BİR EKONOMİK TETİKÇİNİN İTİRAFLARINDAN, OSMANLI İMPARATORLUĞUNUN DIŞ BORÇLANMASI VE DÜYÜNU UMUMİYE

Naci Kaptan / 12.09.2020
Değerli okur,
Geçmişten buyana işgal edilecek, ele geçirilecek, ekonomik zenginliklerine el konacak devletleri ele geçirmenin bir diğer yolu da cephelerde askerlerin yaptığı gibi kıran kırana savaşlar değildir. Hedef ülke ekonomik olarak işgal edilir. Üretim yapan kurumlar, fabrikalar v.b ekonomik yarar sağlayan her türlü tesis yavaş yavaş ele geçirilir. Tüketim desteklenir. Kredi açılır ve borç verilir. Tıpkı ülkemizin AKP döneminde yaşadığı süreç gibi…
Halk deyişiyle “Borç sekseni aştıktan” sonra artık boğazını sıkmak zamanı gelmiştir. Sıra borçlara karşılık ülkede söz sahibi olmaya ve borçlu devletin varlıklarına el koyma zamanı gelmiştir. Söz ise acıtıcıdır; “BORÇ ALAN EMİR ALIR” Günümüzde yaşananlar Osmanlı sürecinde de yaşanmıştır.
Yazıyı okudukça günümüzle ilgili benzerlikleri de göreceksiniz. AKP iktidarının bir ABD projesi olduğu kendi adamlarından olan siyasal İslamcı  Abdurrahman Dilipak tarafından yazılmış ve söylenmiştir. Daha sonra da Tayyip Erdoğan birçok kereler ve farklı yerlerde BOP EŞBAŞKANI olduğunu söylemiştir. Anlaşılan odur ki ABD de Erdoğan’ı kandırmış ve BOP’un güzel bi şey olduğuna inandırmıştır. Erdoğan da bu nedenle bir ihanet projesi olan bu görevi saklaması gerekirken kendisi dile getirmiştir.
Son 18 sene, AKP/Erdoğan iktidarı sürecinde Türkiye’nin ekonomik olarak iflasa gitmesi,  büyük istikrarsızlık, toplumsal bölünmeler, akıl almaz nepotizm, dünyanın en büyük yolsuzlukları, insan haklarının yok edilmesi, Yargı ve ordunun siyasallaşması, parlamentonun askıya alınması, Laik Cumhuriyet ve Atatürk’ün kırılmaya çalışılması, dış politikada yaşamakta olduğumuz büyük yalnızlığın temelinde yatan AKP’nin bir ABD/AB/İsrail projesi olmasındandır.
Bu yazımda Osmanlı’dan buyana ekonominin BORÇLANMA ayağını konu alacak bu uzun yazıyı bölümlere ayırarak paylaşacağım.
Naci Kaptan / 12.09.2020

BİR EKONOMİK TETİKÇİNİN İTİRAFLARI – John Perkins
‘Ekonomik tetikçiler (ET’ler) , yerküre üzerindeki ülkeleri trilyonlarca dolar dolandıran yüksek ücretli profesyonellerdir. Dünya Bankası, ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı (USAID) ve diğer yabancı ‘yardım’ kuruluşlarından büyük şirketlerin kasalarına ve gezegenimizin tabii kaynaklarını kontrol eden birkaç varlıklı ailenin ceplerine para aktarırlar. Kullandıkları araçlar arasında sahte finansal raporlar, hileli seçimler, rüşvet, zorbalık, seks ve cinayet bulunmaktadır. Oynadıkları oyun imparatorluklar kadar eski olmasına rağmen, günümüzdeki küreselleşme sürecinde yeni ve korkutucu bir boyuta ulaşmıştır.
Ekonomi tetikçisi olarak bizlerin amacı küresel imparatorluk kurmaktır. Bizler, diğer ülkeleri şirketlerimizin, hükümetimizin, bankalarımızın, kısacası benim şirketokrasi diye adlandırdığım kurumsal yapının kölesi haline getirmek için uluslararası finans kuruluşlarını kullanan elit bir grubuz. Mafyanın yaptığı iyilikler gibi Ekonomi Tetikçileri de görünüşte bazı iyilikler yapar. Örneğin elektrik santralleri, otoyollar, limanlar,
havaalanları, teknoparklar gibi altyapı hizmetleri için borç temin ederler. Bu borçların ön koşulu, bütün bu projelerin Amerikan inşaat ve mühendislik firmaları tarafından gerçekleştirilmesidir.
Aslında paranın çoğu Amerika’yı hiç terk etmez; yalnızca Washington’daki bankalardan New York, Houston veya San Francisco’daki mühendislik firmalarına transfer edilir.
Para hiç vakit geçirmeden şirketokrasi üyesi şirketlere (kreditörlere) döndüğü halde borçlu ülkenin anapara artı faizin tamamını ödemesini isteriz. Eğer Ekonomi Tetikçisi çok başarılı ise borç tutarı o kadar büyük olur ki birkaç yıl sonra borçlu ülke ödemeleri aksatır. Bu olduğunda biz de mafya gibi diyetini isteriz. Birleşmiş Milletler’de Amerika’nın isteği doğrultusunda oy verme, askeri üs kurma veya petrol gibi değerli kaynaklara el koyma şeklinde olabilir bu diyet. Buna rağmen borçlunun borcu devam eder. Böylece küresel imparatorluğumuza bir ülke daha eklenmiş olur.
2004 itibariyle 3. Dünya ülkelerinin borç toplamı 2.5 trilyon dolara, yıllık faiz ödemeleri de 3.75 milyar dolara yükselmiştir. Bu tutar, tüm 3.Dünya ülkelerinin sağlık ve eğitim harcamaları toplamından fazla, aldıkları dış yardımın da 20 katıdır. Yine bu ülkelerde nüfusun en üst yüzde biri, ülkelerinin mali kaynaklarının ve gayrımenkullerinin %70 ila %90’ına sahiptir. Bu çağdaş imparatorluğun sinsiliği,Romalı askerleri, İspanyol fatihlerini (konkistador), 18-19 uncu yy Avrupalı sömürgecilerini fersah fersah geride bırakır. Biz Ekonomi Tetikçileri kurnazısdır.
Bizler tarihten ders aldık. Kılıç taşımayız, zırh-üniforma giymeyiz. Ekuador, Nijerya,Endonezya gibi ülkelerde yerli öğretmenler veya esnaf gibi giyiniriz. Washington ve Paris’te bürokratlara ve bankerlere benzeriz. Proje mahallerini gezer, yoksul köyleri dolaşırız. Yerel basında ne kadar hayırlı işler yaptığımızdan söz ederiz. Yasadışı bir şeye tevessül ettiğimiz pek nadirdir. Zira sistem aldatmacaya dayansa da tanım olarak yasaldır.
Ancaaak….. Eğer biz başarısız olursak, devreye çakallar (İstihbarat –NSA ve CIAelemanları) girer. Çakallar hazır ve nazır bekler. Ortaya çıktıklarında devlet başkanları devrilir veya feci “kaza”larda ölürler. Eğer Afganistan ve Irak’ta olduğu gibi, bir şekilde çakallar da beceremezlerse genç Amerikalılar ölmeye ve öldürmeye gönderilir.
“Bizler küçük özel bir kulübüz. Dünya ülkelerinin milyarlarını dolandırmak için iyi çok iyi para alırız. İşinin önemli bir bölümü dünya liderlerini Amerika’nın ticari çıkarlarını kollayan geniş bir şebekenin bir parçası olmaya ikna etmek olacak. Sonuçta bu liderler öyle bir borç batağına saplanırlar ki Amerikanın sadık köleleri olurlar. Böylece siyasi ekonomik ve askeri gereksinimlerimizi istediğimiz zaman istediğimiz şekilde karşılarlar. Buna karşılık kendi halklarına teknoparklar santraller havaalanları getirdikleri için siyasi konumları güçlenir. Bu arada Amerikan mühendislik ve müteahhitlik firmaları da iyice zenginleşir”.
Ne mutlu ki 1960’larda bir başka devrim daha gerçekleşti. Uluslararası şirketler ile Dünya Bankası ve IMF gibi çok uluslu kuruluşlar güç kazandı. Dünya Bankası ve IMF’yi Amerika ile Avrupa’daki emperyalist kardeşlerimiz finanse ediyordu.
Bu imparatorluğun yaratılmasına ben de katkıda bulundum ve suçluluk duygusu altında eziliyorum. New Hampshire taşrasından bir çocuk nasıl oldu da bu pis işlere bulaştı?

Küresel kapitalizmin temsilcisi işte böyle diyordu.  Türkiye v.b. az gelişmiş ve gelişmekte olan tüm ülkeler bu sansar tuzağına düşürülerek zenginliklerine el konuyor ve sağılıyordu. Marshall planı da 20. Yüzyılda başlatılan yeni bir sömürgeleştirme projesi idi. Bu projede Türkiye’nin adı ise “OLTADAKİ BALIK” idi.

Ayşe HÜR / tarihçi
Osmanlı’dan bugüne enflasyon ve borç sarmalı.
Fatih’in tağşişlerinden[*] II. Abdülhamid’in Düyun-u Umumiye’sine.
Osmanlı’dan bugüne enflasyon ve borç sarmalı-I
[*]TAĞŞİŞ * TDK; “Bir şeyin içine başka bir madde karıştırma, katıştırma.

BÖLÜM I

Karagöz, 1924, Sayı 1713
Şevket Pamuk’a göre Osmanlıların ilk gümüş sikkelerini bastırdıkları 1326 yılından II. Mehmed’in ikinci kez tahta çıktığı 1444 yılına kadar akçeler saf gümüşten darbedilmiş (ağırlığı 1,115-1.20 gram arasındaydı), içine bakır ya da başka metal katılmamıştı. Ancak 1444’tan 1481 yılına (yani Fatih unvanı alan II. Mehmed’in ölümüne kadar) paranın değeri tam altı kez düşürüldü. Yani gümüşün içine başka metaller katıldı. Başlangıçta 100 dirhem gümüşten 280 akçe kesilirken, 1481’de akçe sayısı 335’e çıkmıştı. Bu işleme “tağşiş” adı verildi. Fatih dönemindeki tağşişlerin temel amacı merkezi hazineye ek gelir sağlamaktı. Bazı tağşiş dönemlerinde maaşları düşen ilmiye ve kalemiye mensuplarının kışkırttığı askeriye mensupları yani Yeniçeriler başkaldırmaya başlayınca tağşiş işlemine son verildi. Böylece 1481-1585 arasında akçenin değeri yüzde 7’lik bir tağşiş olayı dışında, sabit tutuldu.
İLK BÜYÜK ENFLASYON
III. Mehmed döneminde, 1578’de çıkılan İran Seferi ilk ağızda Tiflis, Şiraz ve Revan’ın fethi ile mutlu başlamışsa da savaş giderleri yüzünden o tarihe kadar 127 milyon akçe fazla veren hazine büyük açıklar vermeye başlamış, 1585/86’da ilk kez paranın içindeki değerli maden oranı tekrar büyük oranda tağşiş edilmişti. 1580’lerin başında 100 dirhem gümüşten 450 akçe kesilirken, bu tağşişten itibaren 850 akçe kesilmeye başlamıştı. Piyasa, kırkık denilen ayarı düşük akçelerle dolmuştu. Bu Osmanlı tarihinin ilk büyük enflasyonu idi.
1600’lı yıllar içte Anadolu’yu saran Celali İsyanları, dışta Hollandalı ve İngiliz ticaret kumpanyalarının Akdeniz’den ziyade Hint Okyanusu’na yönelmeleri sonucu Osmanlı ülkesindeki tarımsal üretim ve ticaret hacminde büyük düşüşler yüzünden enflasyon artık kronik bir hal aldı. 1623 yılında mali ve siyasi krizler yüzünden ayaklanan Yeniçeriler tarafından II. Osman ve I. Mustafa art arda tahttan indirildi.
TARHUNCU AHMET PAŞA VE İLK BÜTÇE
(Avcı) 1. Mehmed döneminde, 1652 tarihinde Sadrazam olan Tarhuncu Ahmed Paşa hazine açığını kapatmak, tağşişleri engellemek, gümrük gelirlerini artırmak, saray ile tersane harcamalarını azaltmak ve yolsuzluğu önlemek için kolları sıvadı. Osmanlı tarihinde bir ilk olan tarihe “Tarhuncu Bütçesi” olarak geçen gelir-gider defterini hazırlandı. Ardından sarayın ve devlet ileri gelenlerinin harcamalarında kesinti yapmaya koyuldu. Akıbeti tahmin edileceği gibi oldu. Tarhuncu Ahmed Paşa, Nevruz günü olan 21 Mart 1653 tarihinde boğdurularak öldürüldü.
Sonuç olarak 1624 yılında 100 dirhem gümüşten 1000 akçe kesilirken 1689’da 1400 akçe kesilir hale gelmişti. Bu yüzden gündelik işler için çok fazla akçe taşımak gerekiyordu. Avrupa ülkelerinde benzer krizlerde devletler bakır paraya geçerken, Osmanlı Devleti nedense bu yola başvuramamıştı. Bunun üzerine piyasadaki boşluğu yabancı (özellikle Avrupa) sikkeleri doldurmaya başladı. Önce yabancı paralarla yerli paralar arasındaki değer farkı, sonra Avrupa’dan getirilen ‘kalp’ (sahte) sikke ticareti, giderek Avrupalı tüccarların önemli bir kazanç kapısı oldu.
1687 yılında IV. Mehmed’in tahttan indirilmesinden sonra başa geçen II. Süleyman Yeniçerilere ödenmesi adet olan cülus akçelerini bastırmak için ilk başta halktan alınan vergileri arttırdı, ancak bu tepkilere neden olunca, Topkapı Sarayı’nın dış avlusuna kurulan Darphane’de ilk Osmanlı (bakır) mangırları basıldı. Bu mangırlar halktan ilgi görünce üretim arttırıldı 1690 yılında bakır madenleri suyunu çekinceye kadar 600 milyon bakır mangır basıldı.
‘SIVIŞ’ YIL KRİZLERİ
2012 yılında kaybettiğimiz Profesör Halil Sahillioğlu’na göre sadece Osmanlı Devleti’ndeki değil tüm İslam devletlerindeki ciddi mali krizlerin bir önemli nedeni de gelirlerini oluşturan faaliyetler (örneğin tarım, hayvancılık, balıkçılık) Güneş’in çevrimine (Şemsi yıl) tabi iken, harcamalar için Ay takviminin (Kameri yıl) kullanılması idi. Ay ve Güneş’in çevrimleri arasındaki 11 günlük farklar yüzünden 33. yıla tek bir hasıla (ürün, gelir vs.) isabet ederken tek hasıladan iki vergi almak mümkün olmayınca da mahsulü bu iki yıldan birine saymak, bu sorunu aşmak için her 33 yılda bir takvimde bir yılı atlamak gerekiyordu. Ancak 33 yıl uzun olduğundan bazı dönemlerde takvim tashihi unutuluyor, bazı dönemlerde gecikerek uygulanıyordu. Düzeltme yapılmadığında da bütçe sıkıntısı doğuyordu. Sonuç olarak Halil Sahillioğlu’na göre Osmanlı’nın en büyük mali buhranlarının ardında (gözden kaybolmak anlamına gelen sıvışmaktan türetilmiş bir adlandırma ile) “Sıvış Yıl” denilen bu “kayıp yıl” meselesi vardı. 1740’da I. Mahmud, mali yıl başlangıcını Nevruz’dan (21 Mart) 1 Muharrem’e sabitleyerek durumu hafifletmeye çalıştıysa da 1794 yılında, Hazinedar Moralı Osman Efendi, I. Abdülhamit’e, Kameri ve Şemsi yılların farklarından doğan zarardan kurtulmak için yılın uzatılmasını önerdiğine göre sorun devam ediyordu.

BÖLÜM II

TANZİMAT DÖNEMİ’NİN PARA POLİTİKALARI
Karagöz, 1924, Sayı 1750
Yine de Şevket Pamuk’a göre 18. Yüzyıl Osmanlı Devleti için göreli bir barış, istikrar ve iktisadi gelişme dönemiydi. Buna ek olarak ülkedeki gümüş madenlerindeki üretimin arttırılmasıyla devlet tekrar gümüş sikke basmaya başladı. Buna Kuruş adı verildi. Ancak Osmanlı Devleti’nin aynı zamanda Avrupa devletleriyle yoğun bir ticaret ilişkisine girmesi piyasadaki yabancı paraların da piyasaya akmasına neden oldu. Rusya ve Avusturya’ya karşı girişilen savaşlarla mali durum bir yara daha aldı ve 1789’da Kuruş’un içindeki gümüş oranı üçte bir oranında azaltıldı.
En büyük tağşişler ise reformcu padişah II. Mahmud döneminde oldu. Anadolu ve Balkanlarda “ayan” denilen beylerin öncülüğündeki bir dizi ayaklanma, bunlara destek veren Yeniçeri Ocağı’nın lağvedilip yerine yeni ordu kurulması, Sırp ve Yunan isyanları, Rusya, İran ve Mısır’la yaşanan savaşların neden olduğu mali krizler sonucu 1808 ile 1831 arasında kuruş gümüş içeriğinin yüzde 79’unu kaybetti.
İngilizlerle imzalanan 1838 Balta Limanı Anlaşması ile ekonomi hızla liberalleşince hayat pahalılığı, bütçe açıkları, yolsuzluk, rüşvet arttı. Ardından 1853-1856 Kırım Savaşı’nın yükü altında ezilmeye başladı hazine. Savaş dolayısıyla alınan kredileri izlemek üzere 1854’te Londra merkezli Ottoman Bank kuruldu. Devlet, memur maaşlarını ve esnafa borçlarını ödeyemez olunca hem dış ülkelerden hem de içte tefecilerden borç almaya başladı. “Galata bankerleri” veya “Galata sarrafları” bu dönemde ortaya çıktı. Galata bankerleri ağırlıklı olarak Rum ve Ermeni idi ancak bunlara zamanla Yahudiler, Levantenler (Doğu Akdeniz’e yerleşmiş Avrupalılar) ve Müslümanlar eklendi.
Bütün bunlar, tahmin edileceği gibi, çeşitli kesimlerin tepkisini çekti. İstanbul esnafı kayıklara doluşup Dolmabahçe Sarayı’nın rıhtımına dayanmaya kalktılar. Birkaç kez softalar ayaklandı.

ABDÜLAZİZ VE OSMANLI BANKASI
Abdülmecid’in 1861’de 39 yaşındayken babası II. Mahmud gibi veremden ölmesi üzerine tahta çıkan Abdülaziz’in en görkemli işi 1867 yazında Avrupa ülkelerine yaptığı 46 günlük seyahatti. Bu Osmanlı tarihinde bir ilkti. Daha önce padişahlar ülke dışına seyahat yapmazlardı. Abdülaziz ülkesine döndükten sonra Avrupa’da gördüklerinin de etkisiyle İstanbul’un çehresini değiştirmeye koyuldu.
Çırağan Sarayı, Beylerbeyi Sarayı gibi yeni saraylar inşa ettirdi, eski sarayları restore etti, içlerini lüks eşyalarla donattı. Zincirlikuyu, Boğaziçi, Hacıosman Bayırı, İstinye ve Tarabya şoseleri gibi yeni yollar açıldı, dereler temizlendi, şehre ağaçlar dikildi. Törenler, eğlenceler çoğaldı. Galata tarafında meyhaneler, balozlar, çayhane ve kahvehaneler, Direklerarası ve Gedikpaşa’daki tiyatrolar doldu taştı. Ancak İstanbul Batılı görünüme kavuşturulurken, Batılı yaşam tarzı yaygınlaştırılırken büyük borçlara girildi. Abdülmecid’den devralınan yaklaşık 17 milyon sterlinlik borç, onun döneminde 98 milyon sterline yaklaşmış, gelirler ise 25 milyon düzeyinde kalmıştı. Sadece Saray’ın borcu 11 milyon sterlindi.
Para basımını düzenlemek için alelacele bir çeşit “merkez bankası” yaratmak gerekti. Londra merkezli Ottoman Bank 27 Ocak 1863’te kendini feshederek İngiliz-Fransız ortaklığında “devlet” bankasına (Bank-ı Osmani-i Şahane) çevrildi. Osmanlı Devleti, kendisinin hiçbir biçimde kâğıt para basmayacağı ve başka bir kuruma da bastırmayacağı taahhüdünde bulunarak Osmanlı Bankası’na 30 yıl süre ile kâğıt para ihracı imtiyazı verdi. 29. yılda devlet, bankanın feshini talep etme hakkına sahip olacaktı. Eğer bu olursa, banka tedavüle soktuğu banknotların karşılığını altınla ödeyerek piyasadan çekecekti. İşte biraz da bu karmaşık sözleşmeler dolayısıyla devlet bütçesi can çekişiyordu. Banka 1874’te “merkez bankası” gibi çalışmaya başladı, ancak 1875’e gelindiğinde devletin borcu 5 milyar 400 bin Frank yani 240 milyon lira idi. Devletin geliri ise sadece 3 milyar Frank idi.

ABDÜLHAMİD VE ‘HAZİNE-İ HASSA’
Bütün bunlardan rahatsız oldukları için uzun süredir Abdülaziz’i tahttan indirmeyi planlayan Midhat Paşa ve kliği padişaha karşı “nefret-i amme” (genel hoşnutsuzluk) doğmasını beklemişler, 11 Mayıs 1876’da Bayezid, Fatih ve Süleymaniye medreselerinin talebeleri “Müslümanlar Hıristiyanların hakaretine uğruyor, böyle zamanda ders yapılmaz” avazeleri ile sokağa dökülmeleriyle başlayan olaylar, 30 Mayıs 1876 Abdülaziz’in tahttan indirilmesiyle sonlanmıştı. Tahta çıkarılan V. Murad da aynı klik tarafından 93 sonra akli dengesinin yerinde olmadığına dair bir doktor raporu ile tahttan indirildi ve yerine 31 Ağustos 1876 günü Abdülmecid’in diğer şehzadesi II. Abdülhamid çıkarıldı.
Osmanlı padişahları II. Abdülhamid’e gelene kadar şahsi mülk edinmiyorlar ancak geliri saltanat makamının harcamalarına tahsis edilen arazilerin yanı sıra, hanedan mensuplarının ikametlerine tahsis edilen binaları hayatta oldukları sürece kullanabiliyorlardı. Daha şehzadeliği sırasında borsada oynayarak gelirini katlamayı başaran Abdülhamid başa geçtiğinde ilk olarak güvenebileceği bir Hazine-i Hassa Nazırı aramış ve şehzadeliği sırasında Bank-ı Osmani-i Şahane’den tanıdığı Agop Kazazyan’ı seçti.
Agop Paşa, devletin kredi ilişkilerinde o zamana kadar tek kaynak olan Bank-ı Osmani-i Şahane’ye alternatif olarak Kredi Liyone Bankası’nı (Banque Crédit Lyonnais) devreye sokan kişiydi. Ancak en büyük hizmetini Abdülhamid’in şahsına yapmıştı. Abdülhamid Hazine-i Hassa parasıyla 33 yıllık saltanatı süresince Abdülhamid doğrudan satın alıp geliştirerek, boş arazileri tarıma açıp sahiplenmeye uygun yasalardan yararlanarak, miras yoluyla Anadolu, Filistin, Suriye, Irak, Yunanistan, Arnavutluk, Bingazi (Libya) ve Kıbrıs’ta geniş çaplı emlak ve sayısız işletmeyi uhdesine geçirdi. Ölümünden sonra Abdülhamit şöyle demişti: “Büyük bir servet yapabildiysem bu Agop Paşa’nın dirayeti sayesinde olmuştur. Mülkümü gayet iyi idare etmiş, yılda 500 bin altın gelir getirecek hale koymuştur. Özel kişilere ve vakıflara ait olmayan araziyi Sultan malı ilan etmek fevkalade bir fikirdi…”
Abdülhamid’in özel hazinesinde işler tıkırındaydı ancak devletin genel hazinesi tamtakırdı. 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında devlet dış kredi alamaz olunca önce Galata sarraflarına yöneldi, arkasından Osmanlı Bankası’na verilen taahhüt ilk kez çiğnenerek (ilk kez 1840 yılında basılan) ‘kaime’ denilen bir çeşit hazine bonosu ihraç etti. Ancak kaime basımı da derde derman olmadı.

RÜSUM-I SİTTE İDARESİ’NDEN DÜYUN-I UMUMİYE’YE
Yıllar içinde Şıra Resmi adlı bir vergi zamanla, zecriye, reftiye ve ithaliye resimlerine [vergilerine] dönüşerek çoğalmış, 1859’da bu değişik vergiler Rüsum-ı Müçtemia (Birleştirilmiş Vergiler) adı altında toplanmıştı. 1867’de yayımlanan bir fermanla ispirtolu içki satışına da vergi getirilmişti. 1853-1856 Kırım Savaşı’ndan itibaren artan devlet borçlarının ödenmesi için 10-22 Kasım 1879 tarihinde çıkarılan bir kararname ile damga (pul), tütün, müskirat (içki) balık avı, tuz ve bazı yerlerin ipek vergilerinin 10 yıl süreyle Galata bankerlerine bırakılmasına karar verildi. Bunun için de Rüsum-ı Sitte (Altı Vergi) idaresi kuruldu ve başına Bank-ı Osmani-i Şahane adına Fransız Hamilton Long getirildi.
İstanbul bankerlerine verilen bu imtiyaz, dış borçların sahiplerini de harekete geçirdi. Rüsum-i Sitte’den pay almak isteyen Fransa ve Britanya’nın baskıları sonucu II. Abdülhamid, tüm Osmanlı borçlarının tek merkezde hesap edilip oradan ödenmesini taahhüt eden 23 Ekim 1880 tarihli kararnameyi yayımlamak zorunda kaldı. Yabancılarla yapılan uzun pazarlıklar sonucu, 20 Aralık 1881’de çıkarılan tarihinde çıkarılan bir başka kararname ile 191 milyon Osmanlı Lirası’na ulaşan borçların 106 milyon Osmanlı Lirası’na indirilmesi ve dış borç ödemelerinin alacaklıların oluşturacağı bir meclis tarafından yönetilmesi kabul edildi.
Rumi takvime göre 28 Muharrem 1299 günü yayımlandığı için tarihe Muharrem Kararnamesi olarak geçen bu ikinci kararnamenin 15. maddesi uyarınca, tahvil sahiplerini temsil etmek ve haklarını korumak için Düyun-u Umumiye İdaresi kuruldu. İdare İngiltere, Fransa, Almanya, Hollanda, İtalya, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorluğu’ndan birer üye ile Galata bankerlerinin bir temsilcisinden oluştu. İdare Osmanlı maliyesinden ayrı olarak dış borçların ve Rusya’ya olan savaş tazminatının ödenmesi işini üstleniyordu. Kararnameye göre Bulgaristan, Doğu Rumeli vergisi, 1878 borçlarından Sırbistan, Yunanistan, Karadağ’a isabet eden hisse, Kıbrıs’ın gelir fazlası idareye bırakılacaktı. Gelirin beşte dördü borçların faizine, beşte biri borcun ana miktarından düşünülecekti.
Merkezi İstanbul’da bulunan (bugünkü İstanbul Lisesi) İdare taşrada nazırlık veya merkez müdüriyetleri şeklinde örgütlenmişti. Kuruluşunun ilk yılında (1882–1883), 21 nezaret, 65 Müdüriyet ve 513 Memuriyet olmak üzere merkez teşkilat dahil toplam 3040 personelden oluşmaktaydı. Bu personelin 2719’u Müslüman, 266’sı gayri Müslim Osmanlı vatandaşı ve 55’i de yabancı uyruklu idi. Personel sayısı 1895 yılında 4518 Müslüman, 297 gayrı Müslim Osmanlı ve 54 Avrupalı olmak üzere toplam 4869 kişiye ulaşmıştı.  Bu sayı 1915’te toplam 5.300 kişiye ulaştı.

Osmanlı’dan bugüne enflasyon ve borç sarmalı-II
BÖLÜM III

Ayşe HÜR
Hikayenin Osmanlı dönemini anlattığımız ilk yazıda bıraktığımız yerden devam edelim. Yahya Tezel’e göre 1914 yılı başında nominal değeri 157 milyon sterlin olan Osmanlı dış borç tahvillerinin yüzde 48’i Fransız, %19’u Alman ve %13’ü İngilizlerin elindeydi. 1923 tarihli Lozan Barış Antlaşması uyarınca Osmanlı borçlarının yüzde 67’sinin yani 82,5 milyon altın Osmanlı lirasının Türkiye tarafından ödenmesi kararlaştırılmıştı. Ödeme işlerini de Düyun-u Umumiye İdaresi yönetecekti.
Bu karar, 1 Aralık 1928 tarihli TBMM oturumunda oylandı ve kabul edildi. Buna göre Türkiye 1929 yılından başlayarak ilk yedi yıl, yılda 2 milyon altın lira ödeyecek, 1936 yılından itibaren taksitler artacak ve 1952 yılında 3,4 milyon altın lirayı bulacaktı. 1929 Büyük Buhranı yüzünden ilk taksitte zorlanılacağı anlaşılınca Düyun-u Umumiye İdaresi ile yeni bir anlaşma yapıldı. Türkiye anlaşmadan doğan yükümlülüklerini 1933, 1934 ve 1935’te yerine getirdi. Fakat bu sırada bütün ülkeler gibi Türkiye’nin de döviz dar boğazına sürüklenmesi yüzünden ödemeler güçleşti.
29 Nisan 1936’da imzalanan yeni bir anlaşma ile ödemelerin yarısının Fransız frankı, yarısının da Türk lirası üzerinden yapılması kabul edildi. Fakat döviz sıkıntısı devam ettiğinden 18 Temmuz 1938’de yapılan ikinci bir anlaşma ile bütün taksitlerin Türk lirası olarak ödenmesi benimsendi.II. Dünya Savaşı’nın başlaması üzerine Türkiye, 30 Eylül 1940 tarih ve 2/14458 sayılı Bakanlar Kurulu kararı ile, Alman işgaline uğrayan Paris’teki Düyun-ı Umumiye Meclisi’ni tanımadığını ve ona ödenen komisyonu kestiğini, bundan böyle borçların ödenmesi işini bizzat üzerine aldığını ilân etti. Hükümetin bu kararını protesto eden meclis, Lozan Barış Antlaşması’nı imzalayan devletleri duruma müdahale etmeye çağırdı. Bir takım diplomatik faaliyetler sonunda hükümetle alacaklılar arasında 1944’te özel anlaşmalar imzalanarak borçların tasfiyesine gidildi.25 Nisan 1944’ten itibaren on yıl içinde borcun tasfiyesi için alacaklıların elinde bulunan tahviller daha yüksek fiyattan satın alındı. Hükümet ödemeler için 25 Mayıs 1954 tarihini son müracaat günü olarak tespit etti ve buna uydu.
ESKİ BORÇ BİTERKEN YENİ BORÇLAR BAŞLIYOR
Resmi tarihçiler “Böylece 1854’te başlayan dış borçlanma tam 100 yıllık bir maceradan sonra kapanmış oldu” derler ancak bu doğru değildir. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti ilk dış borcunu 1930’da almıştı. Kibrit tekelinin 25 yıllığına kendisine bırakılması karşılığında bir Amerikan şirketi Türkiye’ye 1930 kuruna göre 21 milyon lira borç vermişti. Bunun arkası da geldi. 1929 Dünya Büyük Buhranı’nın etkileri Türkiye’ye ulaşınca alınan ilk tedbirlerden biri 1447 sayılı Menkul Kıymetler ve Kambiyo Borsaları Kanunu’nu çıkarmak olmuştu. Bu kanunla döviz alım ve satımına kısıtlamalar getirilmişti. 1930’da döviz rejimi daha da sıkılaştırıldı, yabancı sermayeli şirketlerin kar transferi yapmaları zorlaştırıldı. Sermaye girişi ve çıkışı Maliye Bakanlığı’nın iznine bağlandı. Bütün bu tedbirler, Türkiye’ye zaten az ilgi duyan yabancı sermayeyi biraz daha soğuklaştırdı.
ŞÜKRÜ SARAÇOĞLU ABD YOLUNDA
Bunun üzerine, 1931 yılında sabık Maliye Bakanı Şükrü (Saraçoğlu) başkanlığındaki bir heyet Amerikan kapitalistlerini, özellikle Türkiye’de tekstil alanında yatırım yapmaya ikna etmek için ABD’ye gitti. Heyetin 50-100 milyon Dolarlık kredi talebi ABD Maliye Bakanlığı tarafından uygun görülmediği gibi Amerikan şirketleri ve sermaye grupları da Türkiye’de yatırım yapmaya hevesli değillerdi. Bu tavrın tek istisnası Henry Ford’un Galata’da bir otomobil montaj fabrikası kurma girişimiydi. Ancak girişim gümrük mevzuatına takılınca Ford yatırımını Mısır’ın İskenderiye şehrine kaydırdı. Yabancı sermayenin gönülsüzlüğünde, Ankara o yıllarda Türkiye ile uluslararası sermaye piyasaları arasında iyi bir köprü olabilecek yerel gayrimüslim burjuvaziyi düşman gören katı bir milliyetçilik politikalarının da payı vardı. Hem “millici hem beynelmilelci” olmanın çok kolay olmadığı bir kere daha tecrübe edilmişti.
DEVLETÇİLİK İLKESİNİN KABULÜ
Yabancı sermayeden ümit kesilince Mayıs 1931’de yapılan CHF kurultayında “devletçilik” (ve “inkılapçılık”) ilkesi kabul edildi. (Böylece 1927 yılında kabul edilen “cumhuriyetçilik”, “halkçılık”, “milliyetçilik” ve “laiklik” olarak tanımlanan dört ilke “Altı Ok”a çevrildi.) Buna göre Fırka, özel girişimciliği toplumsal düzenin temel öğesi saymak ve “ferdi mesai ve faaliyeti esas tutmakla beraber”, “mümkün olduğu kadar az zaman içinde milleti refaha ve memleketi mamuriyete eriştirmek için, milletin umumi ve yüksek menfaatlerinin icap ettirdiği işlerde –bilhassa iktisadi sahada- devleti fiilen alakadar” ettirecekti.
1935’te devletçilik yeniden tanımlandı ve devletin kamu düzeninin gerekli kıldığı hallerde özel girişimin etkinliğini denetlemesi devletçiliğin kapsamına alındı. (1937’de ise “devletçilik” Altı Ok’un Anayasa maddesi haline getirilmesiyle, Türk devletinin temel niteliklerinden biri olarak kabul edildi.) Bütün bu ideolojik muhafazakarlığa rağmen, 1934-1938 arasında 32 yeni yabancı şirket faaliyete geçerken, 1932’de Sovyetler Birliği’nden 17 milyon liralık kredi ve teknik yardım alındı. İnşaatı 1935’te başlayan 1937’de biten Nazilli Basma Fabrikası da Türk-Sovyet ortak yatırımlarından biriydi. Makineler ve teçhizatın çoğu Sovyetler Birliği’nden narenciye karşılığında alınmıştı.
1938’de Karabük-Demir Çelik Fabrikaları gibi gayet “milli” bir yatırımın sermayesi İngiltere’den alınan 16 milyon sterlinlik borç olacaktı. Öyle ki 1940 yılında dış borç miktarı 338 milyon liraya çıktı. Ardından “gizli müttefik” Almanların ve “gelecekteki müttefik” Amerikalıların kapısı çalındı. 1940-1945 arasında bu iki devletin finans kuruluşlarından 360 milyon lira kredi alındı. 1945 sonrası “savaş mağlubu” Almanya artık sahnede yoktu, yeni düzenin liderliğini Britanya İmparatorluğu’ndan devralan ABD ile ilişkiler ise giderek gelişiyordu.
12 Temmuz 1947’de Paris’te ABD Başkanı Henry Truman’ın savaş sonrası Avrupa’yı kalkındırmak ve SSCB önderliğindeki komünist bloku çevrelemek için önerdiği Marshall Planı’nın bir parçası olarak toplanan Avrupa Ekonomik İşbirliği Konferansı’na katılan Türkiye, ABD’den 615 Milyon $ yardım talep etti. Ancak ABD, Marshall Planı’nın ülkelerin kalkınma programlarının finansmanı için değil savaştan yıkılmış olarak çıkan Avrupa’nın kalkınması için hazırlandığı gerekçesiyle Türkiye’nin yardım talebini geri çevirdi.
Ancak bir süre sonra ABD fikir değiştirdi ve Türkiye’yi de plana dahil etti. Kongrenin onayladığı yeni karara göre ABD Yunanistan’a 300 milyon Dolar, Türkiye’ye ise 100 milyon Dolar yardım yapabilecekti. Türkiye, Marshall Yardımları çerçevesinde 1948-1951 yılları arasında (son CHP ve ilk DP hükümetleri sırasında), ABD’den 71 milyon 522 milyon Doları hibe, 55 milyon Doları borç olmak üzere toplam 126 milyon 522 bin Dolar aldı. Ancak bu hibelerin “astarı yüzünden pahalıya geldi.” Çünkü hibe edilen miktarın önemli bir kısmı ordunun modernizasyonunda kullanılacaktı. Türkiye’ye verilen malzemenin bakım ve yedek parça giderlerinin (yılda yaklaşık 145 milyon Dolar) ise Türkiye tarafından karşılanması gerekecekti. Bu durum Türkiye ekonomisinde büyük sıkıntıya neden oldu.

BÖLÜM IV
IMF ÜYELİĞİ VE ANLAŞMALAR
Bugün 189 ülkenin üye olduğu IMF (International Monetary Fund-Uluslararası Para Fonu) ise 1-22 Temmuz 1944’te ABD’nin New Hampshire eyaletinin küçük bir beldesi olan Bretton Woods’da toplanan Birleşmiş Milletler Para ve Finans Konferansı’nda imzalanan Uluslararası Para Anlaşması’nı yürütecek kurum olarak resmen 1945 Aralık ayında 29 üye tarafından kuruldu ama 1 Mart 1947’de fiilen faaliyete geçti. IMF’den borç alan ilk ülke, 1947’de Fransa oldu.
Bretton Woods Konferansı’na katılan ama IMF’ye kurucu üye olarak katılmayan Türkiye IMF’ye 11 Mart 1947 yılında üye oldu ama 1946 devalüasyonuna rağmen IMF ile borç ilişkisine girmedi, sadece üyeliğin şartı olarak devalüasyon yetkisinin %10 ile sınırlanmasını kabul etti. O sırada iktidarda CHP hükümeti vardı, Başbakan İsmet İnönü idi. 14 Mayıs 1950 günü “Yeter Söz Milletindir!” diyerek ezici bir çoğunlukla iktidara gelen Adnan Menderes başbakanlığındaki DP Hükümeti de yapısal sorunları aşmak bir yana hızlı liberalizasyon ve müsrifçe harcamalar sonucu enflasyon patlayınca ve 55 milyon Dolar bütçe açığı verince ilk borç seferini Ocak-Şubat 1954’te Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın liderliğindeki bir heyetle ABD’ye yaptı ama heyet kredi konusunda eli boş döndü. IMF’den ilk borç kambiyo krizleriyle dış borcun 256 milyon Dolara, bütçe açığının 267 milyon Dolara çıktığı 1958’deki son Adnan Menderes Hükümeti tarafından alındı. IMF ile yapılan anlaşma uyarınca, 1 Dolar 2.8 Liradan 9 Liraya çıktı. Türkiye enflasyonda Brezilya’dan sonra Dünya 2.si oldu.

İLK STAND-BY ANLAŞMASI
IMF ile ilk “stand-by” anlaşması ise 27 Mayıs 1960 darbesinden altı ay sonra 1 Ocak 1961’de darbecilerin lideri, MGK Başkanı ve Başbakan Cemal Gürsel tarafından imzalandı. (IMF’nin çalışma koşulları ve teknik terimler konusunda: https://m.hazine.gov.tr/g20-ve-imf-sikca-sorulan-sorular) 5 Ocak 1961’de II. Gürsel Hükümeti bu anlaşmayı yürüttü. 20 Kasım 1961-25 Haziran 1962 arasında görev yapan VIII. İnönü Hükümeti (ki CHP-AP koalisyonu idi) 1962’de IMF’den 40 milyon dolar borç aldı.
Anlaşma CHP, YTP, CKMP ve bağımsızlardan oluşan IX. İnönü Hükümeti tarafından 1963’te yenilendi. Bu tarihten sonra neredeyse her yıl bir anlaşma imzalandı ama hiçbiri tamamlanamadı. Yani IMF’nin borç verirken uyulmasını istediği kriterlere uyulmadı, yapısal reformlar gerçekleştirilmedi. (Gerçekleştirilseydi de ortaya çıkacak Türkiye’nin bugünkünden çok farklı olması zordu, ancak bu başka bir yazının konusu.) Bu arada 1967’de I. Demirel Hükümeti döneminde, Türkiye uzun bir aradan sonra SSCB’ye döndü.
Milli Mücade’nin savaş kısmını esas olarak Sovyetlerin, silah, para ve mühimmat yardımlarıyla kazanan ancak 1923 Lozan Barış Anlaşması’nın hemen akabinde SSCB ile araya mesafe koyan Türkiye, II. Dünya Savaşı yıllarında (henüz tam aydınlanmasa da) SSCB’nin Türkiye’den toprak talebinden bulunması üzerine Moskova’dan hızla uzaklaşmış ve 1950 Kore Savaşı, 1952 NATO üyeliği ile ABD’nin başını çektiği Batı Bloku’na demirlemişti. Bu uzun ara, 1959 yılında ABD’den ümidini kesen DP’nin muhtemelen kredi olanaklarını yoklamak için, Sağlık Bakanı Lütfü Kırdar başkanlığında bir grup doktoru Moskova’ya göndermeyi planlamasıyla nihayete eriyordu ki, 1960 darbesi yaşandı.
Darbenin arkasında Türkiye’nin SSCB’ye yaklaşmasından rahatsız olan ABD’nin olduğu tezleri hatırlanırsa, Demirel’in girişimi çok cesur bir hamle idi. Sonuç olarak SSCB  bu fırsatı iyi kullandı ve Türkiye’ye 200 milyon Dolar tutarında kredi verdi. Bu kredi ile İskenderun Demir Çelik Tesisleri, Seydişehir Alüminyum Fabrikası, Aliağa Petrol Rafinerisi, Bandırma Asit Sülfürik Fabrikası, Artvin Levha Fabrikası gibi ekonomiye yapısal destek sağlayacak fabrikalar inşa edildi.
Tekrar IMF’ye dönersek, 1 Dolar’ın 9 Liradan 14.85 Liraya çıktığı 1970’ten itibaren birkaç yıl IMF’siz geçti. İçteki yapısal sorunlara ek olarak 1973 Petrol Krizi, 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı gibi faktörlerin de etkisiyle dış ticaret açığı giderek büyüyünce, Türkiye’ye dış kredi kapıları iyice kapandı ve Türkiye 1978’de (11 bağımsız desteğiyle CHP’li) III. Ecevit Hükümeti döneminde, IMF’nin kapısını çalmak zorunda kaldı. Ancak Türkiye yine önerilen programı uygulayamadı ve anlaşma iptal edildi.
24 OCAK VE 5 NİSAN KARARLARI
1979-1980’deki ikinci petrol krizinin de katkısıyla yapısal sorunlar devam edince, enflasyon %64’e ulaştı, benzin, tüp, yağ kuyrukları ortaya çıktı  ve meşhur 24 Ocak (1980) Kararları açıklandı. Azınlık hükümeti kurmuş olan AP’li Başbakan Süleyman Demirel, 18 Haziran 1980’de IMF ile masaya oturdu ve üç yıllık program taahhüdü karşılığında güne kadar alınan en yüksek krediyi (1 milyar 838 milyon Dolar) aldı. Bu miktar, 1961 ila 1979 arasında alınan toplam kredi miktarı olan 497 milyon doların neredeyse 4,5 katı idi.
12 Eylül 1980 günü darbe olduktan sonra kurulan bağımsız Bülent Ulusu hükümeti anlaşmayı sürdürdü, hatta yenisini imzaladı. Bu IMF ile sürdürülen en uzun anlaşma oldu ama yine de sonuç almadan bitti. 1984’te iktidara gelen ANAP’lı Turgut Özal Hükümeti IMF ile anlaşmayı yenilemedi, ondan sonraki hükümetler de IMF’ye yanaşmadı.
Ancak IMF’siz geçen 10 yıl, 1994’te acı biçimde sona erdi. I. Tansu Çiller Hükümeti (DYP-SHP koalisyonu idi) IMF ile yaptığı anlaşma uyarınca ünlü 5 Nisan Kararları’nı aldı. Türk Lirası %39 oranında devalüe edildi. Döviz kurları serbest bırakıldı, bir dizi mala yüksek zamlar yapıldı. Bunların karşılığında IMF’den o tarihe kadarki ikinci büyük kredi (682 milyon Dolar) alındı. Ama daha büyük borçlanma kapıdaydı. IMF ile 22 Aralık 1999 tarihinde 17 milyar 254 milyon Dolarlık bir “stand-by” imzalamak DSP lideri Bülent Ecevit Başbakanlığındaki DSP, MHP, Anavatan Partisi koalisyonuna “nasip oldu.”
2000 yılında hala ekonomik kriz atlatılamadığı için Türkiye IMF ile yeniden masaya oturdu, 2002 yılında aynı koalisyon (V. Ecevit Hükümeti) IMF ile hayat buldu. Bu anlaşma ile IMF’den 16 milyar 846 Dolar alındı. 2001 Şubat (“Anayasa fırlatma”) krizinden sonra bu sefer IMF’nin görevlendirdiği bağımsız Başbakan Kemal Derviş IMF ile 18. “stand-by” anlaşmasını imzaladı. Bu anlaşma, Cumhuriyet tarihi boyunca tam olarak uygulanan tek “stand-by” oldu ve ekonomi uzmanlarının genellikle kabul ettiği gibi Türkiye’nin bankacılık sisteminin yapısal sorunları büyük ölçüde giderildi. Ancak bu dönemin kamuya (halka) maliyeti resmi rakamlara göre bile 39,3 milyar Dolardı ki bu miktar, 2002 gayri safi milli hâsılanın yüzde 26,6’sına karşılık geliyordu. Yani Türkiye, Şubat 2001’de deyim yerindeyse “bir gecede” toplam zenginliğinin üçte birini kaybetmişti!
AKP VE IMF
3 Kasım 2002’de tek başına iktidara gelen AKP, 2005’te IMF ile üç yıllık bir “stand-by” imzaladı ve 4 milyon 748 bin Dolar borç aldı. Ancak 2008 yılında bir daha IMF ile anlaşma imzalamama kararını da verdi. Borç ödemeleri 2013’e kadar sürdü. Son taksit 14 Mayıs 2013 tarihinde 421 milyon Dolar olarak ödendi. (2002-2013 arasında ödenen borç toplam 23,5 milyar dolardı.) Böylece 1961’de başlayan Türkiye-IMF “borç” ilişkisi 52. yılda 19. “stand-by” anlaşması ile sona erdi.
2013 yılı aynı zamanda rollerin tersine döndüğü, Türkiye’nin IMF’nin Kriz Kurtarma Fonu’na 5 milyar Dolar katkı yaptığı yıl oldu. Ancak gün oldu devran döndü ve Türkiye, iktidar partisi kabul etmese de, ekonomistlere göre yine IMF’lik oldu. Çünkü Haziran 2018’de Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek’in açıkladığına göre Türkiye’nin dış borcu 453 milyar Dolar ve önümüzdeki yıl bu borcun 226 milyar Dolarının “çevrilmesi” gerekiyor. Ekonomi uzmanları için bu çok zor bir görev. Yani mutlaka dış finansman kaynağına ihtiyaç var. Ama AKP iktidarı, bugüne dek IMF konusunda öyle büyük sözler etmişti ki, doğrudan IMF ile görüşmek AKP iktidarının siyasi sonu olabilir. Hala arka planını öğrenemediğimiz başarısız(!) “McKinsey macerası” “acı ilacı içmeyi” geciktirmek için atılmış bir adımdı muhtemelen. Sonbaharla birlikte ekonomik tablo daha da netleşince, ekonomistler herhalde yaşanacakları daha açıklıkla görecek ve bize anlatacaklar…

BÖLÜM V

OSMANLI DIŞ BORÇLARININ EKONOMİK VE SİYASİ SONUÇLARI
Dış borçlar ülkeleri ekonomik ve siyasi yönden etkileyen en önemli değişkenlerden biridir. Dış borçların artması, ülkeleri, borç temin edilen ülkelere bağımlı hale getirir. 1854–1923 yılları arası Osmanlı Devleti’nin batılı ülkelere yoğun olarak borçlandığı ve giderek bir sömürge imparatorluğu haline geldiği dönemdir. Dış borç almanın bedelini Osmanlı Devleti bağımsızlığını ve topraklarını vererek ödemiştir. Sonuç olarak tıpkı bir kanser mikrobunun kısa bir sürede tüm vücuda yayılarak yok etmesi gibi, dış borçlar da Osmanlı’yı yok etmiştir. Dünya’nın en büyük imparatorluğunun dış borçlar sebebiyle nasıl yıkıldığı ve dünya dengelerinde nasıl bir deyişime yol açtığı, tarihsel süreç içersindeki yerini almıştır.
Osmanlı İmparatorluğu’nda Dış Borçlanmanın Başlangıcı
Yabancı bir ülkeden borç alma fikri ilk kez 1785’te Rusya ile savaş sıralarında gündeme gelmiştir. Ancak uzun süre dış borç almaya karşı çeşitli nedenlerle direnilmiştir. Hatta dış borç almanın bir “cihan imparatorluğu” olarak görülen Osmanlı Devleti için onur kırıcı olduğu düşünülmüş nitekim bununla ilgili olarak şeyhülislamlardan “dış borç almanın mekruh olduğu” yönünde fetvalar çıkartılmıştır.
1.Mahmut döneminde de (1808-1839) dış borç sık sık gündeme gelmiştir. Hatta İngiliz Hükümeti ile yapılan görüşmelerde 1.000.000 sterlin alınması konusunda pazarlıklar yapılmıştır. 1.000.000 sterline karşın Akdeniz’deki İngiliz filosuna kereste, buğday teslimatı yapılmasını talep etmişler ancak Osmanlıların talep edilen malları ne ölçüde tedarik edebilecekleri yönündeki araştırmaları çok uzun sürünce anlaşmalar sonuçlanamamıştır. smanlı Devleti’nin ilk borcu alması kolay olmamıştır. Son derece bozuk olan mali durum Kırım Savaşının başlamasıyla (28 Ocak 1854) daha da bozulmuştur ve Osmanlının pazarlık gücü kalmamıştır.Bunun üzerine 24 Ağustos 1854’te ilk kesin borç antlaşması imzalanarak Londra’dan Palmer & Co., Paris’ten Gold Schmit et. Ass.adlı kuruluşlarla avans ve tahvillerin satışı için anlaşmaya varılmıştır. Osmanlı Devleti 3,300,000 Osmanlı lirası tutarındaki borç karşılığında 2,574,000 lira elde etmiştir. % 2’lik bir komisyon ödenmiş ve faiz oranı da % 6 olarak tesbit edilmiştir. Borç taksiti için Mısır vergisinden 231,000 liranın doğrudan Fransa ve İngiltere bankalarına yatırılacağı kararlaştırılmıştır.
Bu ilk borçtan sonra Osmanlı Devleti’nin borçlarını ödeyemez durumda olduğunu açıkladığı 1875 yılına kadarki 21 yıllık sürede 15 kez borçlanmaya gidilmiştir.1875 yılına gelindiğinde dış borçların tutarı 2,000,000 sterline yaklaşmış, anapara ve faiz ödemeleri ise 11,000,000 sterlini bulmuştu.

DÜYUN-U UMUMİYE
Osmanlıya ilk parasal yardım daha doğrusu ilk borç 1854 yılında 2,57 milyon Osmanlı Lirası para verilir.Bu borç yetersiz kalınca 1855 yılında 5,64 milyon Osmanlı Lirası daha borç alınır.Artık dış borç sarmalı başlamıştır. Bu sarmal İmparatorluğun iflasına yani yok oluşuna kadar sürecektir.
Endüstri üretimi yetersiz olan, yabancı ülkelerin sömürüsü altında gelişemeyen Osmanlı ekonomisi, aldığı dış borçları ödemek için yeni dış borçlar almış, bu süreç onun tarih sahnesinden silinmesine yol açmıştır.
Batı ülkelerin alacaklıları tarafından kurulan Düyûn-u Umumiye İdaresi İngiliz, Hollandalı, Fransız, Alman, İtalyan, Osmanlı ve öncelikli alacaklılar temsilcilerinden oluşan yedi kişilik bir kuruldu.
Bütçenin üçte birinden fazlasını oluşturan tütün, tuz, ipek, içki, pul ve av vergilerine el konmuştu. Çünkü bu vergiler toplanması en kolay ve güvence altında olan vergilerdi. Düyun-u Umumiye memurları, yanlarında jandarmalarla, köylünün tarlasında ki ürüne el koyarak gerekli tahsilâtı yaparlardı. Düyun-u Umumiye Meclis üyeleri, yılda 2000 İngiliz Lirası maaş alırlardı.
Osmanlı Devleti memuruna para ödeyemezken, Düyun-u Umumiye’de çalışanlar, maaşlarını düzenli alırlardı. Çünkü borç ödemeleri, yapılan tahsilâttan masraflar düştükten sonra yapılırdı. Bu komisyon gerçekte imparatorluğun mali haklarını zedeleyen, hükümranlık haklarına gölge düşüren ve mali yapıyı kontrol altına alan uluslararası bir yönetim biçimiydi. Adeta devlet içinde devletti. Bu idare kendi memurlarını dilediği gibi atama yetkisine  haiz idi. Nitekim Düyun idaresi 5000 kişilik bir kadro oluşturdu. Bu sayı 1912’de 9000 olmuştur.
1881 yılında kurulan Duyun-u Umumiye 9000 kişilik kadrosu ile Osmanlı’nın vergi kaynaklarını yüzde 40 yakınını tahsil ediyordu. Bu rakamın doğruluğunu kim kontrol edecekti? İmparatorlukta böyle bir idari birim yoktu.
Tipik bir gösterge olarak Osmanlı Devleti’nin mali denetimine ilişkin şu örneği verebiliriz: 1910–12 yıllarında Osmanlı Maliye Nezareti’nde 5500 memur çalışırken, Duyun-u Umumiye emrinde 9000 memur çalışmakta idi. Bütün devlet gelirlerinin %31,5’i Duyun’ca tahsil edilmekte idi.
Lozan’dan sonra Düyun-u Umumiye İdaresi kaldırıldı ve yerine Paris’te bir yönetim kuruldu, Düyun-u Umumiye’nin malları Türkiye’ye devredildi. Daha sonra 1933’te borçlar yeniden gözden geçirildi ve bu tarihten yapılan muntazam ödemelerle, konulan süreden 29 yıl önce,1954 yılında genç Türkiye Cumhuriyeti kendi payına düşen 84.597.495 TL borcunun tamamını ödedi.

BÖLÜM VI

Osmanlı’dan Devraldığımız Borçlar
1923’de batılı ülkelerin ortalama kişi başına geliri 6000 dolar, Türkiye’nin aynı standartlara göre düzeltilmiş geliri ise 700 dolardı.
İlk yurtdışı borçlanma Abdülmecid tarafından 1854 yılında Kırım savaşını finanse etmek için alınmıştır. Bu borçlanmanın ardından peş peşe borçlanan Osmanlı İmparatorluğu borçlarını ödeyemeyecek duruma gelinca borç veren batılı ülkeler bu borçları tahsil etmek için Düyunu Umumiye idaresini kurmuşlardır. Böylece Osmanlı İmparatorluğu mali yönetimini başkalarına teslim etmiştir. Osmanlı İmparatorluğunun dağılmasından sonra bu borçlar imparatorluğu oluşturan ülkelere ilgisine göre paylaştırılmıştır.
Lozan Antlaşmasına göre 1912 öncesi borçların % 62si, 1912 sonrası borçların % 77’si Türkiye’ye kalmıştır. Lozan Antlaşması Türkiye Cumhuriyeti’ne serbest bir dışticaret politikası yürütme zorunluluğu getirmiş, ithalatı kısıtlayıcı önlemler alınmamasını öngörmüştür. Türkiye, bu sistemle ciddi miktarda cari açık vermeye başlamıştır.
Bir yandan Osmanlı borçları bir yandan büyüyen cari açık Türkiye’yi çok sıkıntılı bir duruma sokmuştur. 1929 Büyük Depresyonu’nun batılı ülkelerde yarattığı yıkım Lozan Antlaşması’na taraf olan ülkelerin kendi dertlerine düşmesine yol açınca Türkiye Lozan Antlaşması’nın serbest ticaret hükmünü askıya alarak ithalat kısıtlamaları ve devletçi ekonomi politikası izlemeye dönmüştür. Bu dönüşü ithal ikamesi politikası, KİT’lerin kuruluşu, sanayi planları (yani planlı ekonomik kalkınma modeli) ve Türk Parasının Kıymetini Koruma mevzuatı izlemiştir.
Bugün acımasızca eleştirilen bu adımlar Türkiye’nin o zor dönemleri nispeten daha az sıkıntıyla geçmesine yol açmıştır. “Her dönemi kendi koşulları içinde değerlendirmek gerekir” O nedenle yapılan karma ekonomi politikasını bugünkü koşullara bakıp eleştirmek bizi çok yanlış yerlere götürür. Bütün ülkeler o dönemde aşağı yukarı aynı politikalara başvurmuştur. Türkiye, bu düzenlemelerle dışticaretini toparlamış, cari açığı denetim altına almış ve kalkınmaya başlamıştır.
1938 yılına gelindiğinde batılı ülkelerin ortalama kişi başına geliri yaşanan Büyük Depresyondan dolayı 4800 dolara düşmüş, Türkiye’nin kişi başına geliri ise 1730 dolara çıkmıştı (Ölçüm Uluslararası Geary Khamis dolarıyla Ünlü iktisat tarihçisi Angus Maddison’a aittir.   http://www.ggdc.net/MADDISON/oriindex.htm
Osmanlı’dan devralınan borçların ödenmesi 1954 yılında bitirildi. İlk dış borçlanma 1854 yılında yapıldığına göre bu borçların tasfiyesi 100 yıl sürmüş oluyor. Osmanlı’dan devralınan borçlar 145 milyon Osmanlı altın lirası tutarındaydı. Bu da o dönemin milli gelirinin yaklaşık yüzde 65’i ediyor.  Bugünkü koşullarla düne bakıp devralınan borç miktarının söylendiği kadar yüksek olmadığı tezini ileri sürenler bu borcu aynı mantıkla bugünkü değerlerle hayal etmeye çalışırlarsa kabaca 500 milyar dolarlık bir borç yüküne denk geldiğini göreceklerdir (Bugünkü GSYH’mız 750 milyar dolar olduğuna göre bunun yüzde 65’i 488 milyar dolar eder.)
Osmanlı’dan devralınan borçların bir bölümü 1942 yılında yürürlüğe sokulan varlık vergisiyle ödenmiştir. Bonoya bağlı borçlar 1989’a kadar ödenmeye devam etmiş ve son ödeme o tarihte yapılarak Osmanlı borçları dosyası tümüyle tasfiye edilmiştir.
Düyun-u Umumiye
Düyun-u Umumiye-i Osmaniye Varidat-ı Muhassasa İdaresi (Türkçesi; Osmanlı Genel Borçlarına Tahsis Edilmiş Gelirler İdaresi) 1872 ile 1939 yılları arasında Osmanlı İmparatorluğu’nun dış borçlarını denetleyen kurumun adıdır. Kısaca Düyun-u Umumiye olarak anılır.
Osmanlı İmparatorluğu ilk dış borçlanmasını Kırım savaşına finansman bulabilmek için 1854 yılında yaptı. Bu yıldan 1874 yılına kadar geçen 20 yıllık sürede 15 ayrı dış borçlanma yapıldı ve toplamda 239 milyon lira borçlanıldı. Bu sürenin sonuna gelinirken Osmanlı İmparatorluğu alınan borçların anaparası bir yana faizlerini bile ödeyemez aşamaya geldi. Bunun üzerine Osmanlı İmparatorluğu bir kararname yayınlayarak vadesi gelen borçların yarısını ödeyeceğini açıklayan bir çeşit moratoryum ilan etti. Ne var ki bu söze de uyulamadı. 1877 – 78 Osmanlı – Rus savaşıyla (93 harbi) birlikte imparatorluk dış borçlarının yanı sıra Galata bankerlerinden almış olduğu iç borçları da ödeyemeyeceğini açıklamak zorunda kaldı.
Moratoryum ilanının ertesinde Osmanlı İmparatorluğu alacaklılarıyla anlaşmaya gitti. Anlaşma son derecede ağır koşullar taşıyordu. 1879’da damga, alkollü içki, balık avı, tuz ve tütünden alınan vergi gelirlerini 10 yıl boyunca iç borçlar karşılığı olarak alacaklılara bıraktı. Bu işlemleri yürütmek üzere bir Rüsum-u Sitte İdaresi kuruldu. Resim ya da çoğulu olan rüsum, damga vergisi gibi dolaylı vergileri ifade ediyor. Sitte ise altı anlamına geliyor. Altı adet geliri kapsadığı için idareye bu ad verilmişti.
Dış borçlardan alacaklı Avrupa devletleri yalnızca Galata bankerlerine olan iç borçlar için böyle bir idare kurulmasına tepki gösterdi ve 1881’de damga, alkollü içki, balık avı, tuz, tütün ve ipekten alınan vergilerin tüm geliri iç ve dış borçlara ayrıldı. Böylece Osmanlı İmparatorluğu bazı gelirlerini doğrudan borç ödemelerine tahsis etmek zorunda kalmış oluyordu. İş bu kadarla da bitmedi. Yabancı devletler iç ve dış borçların ödenmesinde kullanılmaya ayrılan bu gelirleri toplama ve alacaklılara ödeme görevinin de Osmanlı devletinden ayrı bir idare kurularak ona devredilmesini istediler. Hükümet yabancı devletlerin baskılarına dayanamadı ve 20 Aralık 1881’de yayınladığı Muharrem Kararnamesi ile Rüsum-u Sitte İdaresi’ni kaldırarak yerine Düyun-u Umumiye İdaresi’ni kurdu. 1882 yılında çalışmaya başlayan Düyun-u Umumiye’nin idare meclisi biri İngiliz ve Hollandalı borç verenlerin, biri Fransız, biri Alman, biri Avusturyalı, biri İtalyan borç verenlerin, biri ayrıcalıklı tahvil sahiplerinin temsilcilerinden ve biri de Osmanlı tebasından olmak üzere 7 kişiden oluşuyordu. İdare binası bugünkü İstanbul Erkek Lisesi binasıydı. Düyun-u Umumiye İdaresi bu gelirleri toplayarak iç ve dış borçların alacaklılarına ödemeye başladı.
Düyun-u Umumiye İdaresi, Osmanlı İmparatorluğunun bağımsız bir devlet olarak maliyesini yönetme, vergi koyma ya da kaldırma, vergi oranlarını değiştirme gibi hükümranlık haklarının bir bölümünü elinden almış oluyordu. Düyun-u Umumiye İdaresi bu vergileri toplamakla kalmadı, bir süre sonra sanayi ve ticaret alanında yatırımlara da girişmeye başladı. 1912 yılı itibariyle Maliye Bakanlığında 5500 memur görev yaparken, Düyun-u Umumiye İdaresi’nde 9000 memur çalışıyor, Osmanlı İmparatorluğu’nun gelirlerinin yaklaşık üçte biri bu idarece tahsil ediliyordu.
Kurtuluş savaşı sırasında Ankara hükümeti Düyun-u Umumiye İdaresinin topladığı bütün gelirlere el koydu. Lozan Antlaşmasıyla bu kurumun işleyişine son verildi. Osmanlı borçları Lozan’da imparatorluğu oluşturan ülkelere paylaştırıldı. En büyük pay Türkiye Cumhuriyeti’ne düştü. Türkiye, Osmanlı borçlarının geri ödenmesini ilk borcu aldığı 1854 yılından tam 100 yıl sonra 1954 yılında tamamladı. Osmanlı borçlarının tasfiyesi Türkiye Cumhuriyeti’nin 30 yılına mal oldu.
Osmanlı İmparatorluğu’nun batış öyküsü aslında Kanuni Sultan Süleyman’la başlar. Batıştaki ilk adım 1535 yılında Kanuni tarafından Fransızlara tanınan kapitülasyonlardır. Kapitülasyonlar sonradan genişletilerek neredeyse bütün Avrupalılara tanınmak zorunda kalındı. İmparatorluğun sanayi ve ticaret alanındaki batışının başlangıcı kapitülasyonlarsa finansal anlamda batışının başlangıcı da 1854 tarihli dış borçlanmadır. 1882’de faaliyete geçen Düyun-u Umumiye yönetimi ise bu batışın tescilinden ibarettir.
Cumhuriyetin ilk kuşaklarının dış borçlanmadan uzak durmasının en önemli nedeni 1954 yılına kadar ödemesi sürmüş olan Düyun-u Umumiye borçlarıdır.

KAYNAKLAR 
https://nacikaptan.com/?p=171
https://www.evrensel.net/haber/363414/osmanlidan-bugune-enflasyon-ve-borc-sarmali-i
https://www.evrensel.net/haber/363517/osmanlidan-bugune-enflasyon-ve-borc-sarmali-ii
http://dergipark.gov.tr/download/article-file/30059
http://dergipark.gov.tr/download/article-file/117952
http://www.bizimelbistan.com/yazar.asp?yaziID=9374
http://www.mahfiegilmez.com/2011/12/osmanlidan-devraldigimiz-borclar.html
http://www.mahfiegilmez.com/2012/10/duyun-u-umumiye.html
This entry was posted in ABD - AB - EMPERYALIZM, DIŞ POLİTİKA, Ekonomi, Tarih, YOLSUZLUKLAR. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *