

İslam dünyası, tarihi gelişim içinde incelendiğinde, en önemli değişimi 20. Yüzyılın ilk çeyreğinde, Türk Kurtuluş Savaşından sonra yaşamıştır. Mustafa Kemal’in önderliğinde, emperyalizme karşı verilen kurtuluş savaşı ve onu takiben kurulan “Lâik Cumhuriyet”, Türk Ulusunun kimliğini yitirmeden batı devletleri arasında saygın bir yere sahip olması, 1920’lerden itibaren pek çok İslam ülkesine örnek olmuştu.

1950’lerde, Cezayir’den-Tunus’tan-Mısır’dan Irak’a, Pakistan’dan-Afganistan’dan Endonezya’ya, neredeyse tüm İslam ülkelerinde, Atatürk’ün yaktığı meşale parlıyor, bu ülkelerin reform çalışmalarına Türkiye örnek oluyordu. Eğitimden sosyal yaşama, her konuda Türkiye gibi olmak amaçlanıyordu. Bu ülkeler o zamanda Müslüman’dılar, inançlarına bağlıydılar ve dinlerini kendileri için yaşıyorlar, İslamiyet’in aydınlık yüzü, bu ülkelerin manevi dünyasına huzur veriyordu.

Ortaçağ karanlığında Hıristiyan dünyası, mezhep savaşları ve engizisyon mahkemeleri ile ortalığı kana bularken, adalet ve hoşgörü merkezi olan İslam dünyası, fethettiği yerlerdeki insanlara, din ve vicdan özgürlüğü sağlıyordu. Nixon doktrini ile atılan zehir tohumları ise İslamiyeti, ortaya çıktığı tarihten bugüne kadar yaşamadığı karanlık ve vahşete yöneltmiştir.

İslam Dininde, Hıristiyanlıkta olduğu “Ruhban” sınıfı “Kilise-Vatikan” gibi kurumsal bir yapı olmadığı için, kısa sürede kontrolden çıkan akımlar, türedi şeyh ve imamlar birer kara güç haline gelip Batı’yı tehdit etmeye başladılar. Kara güç, sadece Batı için değil kendi insanı için de büyük bir tehdittir. Cezayir’de yaşanan kafa kesme operasyonlarının, Afganistan’daki Taliban vahşetinin, Türkiye’de Hizbullah’ın mezar evlerinde bulunanların, Suriye’de öldürdüğü insanın ciğerini yiyen canavarların, din adamının kafasını canlı-canlı kesenlerin, İslamiyet’le hiçbir ilgisi yoktur. Bunlar Nixon doktrininin yarattığı kara gücün eseridir.

Bu kara güç anlaşılması zor eylemlerle, her nedense Batı’nın, özellikle de ABD’nin ekmeğine yağ sürmeye başlamıştır. 11 Eylül olayları ile ABD hayal bile edemeyeceği kolaylık ve destekle Afganistan’a girmiş, Asya’nın en stratejik mevkiine konuşlanmıştır. Afganistan’ı, düzmece kimyasal silah raporları ile Irak’ın işgali izlemiştir.

Bu süreçte ABD Büyük Ortadoğu projesi adı altında Ortadoğu’yu yeniden düzenleyeceğini bütün dünyaya açıklamıştır. ABD, 2000’li yılların başında açıkladığı bu politikayı çok daha önce üretmiş ve 1991’de Baba Bush yönetimi Körfez Savaşı ile ilk adımı atarak, dünya enerji kaynaklarının yoğunlaştığı Ortadoğu’da Askeri hâkimiyeti sağlamak için Suudi Arabistan’a “Kara Ordusu” yerleştirmiştir.

ABD’nin Cebelitarık’tan başlayarak tüm Doğu Akdeniz ve Türkiye’yi de içine alarak, oradan Kafkaslara ve Orta Asya’ya yönelen ve dünyanın bilinen petrol, doğalgaz rezervlerinin %65’inin bulunduğu Büyük Ortadoğu Projesinin önemli hedeflerinden biri, “Fransa-Almanya” ittifakı haline gelen AB’yi Akdeniz’e hapsetmek ve AB’nin enerji kaynaklarına ulaşmasını engellemektir.

ABD, 2.Dünya Savaşından sonra SSCB’ye uyguladığı çevreleme politikasını şimdi AB’ye uygulayıp, onu enerji açısından da kontrol altına almak ve böylece dünya üzerindeki tek süper güç olma iddiasını sürdürebilmek istemektedir.

2004 yılında yayınladığım “Yeni Dünya Düzeni-Büyük Ortadoğu ve Türkiye” isimli kitabımda şöyle yazmıştım; “BOP, 25-30 yıl sürecek bir oluşumdur. Bu oluşum gerçekleşene kadar ABD, her ne pahasına olursa olsun süper güç konumunu korumak zorundadır. Bu üstünlüğünü sürdürmesi ise ancak askeri güce dayalı bir politika uygulaması ile mümkün olacaktır. Başka bir deyişle ABD, halen var olan “Amerikan Merkezli Dünya Düzenini” sürekli olarak gerginlik, kriz ve silahlı müdahaleler yaratarak korumaya çalışacaktır. Böyle bir politika izlemezse, önümüzdeki 15-20 yılda, BOP’ un sonuçları daha alınmadan, AB, Rusya, Çin gibi rakipleri, ekonomik ve askeri alanlarda gelişerek, ABD’nin tek süper güç konumunu ortadan kaldırabilirler.”

Bu satırları yazdıktan 17 yıl sonra, bugün yaşananlara baktığımızda, BOP kapsamında atılan ve başarıya ulaşan en büyük adımın Türkiye’de sağlanan değişim(!) olduğu görülmektedir. (Yarın devam edeceğiz)


STRATEJİK GERÇEKLİK (3)

Türkiye’de siyaset üzerindeki “Askeri Vesayetin” kaldırılması olarak lanse edilen gelişmeler, siyaset üzerindeki vesayet boyutundan çıkmış ve Türk Ordusunun çökertilmesi, Akdeniz’in en güçlü donanmasının yok edilmesi, Cumhuriyet değerlerinin tek-tek ortadan kaldırılması ve ABD’ye her anlamda biat eden bir tek adam hükümet modeliyle sonuçlanmıştır. Bu süreçte dünyada farklı gelişmeler olmuş, Rusya tekrar güç kazanmaya başlamış, Çin’in gücü tüm ekonomik krizlere karşın gelişmeye devam etmiş, Şanghay İşbirliği Örgütü güç kazanmıştır.

Sınır güvenliğinden yola çıkan, daha sonra ekonomiyi de gündemine alan, şimdilerde siyasal işbirliğini hedefleyen ŞİÖ oluşumu, Avrasya bütünlüğü içinde 30 milyon kilometrekare yüzölçümü, 2 milyarı aşan nüfusu ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinde üye iki ülkenin başı çektiği çok önemli bir oluşumdur. Özellikle Çin ve Rusya açısından ŞİÖ, ABD’nin Ortadoğu enerji kaynakları üzerinde artan egemenliğine karşı, Hazar Havzası ve Orta Asya’da sistem içinde kalabilme yoludur. (İran’da 17 Eylül 2021’de tam üye olarak kabul edildi)

2013 Temmuz’unda Rusya ve Çin’in birlikte düzenledikleri “Tarihin en büyük deniz tatbikatını” ilk kez yaptılar. Kısaca 2002 yılından bu yana köprülerin altından çok sular aktı. 2011’de “Arap Baharı” adı altında yaşananlar ise, BOP’ un önemli bir adımı olan, “ABD açısından işlevini yitirmiş rejimlere ve liderlere son verilmesi” politikasının ilk adımıydı.

Fakat toplumsal mühendislik her zaman başarılı olamaz. Mısır-Tunus ve Libya’da ılımlı İslam ve Lâik iktidarlar amaçlanırken, radikal İslam’ı savunan iktidarlar iş başına geldi. Yine Arap Baharı kapsamında Suriye’de başlatılan olaylar ise Rusya-Çin ve İran’ın müdahalesiyle sonuçsuz kaldı.

“Haftaya Esed’i indiriyoruz” söylemleri de suya düştü. Nixon Doktrinin yarattığı kara gücün, Libya’da gerçekleştirdiği Konsolosluk baskını ve ABD Başkonsolosunun linç edilmesi, Çeçenlerin Boston’da yaptığı bombalı eylem, ABD’nin bazı hesap hataları yaptığını görmesine ve Rusya’nın bölgede elinin güçlenmesine sebep oldu.

Sonuçta Rusya; Suriye ve Irak’ın toprak bütünlüğü konusunda ABD ile anlaşırsa, buna mukabil İran’ın batı dünyası ile daha ılımlı ilişkiler geliştireceğinin garantisini verirse, ve de Suriye’deki askeri gücünü Güney Kıbrıs’a taşırsa, (önemli oranda taşıdı) Barzani ile Irak’ın toprak bütünlüğünde anlaşırlarsa bölgemizde dengeler çok değişecek demektir.

Bu değişiklik, ABD’nin Ayrılıkçı Kürtçüleri Irak’ta şimdilik ve bir daha satması ile sonuçlanacaktır. Sırada Suriye’deki bölücü Kürtçülerin satılması var. İmralı’daki caninin ve Erdoğan’ın yeniden çözüm diye içine girdikleri telaşın sebebi budur!

Bu arada Mursi Hükümetine büyük destek veren Katar Şeyhi de, (kulağına ne söylendi ise) yerini oğluna bırakmış ve oğlu da Adli Mansur’u (Mısır geçici Cumhurbaşkanı-Yargıç) kutlayan ilk lider olmuştur!

Mısır’daki siyasi gelişmeler, ABD-Rusya yakınlaşmasını bilen AB tarafından yarım ağızla kınanmış, İngiltere alelacele yeni Mısır Hükümetini tanımış, Obama ise darbe lafını ağzına almamıştır. Olayları net olarak analiz edemeyen, gerçeklerden uzaklaşmış AKP yönetimi, kendini ortaya atmış ve yine yalnız başına kalmıştır!

Suriye Devlet Başkanı Esad; “Siyasal İslam’ın sonu geldi” demiştir. Ancak toplumsal olaylar bir gecede oluşup sonuç vermez. 1970’lerden bu yana masum ve cahil kesimler üzerinden yürütülen ve İslam ile ilgisi olmayan bu akımın oluşturduğu kitlelerin normalleşmesi on yıllar alacaktır.

Sonuç olarak;
Şimdiki petrol ve doğalgazdan oluşan enerji kaynakları bölgemizde var olduğu ve yeni enerji kaynakları kullanılmaya başlanmadığı sürece ne ABD, ne Rusya ve ne de AB Ortadoğu üzerindeki iddialarından vazgeçmeyeceklerdir. Fakat görünen o ki bunlar Tayyip Erdoğan’dan vazgeçmişlerdir. Önce, “İngiliz Siyasetine” en uygun kişi olan Abdullah Gül önderliğinde (tekrar Cumhurbaşkanı çatı adayı) yeni bir hareket başlattılar. Başaramayınca Babacan ve Davutoğlu eliyle, Millet İttifakına sızıyorlar!

Tarihini bilmeyen milletler geleceklerini kurmakta çok zorlanırlar. Türkiye’nin içinde bulunduğu durum maalesef her yönden çok kötüdür. Anayasamızın ilk altı maddesine yürekten inanan her partinin, STK’ların, kadınların, gençlerin katılımıyla “Demokrasi ve Hukuk” birliğini sağlayıp, İhvan kafalı bu iktidarı, demokratik yolla göndermek mümkündür.

Bu beraberliği kurmak şarttır. Olmayan makamlar için feragat etmekle, salonlarda muhtarlarla konuşmakla, bu birlik kurulamaz. İlk işimiz, Atatürk ilke ve devrimlerinin, yeniden Türk Devletinde etkin olmasını sağlayacak, “Demokrasi ve Hukuk” birlikteliğini sağlamak olmalıdır…

Ya Cumhuriyeti ve değerlerini koruyup yücelteceğiz ya da din adamları devleti denen çukura düşeceğiz…

Sağlık ve başarı dileklerimle 29 Temmuz 2021

This entry was posted in ABD - AB - EMPERYALIZM, BOP, Rifat SERDAROĞLU yazıları. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *