Gençler dedelerinin mezar taşını okusun

Gençler dedelerinin mezar taşını okusun

23 Ocak 2021 Yılmaz Özdil
Myanmar’da dedelerimizin mezarı var.
Arap çöllerine yolladığımız evlatlarımızdı onlar… Basra’daki toplama kamplarından trenlerle, gemilerle Hindistan’a götürülmüş, nehir mavnalarıyla Myanmar’a aktarılmışlardı, kimisi tropik hastalıklardan can verdi, kimisi canına kıydı, kimisi çıldırdı.Talihsiz dedelerimiz birer birer hayatını kaybediyor, ölüm sırasını bekleyen talihsiz arkadaşları da başlarına mezar taşı dikiyordu.

Kwai Köprüsü… Hollywood’ta film yapıldı, İkinci Dünya Savaşı’nda Japonlara esir düşen İngiliz askerlerinin hikayesiydi, Myanmar’da geçiyordu, yedi dalda Oscar kazandı, bütün dünya seyretti, adeta ezberledi. Ama, aynı Myanmar’da en az beş bin Türk evladı hayatını kaybetti, dünyanın bilmesinden vazgeçtik, Türkiye’nin haberi yok!

Hazar Denizi’ndeki Nargin adasında dedelerimizin mezarı var. Kayalıktı, bitki örtüsü yoktu, su yoktu, sadece yılanlar vardı, battaniyesi bile olmayan ahşap barakalarda yılan sokmasıyla, işkenceyle can veren dedelerimiz “cehennem adası” diyordu.

Sibirya’da dedelerimizin mezarı var.
Tuvalet yoktu, koğuşların kapısına fıçı bırakılıyordu, dedelerimiz bu fıçıların üstüne çıkarak ihtiyaç gideriyordu, kuru ot doldurulmuş çuvallarda yatanlar şanslıydı, en çok ölüm burada yaşandı.

Else Brandström… “Sibirya meleği” diye tanınıyordu, İsveçli’ydi, Kızılhaç’ta hemşireydi, babası generaldi, Petersburg büyükelçisiydi, babasının imkanlarını kullanarak, Kızılhaç kimliğiyle Sibirya’daki kampları ziyaret eder, Türk esirlerine sahip çıkar, hediyeler dağıtırdı, aslında bu hediye dağıtımı kamuflajdı, gizli kurtarma teşkilatı kurmuştu,  200’den fazla Türk esirini kaçırdı, trenle gemilerle İsveç’in Haparanda şehrine göndermeyi başardı, bu firar operasyonlarında bazı Türkler şehit oldu, cenazeleri Ruslara bırakılmadı, Haparanda’da kilise bahçesinde toprağa verildiler. Dedelerimizin orada mezarı var.

Kuzey Buz Denizi’nde dedelerimizin mezarı var.
Eksi kırk derece oluyordu, o haldeyken bile ramazan ayında oruç tutmaya çalışıyorlardı, kutup’a çok yakın olduğu için gündüzler çoook uzundu, iftarla sahur arası sadece iki saatti, 22 saat oruç tutuyorlardı, cami filan orada ne arasın, vefat eden arkadaşlarının cenaze namazını mecburen kilisede kılıyorlardı, zemin beton gibi buzla kaplıydı, toprağı kazmak mümkün olmuyordu, kışın vefat edenler depoya konuyordu, ilkbaharda toprağa veriliyordu.

Mançurya da dedelerimizin mezarı var.
Korsika’da dedelerimizin mezarı var.
Moldavya‘da dedelerimizin mezarı var.
İsimlerini bile bilmiyoruz.
Kayıp kuşak’tı.

Rusya’nın dört bir köşesinde, Krosnoyarsk, Vladivostok, Proriçka, Nikolsky, İrkusk, Krasnoparks, adreslerini bile bilmediğimiz kuytularda dedelerimizin mezarı var.

Güney Çin’de Yankong’da dedelerimizin mezarı var.
İrlanda denizi’ndeki Man Adası’nda dedelerimizin mezarı var.
Barındıkları ahşap kulübeler sardalya konservesi gibiydi, ranza yoktu, saman doldurulmuş döşeklerde, yerde yatıyorlardı, hemen hepsi zatürree oldu, romatizma oldu, dört yıl böyle yaşadılar, dayanabilen dayandı, Ramazan Mehmet, Hüseyin Halid İbrahim, Hüseyin Ali, Hasan Derviş, Mehmet Ali, Kalan Yeğen, Ahmed Hasan dayanamadı, Knockaloe esir kampının hemen yanındaki Aziz Patrick Kilisesi’nin bahçesinde toprağa verildiler, kader böyle istemişti, kilise bahçesinde şehitliğimiz olmuştu… Başlarındaki mezar taşında “burada Birinci Dünya Harbi’nde şehit olan yedi Türk yatıyor, ruhlarına fatiha” yazıyor. Türkçe yazıyor.

Atina’da dedelerimizin mezarı var.
Lusiya kampı kelimenin tam manasıyla “Türk mezarlığı”ydı, bina yoktu, çadırlarda barınıyorlardı, toprak zeminde yatıyorlardı, yaz mevsiminde idare ettiler ama, kış ölümcüldü, çalışmaya 40 kişi gidiyorsa mesela, 35 kişi dönüyordu, sebepsiz öldürülenlerin haddi hesabı yoktu, dayak zaten rutindi, günlerce kan tüküre tüküre can verenler vardı, tuvalet yoktu, çukurlar vardı, bir metre genişliğinde, bir metre derinliğinde on metre uzunluğunda çukurlar… Üzerinde kalaslar vardı, kalasın üstüne çıkarak, dengede durmaya çalışarak, ihtiyaçlarını görmeye çalışıyorlardı, içine düşenler oluyordu, dizanteri yaygındı, bulaşıcı hastalık kapanlar aynı çadırda toplanıyordu, hepsi ölünce, çadırla beraber yakılıyorlardı.

Milos adasında dedelerimizin mezarı var.
Gemiyle getirirken 600 kadarını denize atmışlardı, çünkü, en fazla 400 kişinin sığabileceği, hayvan dışkısıyla dolu, havalandırma penceresi bile olmayan ambara 1.800 kişi tıkmışlardı, nefessizlikten boğuluyorlardı, öleni denize attılar, adaya toplam 3 bin 800 Türk getirdiler, üç ay sonra sayım yaptılar, 2 bin 400 kalmıştı, bulaşıcı hastalık kapanları mağaralara tıkıyor, girişi kayalarla kapatıyorlardı.

Korfu adasında dedelerimizin mezarı var.
Lefkada adasında var.
Sakız adasında var.
Girit’te var
Girit te var.
Midilli’de var.
Dedeağaç’ta var.
Dedeağaç’ta çatısı bile olmayan dört duvar binalarda tutuyorlardı, günlerce yağmura, soğuğa maruz kaldılar, bir kişi bile sağ çıkamadı, toplu mezarlara gömüldüler.

Atina’da Palamidi hapishanesinde dedelerimizin mezarı var.
Yaşayan ölülerin mezarıydı, zindanları yeraltındaydı, 1.021 basamaklı merdivenle iniliyordu, kedi büyüklüğünde lağım fareleri vardı, Türk istihbaratının efsanesi, “gavur Mümin” lakaplı üsteğmen Mümin Aksoy, bu mezarda 11 ay kalmış ve sağ çıkmayı başarmıştı.

Ve, trajedi coğrafyamız bu haldeyken… Asrın liderimiz hâlâ “gençler
dedelerinin mezar taşını okuyup anlayamaz durumdalar” filan diyor.
Dedelerimizin başına gelenleri milli eğitim müfredatına koyun lütfen de,
gençlerimiz dedelerinin nerelerde mezar taşı olduğunu okusun!
Okullarda okusunlar da… Saraydakiler lay lay lom yaşamaya devam ederken,
devletin-milletin hangi ücralarda nasıl yitip gittiğini, saray zihniyeti yüzünden
dedelerimizin ne bedeller ödediğini anlasınlar
This entry was posted in GEÇMİŞİN İÇİNDEN, Yılmaz Özdil. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *