ERMENİ SORUNU VE GERÇEKLER * Al sana soykırım * Bölüm 1-2-3-4

YILMAZ ÖZDİL

Al sana soykırım  – 1


Alfred Rüstem Bilinsky…
Midilli’de dünyaya gelmişti.
Babası Polonyalı, annesi İngiliz’di.
Osmanlı vatandaşıydı.
Kendi isteğiyle Müslümanlığı seçerek, Rüstem adını almıştı.
Yedi lisan biliyordu.
Avusturya’da siyasal bilgiler tahsili yapmıştı.
Washington büyükelçisiydi.
1914 yılında ABD yönetimi tarafından “istenmeyen adam” ilan edildi,
ABD’yi derhal terketmesi istendi.
İstanbul’a döndü.
Memleket işgal edilince Anadolu’ya geçti.
Kuvayı Milliye’ye katıldı.
“Ne mutlu Türküm diyene” kavramının simgelerinden biriydi.
Vahdettin’in idam fermanında Mustafa Kemal’le birlikte
Alfred Rüstem Bilinski’nin adı da vardı.
Peki niye… Milli mücadelenin lider kadrosundan bile önce, İsmet İnönü’den bile önce, Fevzi Çakmak’tan bile önce, Börekçizade Rıfat efendi’den bile önce, Alfred Rüstem Bilinski hakkında idam fermanı çıkarılmıştı?
Çünkü…
200 yıl önce, tee 1820’de…
İlk Amerikan misyonerleri Anadolu’ya ayak bastı.
İstanbul’u merkez üs yaptılar, ilk teması Osmanlı vatandaşı Ermeni tüccarlarla kurdular, Gregoryen Ermenilere ticaret imtiyazları sağladılar, bu ticari bağ sayesinde Ermenilerin bazılarını Protestan mezhebine ikna ettiler, böylece, Osmanlı topraklarında tamamı Ermenilerden oluşan Protestan cemaati oluşturdular.
1850’den itibaren eğitim işine girdiler, parayı bastılar, bir anda mantar gibi türediler, 80 lise, 8 yüksek kolej, 16 yatılı kız okulu açtılar, 30 bin öğrenci sayısına ulaştılar, İstanbul’un yanısıra İzmir’e Antep’e Kayseri’ye Mersin’e Harput’a Merzifon’a yayıldılar, 100 yıl boyunca hiç Türk öğrenci almadılar, sadece Hıristiyanları ve özellikle Ermeni çocuklarını eğittiler. Gözlerine kestirdikleri Ermeni gençlerine ABD vatandaşlığı verdiler, ABD’ye götürdüler, burs verdiler, Amerikan üniversitelerinde okumalarını sağladılar.
Bu topraklarda 163 kilise açtılar.
Amerikalı misyoner hekimlerin faaliyet gösterdiği 9 hastane,
10 dispanser açtılar, Ermenilerin adeta “aile hekimi” oldular!
Bununla yetinmediler, Amerikan gazetelerine imzasız mektuplar göndererek, Ermenilerin sırf hırıstiyan oldukları için öldürüldüklerini, sırf Ermeni oldukları için topluca katledildiklerini yazmaya başladılar. Amerikan gazeteleri de bu mektupları sanki gerçek belgeymiş gibi sayfalarına taşımaya başladılar.
Sivas’ta Erzurum’da Elazığ’da ABD konsolosluğu açtılar, sadece Ermeni personel kullandılar, Taşnak ve Hınçak’ın temellerini attılar. Şimdi sıkı durun lütfen…
Tee 1894 yılında, tee 127 yıl önce, Amerikan Senatosu’nda Ermeni sorunu gündeme getirildi, tasarı sunuldu, Ermenilerin öldürüldüğü iddiasıyla Osmanlı devleti kınandı!
1896’da, yani 125 yıl önce, Amerikan Senatosu’na ve Temsilciler Meclisi’ne bir tasarı daha sunuldu, Ermenilerin can güvenliğini korumak için Osmanlı’ya askeri müdahale yapılması istendi!
1914…
Alfred Rüstem Bilinski, Washington büyükelçimiz oldu.
Gördüğü tablo akıl almazdı.
Amerikan basınında koro halinde Ermeni propagandası yapılıyordu, Türklerin Ermenileri kılıçtan geçirdiğini, katliam yapıldığını, çocukları bile öldürdüğümüzü yazıyorlardı, ABD’nin Ermenileri korumak için mutlaka savaş gemileri göndermesini istiyorlardı.
Halbuki, henüz Osmanlı devleti birinci dünya savaşına girmemişti, Osmanlı topraklarında henüz kimsenin burnu bile kanamamıştı, bırakın öldürülmeyi, tutuklanan Ermeni bile yoktu. Alfred Rüstem bey, düşündü taşındı, basın yoluyla yapılan iftira saldırılarına basın yoluyla cevap vermenin yolunu buldu, Evening Star gazetesinde röportajının yayınlanmasını sağladı.
“İngiltere, Fransa ve Rusya tahrik kampanyasına girişti, ABD’yi yanlarına çekip Osmanlı’ya saldırmak istiyorlar, ABD’nin bu adi tuzağa düşmeyeceğine inanıyorum, Türkiye’de bir tek vatandaşın bile burnu kanamadı, Amerikan gazeteleri yalanlar yazıyor” dedi.
Sözünü sakınmamıştı… “Siz önce aynaya bakın, kendi çirkin yüzünüzü görün, bizi karalamaya çalışan ABD’nin yüzkarası katliam suçlarını herkes biliyor” dedi.
Alfred Rüstem’in bu röportajı Washington’da bomba etkisi yarattı.
ABD başkanı Wilson küplere bindi.
Derhal resmi olarak özür dilemesi istendi.
Alfred Rüstem özür mözür dilemedi.
“Tamamen doğru olan sözlerim nedeniyle niye özür dileyeyim,
Amerikan gazeteleri Türk milleti hakkında yalanlar yazıyor” dedi.
Bu cevap bardağı taşıran damla oldu.
Derhal “istenmeyen adam” ilan edildi.
Derhal “ülkeyi terketmesi” istendi.
Ekim 1914’te İstanbul’a döndü.
Dikkatinizi çekerim…
Yıl henüz 1914.
Osmanlı henüz dünya savaşına girmemiş, Çanakkale Savaşı henüz olmamış, Doğu’da henüz Rus istilası olmamış, Rus desteğiyle silahlı Ermeni isyanları henüz başlamamış, bir Ermeni’nin bile kılına dokunulmamış, ortada henüz tehcir mehcir yok.
Ama, Amerikan basını Ermeniler katlediliyor diye yayın yapıyordu. Amerikan basınının yalanlarını basın yoluyla çürüten Osmanlı büyükelçisi Alfred Rüstem ise, Washington yönetimi tarafından “istenmeyen adam” ilan ediliyor, ABD’den kovuluyordu.
Dikkatinizi çekerim… Henüz tehcir bile yokken, “soykırımcı” ilan edilmiştik!
Minare çalınmadan, kılıfına uydurmuşlardı. Çünkü…
Büyükelçimiz Alfred Rüstem’i “istenmeyen adam” ilan eden ABD başkanı Woodrow Wilson’dı.
Kendisini “bağımsız Ermenistan’ın kurucu babası” ilan etmişti.
Türkiye topraklarını da kapsayan Ermenistan’ın sınırlarını bizzat ABD başkanı Wilson çizmişti.
Harita bile bastırmıştı.
Erzurum’u Van’ı Bitlis’i Sivas’ı Diyarbakır’ı Trabzon’u, Ermenistan’a dahil etmişti, mütevazı davranıp İstanbul’u bize bırakmıştı! Bizim Amerikan mandacılarının kurduğu Wilson Prensipler Cemiyeti’nin Wilson’ı işte bu arkadaştı!
Alfred Rüstem Bilinski’ye dönersek…
1914’te Washington’dan İstanbul’a geldi.
Bir daha diplomatik görev almadı.
1919’da memleket işgal edildi.
Bir saniye bile düşünmeden Anadolu’ya geçti.
Kuvayı Milliye’ye katıldı.
Sivas Kongresi’ne katıldı.
Ankara milletvekili oldu.
Vahdettin’in idam fermanında Mustafa Kemal’le birlikte Alfred Rüstem Bilinski’nin adı da yer aldı. Tarihi süreci bilmeyenler, Alfred Rüstem Bilinski’nin Kuvayı Milliye’nin beyin takımından bile önce, milli mücadelenin çekirdek kadrosundan bile önce, İsmet İnönü’den, Fevzi Çakmak’tan bile önce, idam fermanında yeralmasını şaşırtıcı bulabilir.
Halbuki… Alfred Rüstem’i, Kuvayı Milliye’ye katıldığı için değil, ABD’nin soykırım yalanına direndiği için, Amerikan basınının soykırım yalanını Amerikan basınında çürüttüğü için, idam fermanına monte etmişlerdi. İngilizler Vahdettin’in eline liste veriyor, o da listeyi Nemrut Mustafa mahkemesine vererek, hepsine idam cezası çıkartıyordu. Mustafa Kemal’le birlikte Alfred Rüstem hakkında idam kararı veren Nemrut Mustafa mahkemesi, tehcir davasına da bakan mahkemeydi!
Sözde soykırımın düpedüz yalan olduğunun en önemli kanıtlarından biri, Alfred Rüstem Bilinski’dir.
(Kurtuluş Savaşı’ndan sonra bu asrın iftirasına karşı mücadelesini sürdürdü. “Türk-Ermeni Meselesi” adıyla kitap yazdı, İsviçre’de Fransızca olarak yayınladı. Türkçe’ye de çevrilen ve mutlaka bulup okumanızı önerdiğim bu kitabının önsözünde şunları söylüyordu…)
(“Kendi adımla kaleme aldığım bu kitabı, Türkiye’nin ve Türk halkının suçlu olmadığını ispat için yazıyorum. İhtirasların ağır bastığı Ermeni meselesinde, Ermeni komiteleri ve itilaf devletleriyle ilgili çok acı gerçekleri göz önüne seriyorum. Bu eseri bitirirken yazdığım son sözü, burada bir kere daha tekrar ediyorum… Tarihe karşı bu yalan cinayetini işleyenler, tarihin akışını değiştirenler kendine gelmeli… Ermeniler lanetlerini Türk halkına değil, onlara yöneltmeli.”)
Sözde soykırım, temeli 200 yıl önce atılmaya başlanmış emperyalist bir yalandır.
Tehcirden 20 yıl önce ABD Senatosu’na “Türkleri kınama tasarısı” olarak getirilmiş bir yalandır.
Tehcirden 20 yıl önce ABD Temsilciler Meclisi’ne “Türklere askeri müdahale tasarısı” olarak getirilmiş bir yalandır. Tehcirden üç yıl önce ABD basınında sahte mektuplarla “manşet” yapılmaya başlanmış bir yalandır. Diplomasi yerine diplomasızları koyan… Liyakat yerine tarikat-cemaat koyan Akp hükümetinin vebali, çok ağırdır.

Al sana soykırım (2)

Kazım Karabekir, Kars’ı fethetti.
Ermenistan genelkurmay başkanını esir aldı.
Rapor hazırladı, Ankara’ya gönderdi.
Ermeni işgali altındayken Kars’ta yaşananları sıraladı.
Dehşetti.
Sadece Kars merkezde 1.700 Türk öldürülmüştü. Süregül ilçesinin 60 köyü tamamen yok edilmişti, insanların tamamı ve hatta hayvanları bile imha edilmişti. Zarşat ilçesinde 25 bin kişi yaşıyordu, beş bini katledilmişti. Sarıkamış’ta 57 köy haritadan silinmişti. Kağızman’ın hakeza. Arpaçay’ın 35 köyünde canlı insan bırakmamışlardı. Kazım Karabekir’in gözlemci olarak davet ettiği Amerikalılar bu vahşetin fotoğraflarını çekmişti.
Yedi yaşındaki kızların bile ırzına geçilmişti, 30 askerin peşpeşe tecavüz ede ede öldürdüğü kadınlar vardı, cinsel organına odun sokularak öldürülmüş kadınlar vardı, dere yataklarında çocuk-kadın cesetleri bulunuyordu, erkeklik organları kesilip ağızlarına sokulmuş erkek cesetleri vardı, köpeklere yedirilen insanlar vardı, tabanlarına nal çakılarak öldürülen insanlar vardı, kazığa oturtulanlar vardı, kafa derisi yüzülenler vardı, öldürülenlerin vücutları parçalanarak, kolları, bacakları, kafaları, kasap dükkanı gibi çengellerle duvarlara asılmıştı, kadınların memeleri kesilerek çiviyle duvarlara çakılmıştı. (Bunların hepsinin Türk Tarihi Kurumu arşivinde, kitaplarında, fotoğrafları, belgeleri var, internetten bile ulaşabilirsiniz.)
Ermeni çeteleri 1915-1920 yılları boyunca Kars, Ardahan, Iğdır, Erzincan, Bayburt, Erzurum ve Van’da toplu katliamlar yaptı, silahsız insanları camilere, samanlıklara, ahırlara doldurup, ateşe verdiler.
Türk Tarih Kurumu başkanlığı, 2003 yılında, yabancı bilim insanları ve yabancı medya eşliğinde, 67 uluslararası gözlemci eşliğinde, Kars’ın Kalo/Derecik köyünde kazı yaptı. Toplu mezar ortaya çıkarıldı. Yakılarak öldürüldüğü tespit edilen, birbirine karışmış iskeletlere ulaşıldı, çocuk iskeletleri çoğunluktaydı. Derecik köyünün nüfusu 671 kişiydi, 660 kişi öldürülerek, yakılarak, toplu mezara gömülmüştü, sadece 11 kişi kurtulmuştu.
Ermeni vahşeti korkunçtu, ama, Ermeni propagandası daha korkunçtu. Topraklarımızda bunlar yaşanırken, Amerikan, İngiliz ve Fransız gazetelerinde “Kemalist güçlerin Kars’ta canavarlık yaptığını” yazıyorlardı, “Ermenileri boğazladığımızı,  evleri yağmaladığımızı, kadınların ırzına geçtiğimizi, güzel kızları köle olarak sattığımızı” yazıyorlardı. Kendileri ne yaptıysa, “Türkler bize yaptı” diyorlardı.
Bir tek örnek vereyim…
Rus arşivlerinde bile açık açık “Van’da Ermeni çeteciler tarafından 23 bin Türk’ün katledildiği” kayıtlıyken, Van’da görev yapan Amerikalı misyoner Clarence Ussher “55 bin Ermeni katledildi” diye rapor göndermişti!
Fransa, Ermeni lejyonu kurmuştu. Kıbrıs Magosa’daki askeri kampta İngilizler tarafından eğitilen 120 bin Ermeni gönüllüye Fransız üniforması giydirmişler, bunları üstümüze salarak, Adana’yı Mersin’i işgal etmişlerdi.
Maraş’ta ilk kıvılcım çakıldı. Fransız üniformalı işgal askerleri, Türk kadınlarına sarkıntılık etti, peçelerini yırttı, çakmakçı Sait yumruğuyla saldırdı, göğsüne ateş ederek öldürdüler, henüz 22 yaşındaydı, hadiseye şahit olan sütçü İmam belinden tabancasını çekti, Sait’i vuran işgal askerini öldürdü. Fransız üniformalı o işgal askeri, Ermeniydi.
Agop Hırlakyan, Maraş’ın en zengin tüccarıydı.
Ermeni milliyetçisiydi.
Fransız işgal kuvvetleri komutanını şehrin girişinde davul zurna çaldırarak karşılamış, yerlere kadar eğilerek malikanesine davet etmişti, işgal şerefine (!) müzikli-danslı balo tertiplemişti. İçkinin su gibi aktığı baloda, Fransız işgal kuvvetleri komutanı, Hırlakyan’ın torunu Helena’yı dansa kaldırmak istedi. Helena nazlandı… “Beni mazur görün lütfen, şehrimizin kalesinde Türk bayrağı dalgalandığı sürece, sizinle dans edemem” dedi! Fransız komutan, mahzun Helena’yı mutlu etmek için derhal emir verdi, Maraş Kalesi’ndeki Türk bayrağı sökülürcesine indirildi. Agop Hırlakyan, Maraş’ı kurtardığımız gün kaçmaya çalışırken öldürüldü, “soykırım kurbanı” ilan edildi!
Adana’da kulakları sağır eden bir patlama oldu.
Ermeni episkoposu Muşeg’in eviydi.
Mahallede sağlam bina kalmadı.
Muşeg’in kardeşi dahil, 30’dan fazla Ermeni öldü.
Güya din adamının eviydi ama, bomba imalathanesiydi.
Fransızlar enkazda inceleme yaptı, Türklerin isim listesi bulundu, öldürülmesi kararlaştırılmış Türklerin listesiydi. Aslına bakarsanız, Ermeni episkoposu Muşeg bu terör faaliyetlerini 20 yıldır sürdürüyordu, bölgedeki herkes biliyordu, tek tek seçtiği fedailerini Rusya’ya eğitime gönderiyordu.
Kilisesinin altına tüneller açtırmıştı, silah depoları vardı.
Ermeni evlerini cephaneliğe çevirmişti.
Ermenistan bayrağıyla dolaşıyordu.
Ermeni çetecilerin Zeytun’da Haçin’de Dörtyol’da
yaptıkları korkunç katliamların altında, hep o vardı.
Vahşetleri anlatılır gibi değildi…
Türkleri öldürüyor, kendi kanıyla vücutlarına haç çiziyorlardı.
İnsan sıfatını taşıyan biri, kasaturasını saplayarak,
iki yaşındaki üç yaşındaki çocukların gözlerini oyabilir mi?
Oyuyorlardı.
Çocuklar feryat ede ede can veriyordu.
Osmanlı ordusu tarafından yakalanma ihtimalleri doğduğunda, İskenderun ve Mersin limanında demirlemiş İngiliz ve Amerikan zırhlılarına sığınıyorlardı.
Muşeg, tehcir sırasında Mısır’a kaçmıştı.
Fransız işgaliyle geri dönmüştü.
Kuvayı Milliye gelene kadar, Fransız üniformasıyla Adana’ya dönen
40 bin Ermeniyle birlikte, Türk soykırımı yaptılar.
Savunmasız sivilleri öldürdüler, yaktılar yıktılar, yağmaladılar.
Ağaçlara astılar, diri diri kuyulara attılar.
Kadınlara tecavüz ettiler.
İncirlik köyü’nde Türkleri bir eve topladılar, top atışıyla katlettiler.
100 kadar Türk’ten oluşan kafile mesela… Canlarını kurtarmak için göçetmek üzere Tarsus yoluna çıkmıştı, Ermeni çeteleri tarafından durduruldular, Kahyaoğlu Çiftliği’ne getirildiler, erkekleri ve çocukları tek tek süngüyle öldürdüler, kadınlara önce tecavüz ettiler, sonra öldürdüler, kadınların bileziklerini küpelerini soymak için, ellerini kulaklarını kestiler.
Camili köyü’nü bastılar.
70’ten fazla insanın boğazını kesip, Ceyhan Nehri’ne attılar.
Fransızlar soruşturma bile açmadı.
Şişmanyan adında bir çeteci vardı.
“Ermeni devleti kuvvetleri komutanı” sıfatıyla dolaşıyordu.
Polis teşkilatı kurmuştu!
Kuvayı Milliye’den teğmen Selahaddin’i yakaladılar, kafasını kestiler,
bir topun üzerine yerleştirdiler, Adana caddelerinde dolaştırdılar.
Fransızlar güya adalet komisyonu kurmuştu.
İki Ermeni şahit yeterliydi.
Bu şahitlerin ifadesiyle, Türklerin malını mülkünü tarlasını hayvanını elinden alıyorlar,
“gerçek sahibi” diye Ermenilere veriyorlardı. Türklerin şahitliği kabul edilmiyordu!
Kozan’da 500’den fazla Türk öldürüldü. Kozan defterdarı Hamdi efendi, mektupçu Ali Rıza efendi, emekli yüzbaşı Mehmet bey, fırında yakıldılar. Saimbeyli’de 500 kadar Türk vardı, Saimbeyli’yi kurtardığımızda sağ Türk kalmamıştı.
Fransız bankaları, işgal altındaki Mersin’de Adana’da şube açmıştı, Türklerden boşalan ve işgal ordusu tarafından el konulan mülkleri satın almaları için Ermenilere sudan ucuz kredi veriyorlardı.
Mary Louise Graffam.Kadın misyonerdi. Massachusetts’te din eğitimi almıştı, 1901 yılında Osmanlı topraklarına gönderilmişti, 18 yıldır Sivas’taydı. Amerikan Kızlar Okulu’nun müdürüydü. Bağımsız Ermenistan’ın en ateşli savunucularından biriydi. 1915’te yıkıcı faaliyetleri nedeniyle sınırdışı edildi, Saray’a yapılan baskılar üzerine affedildi, Sivas’a geri döndü. Ermeni öyküleri kaleme aldı, tanıksız olaylar anlattı, Amerikan gazetelerine mektuplar yazdı.
Bu yazdıkları “soykırım belgesi” kabul edildi!
1921’de kanserden öldü, Sivas’ta toprağa verildi.
Ermeni diasporası tarafından “soykırım kurbanı” ilan edildi!
Aynı dönemde, Merzifon’da Amerikan Koleji’nde arama yapıldı.
Pontus bayrağı bulundu.
Pontus bağış makbuzları bulundu.
39 Amerikalı sınırdışı edildi.
Merzifon Amerikan Koleji, Pontusçu örgütlenmenin merkeziydi.
Resmi adı, Anadolu Koleji’ydi.
1886’da kurulmuştu.
Öğretmen kadrosu, Amerikalı, Ermeni ve Rum’du.
Yatılıydı, hem kız, hem erkek bölümü vardı, İngilizce eğitim veriyordu, ilahiyat okuluydu. “Protestan din adamı yetiştiriyoruz” maskesiyle, binden fazla Ermeni ve Rum gencini eğitmişlerdi. Kolej müdürünün mektubu ele geçirilmişti. “Sonucu elde etmek için gerekirse 500 yıl bekleyeceğiz” diyordu!
9 Eylül, İzmir’e girdik.
Dört gün sonra İzmir yangını başladı.
Bugünkü Kültürpark alanında yeralan Ermeni mahallesinde başlamıştı, gaz dökerek, 25 ayrı evi dinamitlerle patlatarak, yangın başlatmışlardı, söndürmek için müdahale etmeye çalışan itfaiyecilere ateş açmışlardı, denizden karaya esen imbat’ın etkisiyle Türk mahallesine doğru yayılacağını tahmin ediyorlardı, rüzgar ters esti, yangın tam tersi yönde yayıldı, o zamanlar Punta tabir edilen Levanten mahallesi Alsancak’ı yok ederek, Kordon’a dayandı.
Bunun böyle olduğunu, yani yangının Ermeni mahallesinde başladığını,
Bizzat Ermeniler tarafından başlatıldığını kim söylüyor?
İzmir itfaiye müdürü Paul Greskoviç’in resmi raporu söylüyor.
Avusturyalıydı.
Çünkü… İzmir’in itfaiye teşkilatını, levanten mahallelerini sigorta eden yabancı sigorta şirketleri konsorsiyumunu kurmuştu, başına da Paul Greskoviç’i getirmişlerdi, Osmanlı vatandaşı değildi, maaşlı profesyoneldi, 12 yıldır bu görevdeydi. İzmir yangınını Ermenilerin çıkardığını ortaya koyan, hatta yangını gözlemlemek için Ermeni mahallesine gittiğinde kendisine bile Ermeniler tarafından kurşun sıkıldığını anlatan resmi raporunu İstanbul’daki ABD temsilcisi amiral Bristol’e de göndermişti. Bu rapor şu anda, Amerikan Kongre Kütüphanesi’nde amiral Bristol evrakları arasında “38 genel yazışmalar” dosyasında duruyor.
(Tüm bu somut gerçeklere rağmen, İzmir’i biz Türklerin yaktığı iddia ediliyor, hatta bu iftirayı içeren Amerikan televizyon dizileri çekiliyor. Örneğin… Steven Spielberg ve Tom Hanks’in ortak yapımı olan, 2010 yılında vizyona giren “The Pacific” isimli dizide, bu somut yalan kullanılıyor.)
İzmir yangını sırasında, ABD’nin İzmir konsolosu George Horton’du.
Türk ordusu İzmir’e girmeden önce Washington’a acil koduyla telgraf çekmişti.
“Yunan ordusu tükendi, Uşak’tan Kütahya’dan Aydın’dan çekildiler, çekilirken bu şehirleri yaktılar, benim kanaatim odur ki, İzmir kurtarılamaz, işittiğime göre Yunan ordusu şehri yakacak, Yunan askerlerinin cephanelikleri havaya uçuracakları, şehri yağma edecekleri söyleniyor, konsolosluk mensuplarıyla Amerikan vatandaşlarının hayatlarını kurtarmak için, tahliye için acilen bir kruvazör gönderiniz” diyordu.
O kruvazör geldi.
Amerikalıları götürdü.
ABD konsolosu George Horton, Yunanistan hayranıydı.
Eşi Yunan’dı.
İzmir’e gelmeden önce Atina’da Selanik’te görev yapmıştı.
Yunanistan dışında kariyeri yoktu.
Biz Türkleri “şeytan” olarak görürdü.
Nefret ederdi.
İzmir’den ülkesine döndü, emekli oldu, 1926 yılında “The Blight of Asia-Asya’nın Belası” adıyla kitap yazdı. 9 Eylül’de İzmir’den kaçarken “Yunan ordusu Uşak’ı Kütahya’yı Aydın’ı yaktı, İzmir’i de yakacak” diye resmi rapor yazdığı halde, Washington’a kendi elleriyle bu telgrafı çektiği halde, dört yıl sonra kaleme aldığı kitabında, utanmadan “İzmir’i Türkler yaktı” dedi!
Şehre girdikten sonra “etnik temizlik yaptığımızı, soykırım yaptığımızı, 100 bin Rum’u öldürdüğümüzü, şehri yağmaladığımızı, boğazladığımızı, ateşe verdiğimizi” yazdı! Böylesine ahlaksız bir diplomattı.
İzmir’deki Avusturyalı itfaiye müdürünün resmi raporuna rağmen, Amerikan devlet arşivlerinde olmasına rağmen, hatta, Amerikan Kongre Kütüphanesi’nde olmasına rağmen… Bu ahlaksız diplomatın iftira kitabı ABD’de piyasaya çıkarıldı.
Türkiye’yi ve biz Türkleri utanmadan “soykırımcı” ilan eden, Washington yönetimi ve Ermeni diasporası’nın sicili işte bu. “Ermeni soykırımı” iftirasına böyle sessiz kalmaya devam edersek, yine ABD odaklı “Rum soykırımı” iftirasına herkes hazır olsun!

Al sana soykırım (3)

Talat paşa, Berlin’de öldürüldü.
Ensesinden vuruldu.
Suikastçı, Soğomon Tehliryan adında bir Ermeni teröristti.
Bu tetikçi, Erzurum doğumluydu ama, tehcir sırasında Türkiye’de bile değildi,
o sırada Sırbistan’da üniversite okuyordu.
Alman mahkemesinde güya yargılandı.
“Vicdanım açık, öldürdüm ama katil değilim” dedi.
Beraat etti!
Suçüstü cinayete beraat veren bu korkunç karar,
Ermenistan kaynaklı terörün hukuken önünü açan karardı.
Vurun vurabildiğiniz kadar demekti.
Arkası gelecekti.
Prens Sait Halim Paşa, Roma’da öldürüldü.
Ermeni tetikçi, Arşavir Şıracıyan’dı.
Yakalamadılar.
Göstere göstere kaçtı.
Bu terörist, bir yıl sonra bu defa Berlin’de, Teşkilat-ı Mahsusa kurucularından Bahattin Şakir’le Cemal Azmi’yi vuracaktı.
Yine yakalamayacaklar, yine kaçacaktı. Ermeni terörü, Avrupa’da açıkça korunuyordu.
Cemal Paşa, Tiflis’te öldürüldü.
Tetikçiler, Stefan Çekiçyan ve Bedros Bogosyan’dı.
Mustafa Kemal’i öldürmeye çalıştılar.
Yunanistan’da üç kişilik suikast timi hazırlamışlardı, biri Edirne üzerinden Türkiye’ye girdi, ikisi Suriye üzerinden girdi, işbirlikçileriyle buluşacaklar, suikastı Ankara’da, Cumhuriyet’in birinci yıldönümü törenleri sırasında gerçekleştireceklerdi. Edirne üzerinden İstanbul’a gelenin adı Manok Manukyan’dı, Eskişehir’de yakalandı, sorgulandı, her şeyi itiraf etti. Ankara’da asıldı.
Bunların hepsi “Nemesis operasyonu”ydu.
Taşnak partisinin suikast eylemlerine verdiği kod adıydı.
Yunan mitolojisindeki intikam tanrıçası Nemesis’ten geliyordu.
Fikir babası Elazığ doğumlu Şahan Natali’ydi, misyonerler tarafından ABD’ye götürülmüş, Boston Üniversitesi’nde okutulmuştu, Amerikan vatandaşıydı, Massachusettts’te yaşıyordu, Nemesis operasyonunun finansal giderlerini karşılayan fon’u yönetiyordu.
Suikast ekiplerinin lideri, Ermenistan’ın Washington büyükelçisi Karekin Pastırmacıyan’dı, Erzurum doğumluydu, Fransa’da Nancy Üniversitesi’nde okumuştu, tehcirden tee 20 sene önce Armen Garo kod adıyla terör eylemi gerçekleştiriyordu, silahlı-bombalı 30 teröristle birlikte İstanbul Karaköy’de Osmanlı Bankası’nın genel müdürlük binasını basmış, 154 kişiyi rehin almış, zaptiyeyle çatışmış, 30’dan fazla insanın ölümüne sebep olmuş, sokaklar savaş alanına dönmüş, Rusya ve Fransa derhal arabuluculuk yapmış, zavallı durumdaki Osmanlı sarayı af çıkarmış, Pastırmacıyan burnu bile kanamadan bankadan çıkmış, öbür teröristlerle birlikte ellerini kollarını sallaya sallaya gemiye bildirilmiş, Marsilya’ya götürülmüştü.
Nemesis revize edildi.
Asala sahneye çıktı.
1973 yılıydı…
Amerikan vatandaşı Mıgırdıç Yanıkyan, Türkiye’nin Los Angeles başkonsolosu Mehmet Baydar’ı ve konsolos Bahadır Demir’i Santa Barbara’da Baltimor oteline davet etti. Elinde, İtalyan ressam Giuseppe Furely tarafından yapılmış ve Osmanlı sarayından kaçırılmış bir tablo bulunduğunu belirterek, Türkiye’ye bağışlamak istediğini söyledi.
Yanıkyan, Erzurum doğumluydu, Moskova Üniversitesi’nde okumuş, 1946’da ABD’ye gitmiş, Amerikan vatandaşı olmuştu. Diplomatlarımız otele geldi. Lobide güleryüzle karşıladı, “tablo odamda, buyrun odama gidelim” dedi, odaya girer girmez tabancasını çekti, diplomatlarımızı sırtlarından vurarak şehit etti. Tutuklandı, yargılandı, güya müebbet hapse mahkum oldu. 1984’te serbest bırakıldı!
– Viyana büyükelçimiz Daniş Tunalıgil’i büyükelçilik binamıza girerek, makam odasında şehit ettiler.
– Paris büyükelçilimiz İsmail Erez ve şoförü Talip Yener’i şehit ettiler.
– Beyrut büyükelçiliğimizin başkatibi Oktar Cirit, şehrin en kalabalık bölgesi Hamra caddesinde bir kafede çayını yudumluyor, gazete okuyordu, takır takır bastılar tetiğe, iman tahtasına şarjörü boşalttılar, yürüye yürüye gittiler, teröristlerin kim olduğu alenen belliydi ama yakalanmadılar.
– Vatikan büyükelçimiz Taha Carım, evinin önünde sırtından vurularak şehit ettiler.
– Madrid büyükelçimiz Zeki Kuneralp’i hedef aldılar, eşi Necla Kuneralp’le emekli büyükelçi olan eniştesi Beşir Balcıoğlu’nu şehit ettiler.
– Lahey büyükelçimiz Özdemir Benler’i hedef aldılar, oğlu Ahmet Benler’i şehit ettiler.
– Paris büyükelçiliğimizin turizm müşaviri Yılmaz Çolpan, Champ Elysees caddesinde bir restorandan çıkıyordu, bir otomobilden otomatik silahlarla tarayarak şehit ettiler.
– Atina büyükelçiliğimizin idari ataşesi Galip Özmen ve henüz 14 yaşındaki kızı Neslihan’ı susturuculu tabancayla şehit ettiler.
– Sidney başkonsolosumuz Şarık Arıyak ve koruma polisi Engin Sever’i motosikletle yaklaşıp, mermi yağmuruna tutarak, şehit ettiler.
– Paris büyükelçiliğimizin çalışma ataşesi Reşat Moralı’yla din görevlimiz Tecelli Arı’yı şehit ettiler, 20 el ateş etmişlerdi.
– Cenevre başkonsolosluğumuzun sözleşmeli sekreteri Savaş Yergüz’ü işinden evine dönerken sokak ortasında şehit ettiler.
– Paris başkonsolosluğumuzu silahlarla bastılar, 44’ü Türk vatandaşı 56 kişiyi 15 saat rehin aldılar, güvenlik görevlimiz Cemal Özen’i şehit ettiler. Cemal Özen sadece üç gün önce baba olmuştu, bir erkek evladı dünyaya gelmişti.
– Los Angeles başkonsolosumuz Kemal Arıkan’ı şehit ettiler, aslında şoförü ve iki koruması vardı, ama onların başına bir şey gelmesin diye otomobilini kendisi kullanıyordu, kırmızı ışıkta pusuya düşürdüler.
– Boston fahri konsolosumuz Orhan Gündüz’ü otomatik silahlarla suratından vurarak şehit ettiler.
– Lizbon büyükelçiliğimizin idari ataşesi Erkut Akbay’ı eşi Nadide’yle birlikte vurdular, Erkut şehit oldu, Nadide ağır yaralı kurtuldu, ama maalesef komadan çıkamadı, altı ay sonra Nadide de şehit oldu.
– Ottawa büyükelçiliğimizin askeri ataşesi hava kurmay albay Atilla Altıkat’ı kırmızı ışıkta pusuya düşürerek şehit ettiler.
– Burgaz başkonsolosluğumuzun idari ataşesi Bora Süelkan’ı evinin önünde kalbinden vurarak şehit ettiler.
– Belgrad büyükelçimiz Galip Balkar’ı suratından vurarak şehit ettiler.
– Brüksel büyükelçiliğimizin idari ataşesi Dursun Aksoy’u evinin önünde şehit ettiler.
– Lizbon büyükelçiliğimizi silahlarla-bombalarla bastılar, beş teröristtiler, maslahatgüzarımız Yurtsev Mıhçıoğlu ateşle karşılık verdi, püskürttü, teröristler büyükelçilik binasından kaçarak çıkıp, hemen bitişiğindeki büyükelçilik konutuna girdiler, Yurtsev’in eşi Cahide’yle 16 yaşındaki oğlu Atasay’ı rehin aldılar, çatışma çıktı, teröristler bomba patlattı, Cahide Mıhçıoğlu şehit oldu, Atasay ağır yara ve ağır yanıklarla kurtuldu.
– Tahran büyükelçiliğimizin sekreteri Şadiye Yönder’i hedef aldılar, eşi Işık Yönder’i kafasından vurarak şehit ettiler.
– Viyana büyükelçiliğimizin çalışma ataşesi Erdoğan Özen’i, otomobiline yerleştirdikleri bombayla şehit ettiler.
– Birleşmiş Milletler’in Viyana ofisinde tek Türk direktör olarak görev yapan Enver Ergun’u altı kurşunla şehit ettiler.
– Atina büyükelçiliğimizin basın ataşesi Çetin Görgü’yü evinin önünde susturuculu tabancayla şehit ettiler.
– Bağdat büyükelçiliğimizin idari ataşesi Çağlar Yücel’i otomobilinin içinde tarayarak şehit ettiler.
– Atina büyükelçiliğimizin müsteşarı Haluk Sipahioğlu’nu suratına yedi el ateş ederek şehit ettiler.
Amerika, Avustralya, Avrupa, Asya’da, dört kıtada cinayet işlediler. 16 ülkede diplomatlarımızı, ailelerini katlettiler. Ankara’da Esenboğa Havalimanı’nda saldırı düzenlediler, pasaport kontrolündeki kalabalığın ortasında bomba patlattılar, makineli tüfeklerle taradılar, dokuz kişiyi öldürdüler, 72 kişiyi yaraladılar.
Paris’te Orly Havalimanı’nda saldırı düzenlediler, çantaya yerleştirdikleri bomba Türk Hava Yolları standının bagaj rampasında patladı, ikisi Türk sekiz kişi öldü. Aslında… Bombalı çantayı getiren terörist, yabancı yolculardan birine rica etmiş, valiz sayısı fazla olduğu için çantayı geçiremediğini söylemiş, o yabancı yolcuya teşekkür olarak 65 dolar vererek, bagaj kontrolünden geçirmesini istemişti. Bomba nasıl olduysa zamanından önce bagaj rampasındayken patladı. Yoksa uçağa yüklenecek, Paris-İstanbul seferini yapan THY uçağı havadayken patlayacaktı.
“Türkler bizi öldürdü” dedikleri, işte budur!
Soykırım kavramı… Birleşmiş Milletler’in hukuksal tanımına göre “ulusal, etnik, ırksal ve dinsel bir grubun bütününün ya da üyelerinin bir bölümünün yok edilmesi niyetiyle, öldürülmesi, bedensel hasar verilmesi, yaşam koşullarının yıkılması, doğumlarının engellenmesi, çocuklarının zorla ellerinden alınması”dır.
Türk insanlarını, Türk devlet adamlarını, Türk diplomatlarını, Türk kadınlarını, hatta Türk çocuklarını, Türk kurumlarını, sırf Türk oldukları için, etnik, ırksal, dinsel sebeplerle, yok etme niyetiyle öldüren, bedensel hasar veren, yaşam koşullarını yıkan, 150 yıldır aralıksız devam eden Ermeni terörü… Dört dörtlük soykırımdır.

Al sana soykırım (4)

Serj Tankian, Lübnan doğumlu, Amerikan vatandaşı.
Daron Malakian, Kalifornia doğumlu, Amerikan vatandaşı.
Shavo Odadjian, Erivan doğumlu, Amerikan vatandaşı.
John Dolmayan, Lübnan doğumlu, Amerikan vatandaşı.
Bunların hepsi, Kalifornia’da aynı okulda,
Ermeni kilisesi himayesindeki Pilibos Ermeni Okulu’nda okudular.
Aynı tornadan çıktılar.
“System of a Down” grubunu kurdular.
Metal müzik yapıyorlar.
Ülke ülke dolaşarak, dünya çapında “soykırım” turnesi düzenliyorlar.
Konserlerinde dev ekranlarda Atatürk’ün fotoğrafını gösterip “katilllll”
diye bağırıyorlar, seyircilere bağırtıyorlar.
Grammy Ödülü kazandılar!
Halbuki…
Edgar Manas.
İstanbul’da doğdu.
İtalya’ya gitti, Venedik’te Murad Rafaelyan Koleji’nde okudu, Padova Konservatuarı’ndan mezun oldu, Türkiye’ye döndü. 1912-1933 yılları arasında İstanbul Konservatuarı’nda hocalık yaptı. Yani, tehcir sırasında sonradan adı İstanbul Belediye Konservatuvarı olan Darü’l Elhan’da piyano dersi veriyordu. 1923’te Cumhuriyet kurulur kurulmaz, Türkiye’nin ilk Kadınlar Korosu’nu kurdu, yönetmenliğini yaptı.
1937’de Meryemana Kilisesi’ndeki Koğtan korosu şefliğine tayin edildi, 20 sene bu koroyu yönetti, Ermeni okullarında solfej dersi verdi. Türkçe eserlerini yazmaya kalksam, buraya sığmaz. En önemli ve en değerli imzasını İstiklal Marşımıza attı. İstiklal Marşımızın orkestrasyonunu yaptı.
Müzik yoluyla Ermeni gençlerinin beynini yıkamaya çalışanların panzehiri, Ermeni yurttaşımızın imza attığı İstiklal Marşımızdır. Diaspora iftiralarına karşı, Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Atatürk’ün etnik köken ayırmadığının kanıtı, İstiklal Marşımızdır.
Atatürk, ömrü boyunca iki defa imza değiştirdi.
Alfabe değişince ve soyadı kanunu çıkınca, imzasını yeniledi.
Osmanlı dönemindeki imzası, Arap ve Latin harflerinin uyarlamasıyla “M. Kemal” şeklindeydi, zeka ürünüydü, çünkü, Osmanlıca sağdan sola okuduğunuzda “M.Kemal” görüyordunuz, aynı imzaya Latin harfleriyle soldan sağa baktığınızda “M.K” rumuzunu görüyordunuz, üç çengeldi, yırtıcı bir kuşun pençesine benziyordu.
Harf Devrimi’yle birlikte “gazi m. kemal” imzasını attı. Atatürk soyadını alınca “k. atatürk”ü kullanmaya başladı. Bu son imzayı Hagop Vahram Çerçiyan tasarladı. Robert Kolej’de öğretmendi, matematik ve coğrafya dersleri veriyordu, ABD’de kaligrafi eğitimi almıştı. Mustafa Kemal’in isteğiyle beş farklı örnek hazırladı, tek tek sunum yaptı, Mustafa Kemal “k. atatürk” imzasını seçti.
Çerçiyan, 1907’yle1958 arasında 61 yıl boyunca aralıksız olarak İstanbul’da yaşadı, aralarında Bülent Ecevit’in de bulunduğu 25 binden fazla öğrenci yetiştirdi, İstanbul’da toprağa verildi.
Arman Pandikyan.
İstanbul’un işgali sırasında İngiliz istihbarat teşkilatında tercüman olarak çalışıyordu, ama aslında, yurtsever yeraltı örgütümüz Felah Grubu’nun elemanıydı. Hem bilgi sızdırıyor, hem de İngilizlerin evraklarında kalem oynatarak, Anadolu’ya silah kaçıran gemilerimizin sorunsuz şekilde Karadeniz’e açılmasını sağlıyordu. Milli mücadelenin sonunda İstiklal Madalyası aldı.
Berç Keresteciyan Türker. Milli mücadele kahramanıydı. Mim Mim Grubu’ndaydı, İstanbul’un işgali sırasında Anadolu’ya takalarla ilaç gönderme operasyonlarını organize ediyordu. İstiklal Madalyası aldı. Taksim’deki Cumhuriyet Anıtı yaptılırken, halktan bağış toplanmıştı, en büyük bağışı Berç Keresteciyan Türken yaptı. 1934’te Soyadı Kanunu çıkarıldığında, bizzat Atatürk tarafından kendisine Türker soyadı verildi. 1935’te Afyonkarahisar milletvekili oldu.
Hekim yüzbaşı Ohannes Kasparyan, Artin Gülükyan, Kiyork Gülsöken, Karabet Ayvat, Karabet Kargıcı, Agop Özel, Hrant Kiremitçi, Agop Ayık, Vahan Keleşoğlu, Kurtuluş Savaşı’nda Mustafa Kemal’in askerleriydi… İstiklal Madalyası aldılar.
Atatürk’ün İstanbul’da en sevdiği mekanlardan biri Tokatlıyan Oteli’ydi, otele uğradığında mutlaka şef garson Karabet efendi’yi çağırır, sofrasına oturtur, sohbet eder, halini hatırını sorardı. Karabet efendi, milli mücadele sırasında Ankara’da, emrinde görev yapmıştı.
Agop Martayan Dilaçar.
Robert Kolej’de okudu, Tevfik Fikret’in öğrencisiydi. 1915’te, yani tehcir sırasında Osmanlı ordusunda yedek subaydı, Kafkas Cephesi’nde vuruştu, yaralandı, madalya aldı. Güney Cephesi’ne tayin edildi, Şam’a gitti, Mustafa Kemal’le tanıştı, askerlik görevini Mustafa Kemal’in emrinde tamamlandı. Robert Kolej’de İngilizce öğretmenliği yaptı. Sofya’ya gitti, Svaboden Üniversitesi’nde Türkçe dersleri verdi.
1932 yılında, Atatürk’ün başkanlığında gerçekleştirilen Türk Dil Konferansı’na dil uzmanı olarak davet edildi, Türk Dil Kurumu’nun başuzmanı ve ilk genel sekreteri oldu. Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi çalışmalarıyla Türkçe’nin kökenleri konusunda çok önemli bilgileri ortaya çıkardı. 1934’te Soyadı Kanunu çıkarıldığında, Türk diline katkıları nedeniyle, bizzat Atatürk tarafından kendisine Dilaçar soyadı verildi.
E, ister istemez insanın aklını kurcalıyor tabii…
Ermenileri sırf Ermeni oldukları için soykırdıysak,
varlığıyla onur duyduğumuz bu Ermeni yurttaşlarımızı soykırmayı mı unuttuk?
Fransa’nın sözde soykırımı tanıdığı gün mesela, Brüksel’de Avrupa Komisyonu binasında, İstanbul fotoğraflarından oluşan muhteşem bir sergi vardı… Avrupa Birliği temsilcileri, Fransa’nın soykırım kararını desteklerken, Ermenilerin soyunu kuruttuğumuzu anlatırlarken, o konuştukları binadaki sergi, Mıgırdıç Ara Derderyan’ın, yani büyük ustamız Ara Güler’in objektifindendi!
Türk tiyatrosunun efsanelerinden Toto Karaca, Türk futbolunun unutulmazlarından Garbis Baklaoğlu, Türk pop müziğinin olmazsa olmazları Onno Tunç, Garo Mafyan, Türk sinemasının büyük yıldızları Kenan Pars, Danyal Topatan, Sami Hazinses… Nubar Terziyan, aslında Terziyan bile değildi, ailesinin soyadı Alyanak’tı, etnik kimliğine vurgu yapmak için Terziyan soyadını kullandı. Ermenileri sırf Ermeni oldukları için soykırırken, Türkiye’nin gözbebeği bu Ermeni yurttaşlarımızı gözden mi kaçırdık?
1982 yılıydı. Asala teröristleri Ankara’da Esenboğa Havalimanı’nda saldırdı, pasaport kontrolünde bomba patlattılar, kalabalığa makineli tüfeklerle ateş açtılar, 9 kişiyi öldürüp, 72 kişiyi yaraladılar.
Artin Penik…
Doğma büyüme İstanbul çocuğuydu.
61 yaşındaydı.
Yenikapı Değirmen Sokak’ta oturuyordu.
Evine gitti, gaz bidonunu aldı, Taksim Meydanı’na geldi, Cumhuriyet Anıtı’nın önünde “kahrolsun Asala, yaşasın Türk kardeşlerim” diye bağırarak, Ermeni terörünü protesto için, kendini ateşe verdi. Ağır yaralanmıştı. Maalesef dört gün sonra vefat etti. Ama o dört gün boyunca, kendisiyle röportaj yapan gazetecilere tekrar tekrar anlattı. (Artin Penik’le hastanede yapılan röportajlar internette görüntülü olarak var, merak eden tıklayıp izleyebilir.)
Son nefesine kadar haykırdı…
“Bunlar emperyalizmin oyunu, dünya kamuoyu önünde Türkiye’yi kötülemek istiyorlar, yabancı devletler bunları şımartıyor, ceza vermiyorlar, ibret olsun diye yaptım, çok sevdiğim Atatürk’ün huzurunda intihar ettim, vatanım için yaptım, vatanım milletim için yüz bin defa yine yaparım, Türk milletine sabır diliyorum” dedi.
İçimizdeki soykırım tüccarları, Artin Penik’ten niye hiç bahsetmiyor?
Biz Türkler soykırımcıysak eğer… Nazi Almanyası’ndan kaçan
Yahudi profesörler niye Türkiye Cumhuriyeti’ne sığındı?
Üç kişi değil, beş kişi değil, Hitler’den kaçan 190 saygın Yahudi biliminsanı, mesleklerinin zirvesindeyken, ABD’ye İngiltere’ye Kanada’ya gitmek varken, Harvard, Princeton, Oxford, Cambridge gibi en prestijli üniversiteler tarafından davet edildikleri halde, niye Atatürk Cumhuriyeti’ni tercih ettiler?
Cahil oldukları için mi?
Soykırımdan kaçan Yahudi profesörlerin,
bizim soykırımcı olduğumuzdan haberleri yok muydu?
1933-1939 yılları arasında Türkiye Cumhuriyeti’ne sığınan Yahudi bilim insanları,
soykırımın emperyalist bir yalan olduğunun hem tarihsel tanığı, hem bilimsel kanıtı değil mi?

https://www.sozcu.com.tr/2021/yazarlar/yilmaz-ozdil/al-sana-soykirim-6397905/
https://www.sozcu.com.tr/2021/yazarlar/yilmaz-ozdil/al-sana-soykirim-2-6399836/
https://www.sozcu.com.tr/2021/yazarlar/yilmaz-ozdil/al-sana-soykirim-3-6401849/
https://www.sozcu.com.tr/2021/yazarlar/yilmaz-ozdil/al-sana-soykirim-4-6403728/
This entry was posted in ABD - AB - EMPERYALIZM, ERMENİ SORUNU, Tarih, Yılmaz Özdil. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *