BİR UYGARLAŞMA ÖRNEĞİ: VAHŞİ BATI VE TUNCELİ…

Süleyman Çelik (scelik44@gmail.com)

Son günlerde okuduğum iki kitaptaki birkaç satır ile sosyal medyada karşılaştığım bir video, birkaç fotoğraf ve bir haber, bana eğitimin önemini anımsattı.
Kitaplardan biri, Yuval Noah Harari isimli genç bir tarihçi akademisyenin 2012 yılında yazmış olduğu, “Hayvanlardan Tanrılara –SAPİENS– İnsan türünün kısa bir tarihi”. Kitap, Ertuğrul Genç tarafından dilimize çevrilerek, 2015’de Kolektif Kitap tarafından, İstanbul’da yayımlanmış. Benim okuduğum 18. Baskı, 2016’da yayımlanmış. Bir yılda 18 baskı yapmış olduğuna göre demek ki çok satılan bir kitap. Umarım, hakkı verilerek çok da okunmuştur…
Kitabın 278. Sayfasında şunlar yazıyor: “Roma İmparatorluğu, gücünü ve zenginliğini, esas olarak Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Balkanlar’dan sağlıyordu. Batı Avrupa eyaletleri yoksul bir Vahşi Batı’ydı; maden ve köle dışında imparatorluğa çok az katkısı vardı. Kuzey Avrupa o kadar ıssız ve barbardı ki, fethetmeye bile değmezdi.”

Vahşi Batı, Rönesans ve dinde Reform ile Orta Çağ karanlığını dağıtmaya başladı. Keşifler, Buluşlar ve Bilimsel Devrim ile aklın önünü açtı. Akıl ve bilimi kılavuz edindi, Aydınlanma Devrimi’ni gerçekleştirdi. İnsan haklarını ve hukukun üstünlüğünü kabul ederek özgürlükçü- laik ve demokratik toplumsal bir düzen kurdu. Kuşku duyup  sorgulamayı, tartışmayı ve eleştirel akılcı düşünceyi esas alan bir eğitim sistemi geliştirerek yeni bir uygarlık/ Avrupa Uygarlığını yarattı. Bu ortamda gelişen bilimsel buluşlarla Sanayi Devrimi’ni gerçekleştirdi. Böylece  zenginliğin kaynağı olan toprak ve tarımsal ürünlerin yerini fabrikalar ve sanayi ürünleri aldı. Sonuçta, bu gelişmelerin dışında kalan, dünün zengin Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinin insanları, günümüzde ölümü göze alarak, dünün Vahşi Batı’sına sığınmaya çalışıyor oldular. Ne yazık ki her yıl yüzlercesi bu yolda ölüyor.
Barbarların yaşadığı bildirilen Kuzey Avrupa, yani günümüzde İskandinav ülkeleri denilen Norveçİsveç ve Finlandiya ise, bugün dünyanın en uygar, en özgürlükçü demokrasiye sahip, insan hakları ve sosyal adalete en saygılı ülkeleri kabul ediliyor. Bu ülkelerin, dünyanın en iyi eğitim sistemine sahip oldukları düşünülüyor. Özellikle demokratik olmayan toplumlarda düşünce özgürlüğü olmamasının acısını yaşayan aydınlar, bu ülkelere sığınmacı olmak için can atıyorlar. Aşağıdaki Norveç ile ilgili videoyu seyredince insanın gıpta etmemesi olanaksız görülüyor.

İkinci kitap ise daha eski. Yazarı, Alman Askeri Kurul Başkanı olarak 1914’de Osmanlı’ya gelmiş, Birinci Dünya Savaşı’nda, önce Çanakkale’de 5. Ordu, ardından Sina ve Filistin cephesinde Yıldırım Orduları Grup Komutanlığı yapmış olan Mareşal Liman von Sanders.  Osmanlı’da kaldığı 5 yılın anılarını içeren kitabına “Türkiye’de beş yıl” adını vermiş.  Kitabı, 1919 yılında İngilizler tarafından sürgün edildiği Malta’da yazmış ve 1920’de Berlin’de yayımlamış. 1337 (1921)’de Türkçe’ye çevrilmiş ve Dersaadet (İstanbul)’da yayımlanmış. Kitap, Eşref Bengi Özbilen tarafından Almanca’dan dilimize çevrilerek, 2010 yılında Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından yeniden yayımlanmış. 2012 yılında ikinci baskı yapmış. Benim okuduğum bu son baskı.
Kitabın, Birinci Dünya Savaşı’nda Doğu Cephesi’nin anlatıldığı bölümünde, ‘Sarıkamış faciasından sonra saldırıya geçen Rusların, Erzurum, Erzincan, Muş, Bitlis ve Van’ı ele geçirmesi üzerine’,  Enver Paşa’nın, “2. ve 3. Orduların birlikte yapacakları bir karşı saldırı ile kaybedilen toprakların kurtarılmasını emrettiği,” bildiriliyor….
Osmanlı’daki adıyla Liman Paşa, yapılacak bu hareketle ilgili, bir rapor yazıyor. Kendisiyle birlikte Levazım Dairesi Başkanı Orgeneral Ludendorff Pletz’in de imzası bulunan, 25 Ekim 1916 tarihli bu raporu, Alman İmparatoru Kayzer Wilhelm II’ye gönderiyor.
Raporda “Osmanlı Ordusunun her bakımdan savaşacak gücünün olmadığı” bildiriliyor. O konuya girmeyeceğim. Ancak raporun giriş kısmında, birlikte görev yapacak 2. ve 3. Ordularının konumlarını anlatırken, yazılan bir not dikkatimi çekti:
Geri çekilmiş olan 3. Ordu’nun Tirebolu- Kemah hattında, 2. Ordu’nun Temur Bey- Kiğı- Oğnut- Muş’un güneyi- Bitlis hattında bulunduğunu” yazdıktan sonra, “ancak” diyor, “2. ve 3. Ordular arasında, şimdiye kadar Osmanlıların olduğu kadar, Rusların da giremediği yabani Kürtlerle yerleşik olan Dersim bulunuyor” (a.g.e. s.187).

Budapeşte’den Yemen’e, Kafkaslar’dan Fas’a kadar her tarafı fethedip bir “Dünya İmparatorluğu” kuran Osmanlı, buraya neden giremedi?
Ele geçirdiği Erzurum’u, hemen yaptığı demiryolu ile Kars’a bağlayarak ordusunun ikmalini aksatmayacak bir teknolojiye sahip olduğunu gösteren Ruslar buraya neden giremedi?
Çünkü, sarp kayalar ve derin vadilerle dolu bir coğrafi yapıya sahip olduğu için, yabancıların girmesinin çok zor olduğu bu bölgede, adının başına “Seyit” ekleyip “Peygamber Torunu” olduğunu öne sürerek, din istismarı yoluyla halkı sömüren bir aile, feodal bir derebeylik düzeni kurmuştu. Beslediği çetelerle bir yandan halkı soyarken, bir yandan da istemediği kişilerin bölgeye girmesine izin vermiyordu. Devletin vergi memurları ya da mültezimler ve asker almaya gelen jandarma da giremediği için, halk da bu durumdan memnundu. Hem vergi vermiyor hem de çocukları askere gidip ölmüyordu. Sömürgene verdiklerini ise, dini lider olduğu için sevap sayıyordu…

İsteseler, elbette Osmanlı da Rusya da buraya girerdi, ikisinin de bu gücü vardı. Ancak o toprakları ele geçirmeye değer görmediler. Oysa Cumhuriyet için toprak değil, insan önemliydi. Öncelik, Türkiye’nin diğer yerlerindekiler gibi, oradaki insanların da din sömürücüsü, sahtekar derebeyin elinden kurtarılması; eğitim, sağlık, ulaşım gibi uygarlık alt yapısının oluşturulmasıözgür birey olmalarının sağlanması idi.
Bu nedenle diğer iller gibi Tunceli’ye de yol, köprü, sağlık ocakları ve okullar  yapılmaya başlandı. Ancak devlet yapıyor, günümüzde PKK’nın yaptığı gibi, ertesi gün, İngiliz ajanlarınca  yönlendirilen derebeyinin adamları dinamitleyerek yıkıyor, çalışan işçileri ve olayları engellemeye çalışan jandarmaları öldürüyorlardı. Devlet, birkaç kez nasihat heyetleri göndererek halk düşmanlarını yola getirmeye çalışsa da olmadı. Sonunda eşkıyanın anlayacağı dille konuşmaya karar verildi.
Devlet gücünü gösterdi, derebeylik yıkıldı, eşkıya başı ve adamları hak ettikleri cezayı aldılar. Bu arada eşkıyanın kullandığı gariban insanlar da ne yazık ki zarar gördü.
Bundan sonra Tunceli huzura, bayındırlığa ve okula kavuştu. Çalışkan ve zeki Tunceli halkı, Cumhuriyet’in kendisine sağladığı olanakları değerlendirerek, Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK), ‘İllerde Yaşam Endeksi’ araştırmasında görüldüğü üzere, ilini eğitimde Türkiye şampiyonu yaptı.  (https://www.hurriyet.com.tr/egitim/tuncelinin-egitimdeki-liderligini-kaptirmak-istemiyoruz-40045773)

Aşağıdaki fotoğrafta Munzur ve Pülümür çayları üzerinde bulunan plajlardan birinde tatilin keyfini çıkaran, biz Cumhuriyetçilerin deyimiyle Tuncelililer, Cumhuriyet karşıtlarının deyimiyle Dersimliler görülüyor.
Kadın- erkek insanların bir arada yüzdüğü, güneşlendiği böyle uygar bir manzara, ancak kıyı kentlerinde görülebilir. Hatta, kıyılarımızdaki turistik olmayan bazı küçük ilçe ve kasabalarda bile, kadınlar hala denize girememektedir.
Bu durum, Türkiye’de en uygar kentin Tunceli, en uygar insanların da Tuncelililer olduğunu gösteriyor.
Tunceli bu duruma Cumhuriyet sayesinde geldi. Ne yazık ki Cumhuriyet’in sağladığı olanaklardan yararlanarak okuyup, ülkenin en yüksek makamlarına kadar yükselen bazıları, Cumhuriyet karşıtı gericiler ve bölücüler gibi, Derebeyi bozuntusu sahtekarın heykelinin yapılmasına seviniyor ya da sessiz kalıyor ve “Ben, Dersimli …..” diyerek nankörlük yapıyorlar. Oysa Cumhuriyet olmasaydı, bu ve bunun gibiler, Dersim dedikleri o dağlık bölgeden dışarı çıkamayacak ve derebeyinin kulu olmanın ötesine de geçemeyeceklerdi…
Yazımı, Tunceli’nin sembol isimleri Diyap Ağa’yı ve Sevgili Kamer Genç’i saygıyla anarak bitiriyorum…
This entry was posted in CUMHURİYET - DEMOKRASİ - ÇAĞDAŞLIK, EĞİTİM, SÜLEYMAN ÇELİK. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *