DEDELER VE TORUNLARI * Millî Mücadele Dönemi’nde Asker Firarileri ve İstiklal Mahkemeleri

Değerli okur,
Şimdiye kadar pek irdelenmeyen bir konuyu, özetini çıkardığım uzunca bir  yazı ile okumanıza sunuyorum. Yukarıdaki fotoğrafta bir Rus yarbayın deyişini okuyunca içim acıdı. Büyük Atatürk acaba yanlış bir Devleti mi kurtarmış ve yanlış bir halka ve yine  yanlışlıkla özgürlük ve vatan mı armağan etmişti?
1917 yılında orduda  yaklaşık 300.000 firari olduğu tahmin edilmektedir.Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda ise bu sayı neredeyse yarım milyona ulaşmıştır. Birinci Dünya Savaşı’nda yakalanabilen firarilerin sayısı ise sadece 29.841‘dir.
5 Eylül 1921’de Sakarya Savaşı’nda sayısı 120.000 olan askerin 48.335′i firar etmiş ve bunların en az 30 bini silahlarını da alarak firar etmiştir.
Üstelik de firarileri yakalamakla yükümlü olan jandarmalar da firarilere katılmaktadır. Silah ve mühimmatın çok yetersiz olduğu bu dönemlerde firariler silahları, cephaneleri, askeri gıdayı ve hatta katırları dahi alarak gruplar halinde firar etmektedir. Ve bu firariler daha sonraları Anadolu’nun dört bir yanında otoriteye baş kaldıranlara katılmakta veya çeteler oluşturarak eşkiyalık yapmaktadır.
Bir yanda Dünyanın en güçlü devletlerinin orduları, Osmanlı’yı teslim etmiş olan padişah, şeriat isteyen cahil ve okuma yazma bilmeyen bir toplum, yokluk, yoksulluk, padişah yanlıları, Kürt ve irticai kalkışmalar, isyanlar. Toplumu kıran sıtma, kızamık, verem, frengi ve donanımsız silahsız yorgun asker… Bir de bunlara cepheden kaçan yüzbinlerce askeri katın…
İşte Atatürk tüm bu olumsuz şartlar altında dünyanın en büyük mucizelerinden birisini yaratmıştır. Ulu önderi her daim saygı ve şükranla anmak borcumuzdur
Yukarıdaki fotoğrafta gözükenler ve Atatürk’e daha da rahatça hakaret etmek isteyenler acaba gerçekten Türk müdür? Bu topraklarda doğan ve kendilerine bir ülke armağan eden tüm dünyanın ve hatta düşmanlarının dahi saygısını kazanmış olan bir kahramana neden düşmanlık yapan böylesi cahil ve şeriat isteyen bir toplum vardır?
Bu yobaz ve cahil kitlenin atalarının yaşadığımız savaş dönemlerinde neler yaptığını merak ettim. Bu kitle zaman zaman İSTİKLAL MAHKEMELERİNİ gündeme getirerek suçlarlar ve kötülerler. Aşağıdaki yazı bu yobazlara bir yanıttır. İnanıyorum ki günümüzde Devleti çökertmek için ellerinden geleni yapanlar ve bunların değirmenine su taşıyanlar FİRARİLERİN torunlarıdır…
Aşağıdaki uzun özeti okuduğunuzda Atatürk’ün kazandığı savaşların  ve devrimlerinin ne kadar zorlu, güç şartlar altında, yokluk ve yoksulluk içinde, orduyu oluşturan askerlerin yarısına yakınının ordudan firar ettiğini ve İstiklal Mahkemelerini de bu nedenle kurulmak zorunda kalındığını okuyacak ve Ulus kahramanımız Atatürk’e daha çok saygı duyacaksınız.
Dileğim odur ki bu yazıyı çevrenize yayınız ve arşivleyiniz.
Saygılarımla
Naci Kaptan / 12 Ağustos 2020

Millî Mücadele Dönemi’nde Asker Firarileri
Modern kitle ordularının gelişmesi sadece itaatkâr yurttaşları değil, aynı zamanda firarileri ve isyancıları da yaratmıştır. Bu da savaşın ve ordunun doğal bir sonucudur.

BÖLÜM I

Millî Mücadele Döneminde (1919-1923), Birinci Dünya Savaşının (1914-1918) mirasçısı olarak -güvensizlik ve belirsizlik sonucu genel bir dağılma ortamı içerisinde- orduda açılan gediğin en büyük nedeni, firariler oluşturmuştur. Asker kaçakları, bununla sınırlı kalmamış, isyanların insan gücünü de oluşturmuşlardır. Böylelikle cephe gerisinde, iç-dış güvenliği tehdit etmeye başlamışlardır.
Millî Mücadele Dönemi’ndeki firar olayları, aslında Birinci Dünya Savaşı’nın seferberlik açığının sonucudur. Osmanlı Ordusunun Birinci Dünya Savaşı’ndaki firari asker kitlesi, Mondros Mütarekesi’ne kadar devam etmiş ve mütareke
sonrasında da terhis esnasında yine firarlar neticesinde durum karman çorman hale gelmiştir. Ulusun maddi varlığı tehlikeye girmiş olmasına karşın, geniş köylü kitleleri durumlarında önemli bir değişiklik olacağı umudunu
taşımadıklarından  olacak, şimdiye dek arkasından gittiği seçkinlerin mücadelesi olarak baktıkları savaşı desteklemek istememiş isyan ederek ya da askerden kaçarak, muhalefetini ve savaşa olan isteksizliğini göstermiştir.
Firar edenlerin sayısı için muğlak ifadeler kullanılsa da 1917’de yaklaşık 300.000 olduğu tahmin edilmektedir.3 Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda ise bu sayı neredeyse yarım milyona ulaşmıştır.Mehmet Beşikçi Birinci Dünya Savaşı’nda yakalanabilen 29.841 firari olduğunu belirtir.
Mondros Mütarekesi sonrasında, zorunlu askerliğe rağmen Osmanlı Ordusundaki kaçak sayısı daha da artmıştır. Ayrıca Millî Mücadele’nin başlamasıyla, Osmanlı Ordusunda daha terhis zamanı gelmeden firar edenlere ek olarak, Kuvay-ı Milliye’ye katılmak için firar edenleri görürüz. Örneğin İzmit ve Karamürsel dolaylarında Kuvay-ı Milliye’yi uzaklaştırmak üzere görevlendirilen kuvvette yer almalarına rağmen, yanlarına aldıkları 12 rütbesiz askerle birlikte Kuvay-ı Milliye’ye iltihak eden 4 zabit, Divan-ı Harp’da yargılanmışlardır.
Kartal İnzibat Bölüğü Kumandanlığı tarafından gönderilen rapora göre, 90 kişi olan bölükten sadece 5 kişi iltihak etmemiştir. Üsküdar’dan 100’e yakın subay ve asker firar ederek Kuvay-ı Milliye’ye katılmışlardır. Bunlar her ne kadar Osmanlı Ordusundan firar etseler de Kuvay-ı Milliye’ye iltihak ettiklerinden, sadece niceliksel olarak firari sayılırlar. Yoksa mücadele içinde bulunmaya devam etmişlerdir.
Millî Mücadele’nin ilk zamanlarında asker, savaştan henüz yeni çıkmıştı ve bu savaş hezimetle sonlandığından firar, artık askerin herhangi bir bahane öne sürmeden dağılması halinde gerçekleşiyordu. Ayrıca yeni yeni tesis edilmeye çalışılan otorite, dikkate değer değildi. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılmasıyla (23 Nisan 1920), Ahz-ı Asker Şubeleri yeniden düzenlenecekti. Düzenli ordunun kurulmasıyla bu sefer kaçışın temelleri hazırlanır ve çeşitli bahanelerle kaçış devam eder.
Mesela, İnönü Muharebeleri boyunca, firar hiç durmamıştır. İkinci İnönü Muharebesi’ne (23 Mart-1 Nisan 1921) gelindiğinde birliklerinin çoğunun cephesi kalmamış, 4 subay, 1.076 er firar etmişti. 18 Eylül 1920’de kurulan İstiklal Mahkemeleri bu dönemde varlığını sürdürmelerine rağmen, zikredilen firar sayısı dikkat çekicidir. Kütahya Eskişehir Savaşları’nda (10-24 Temmuz 1921) ise sırf 41. Tümen’de 1 subay,942 er firar etmiştir.
Bu sayı şehit ve yaralı toplamının üç katıdır. Tüm Kütahya-Eskişehir Savaşı boyunca ise 30.700 kişi firar etmiştir,Aybars, bu rakamı 30.809 olarak verir üstelik bunların 30.000’inin silahlı olduğu zikredilir.İstiklal mahkemeleri’nin kapatılmasıyla, askerden kaçma olayları artar ve Sakarya Savaşı’na (23 Ağustos-13 Eylül 1921) kadar ordudaki askerlerin neredeyse yarısı firar etmiş haldedir.
Bu sayı İstiklal Mahkemeleri’nin tesiri ile gittikçe azalarak Ağustos’ta 4.400-4.500’e düşmüşken,15 Eylül 1921’de Sakarya Savaşı’nda 120.000 olan asker mevcudunun 10.000’i firar etmiştir.Sakarya Savaşı sonunda, toplam firar oranı 48.335’e ulaşmıştır. Sayılar birebir gerçekle örtüşmese de firar eden çok büyük bir kitle vardır.

BÖLÜM II

Cephelerin Elim Yıkılışı
Birinci Dünya Savaşı bittikten sonra firar sorunu devam etmekteydi. Mondros Mütarekesi (30 Ekim 1918) sonrasında, ordu zaten bir iskelet halini almıştı. Anlaşmalar gereği zorunlu terhis haberi ordularda tam bir çözülmeye yol açmış ve Millî Mücadelenin sonuna kadar sürüp gidecek olan asker kaçakları sorununu ortaya çıkarmıştır.
“…Seller gibi akarak bir felaket haline gelen asker kaçakları” sorunu, padişahın umumi af ilan etmesi ve harp esnasında askerden kaçanlardan ailelerin yanına dönmüş olanların, artık takip edilmemesi yönündeki beyanı üzerine, firar durumu devamlı artmaktaydı. İstiklal Harbi sırasında Ankara Hükümeti, silahlı kuvvetler teşkili için uğraşırken, en önemli dayanağı;
Osmanlı Ordu teşkilatı içinde olup, Mondros Mütarekesi’ne göre silahlarını bırakması gereken fakat bırakmayan komutanlarının dirayeti ve askeri birlikler olmuştur. Ordunun diğer kısmı ise, terhis edilmeye başlamıştı. Fakat terhis sürecinde olan ordunun, yeniden silahaltına çağrısı, yorgun halk arasında kafa karışıklığına sebep olmuş ve pek çok propaganda, kötü şartlar, yıkıntı çerçevesinde zaten hep var olan firar sorununa, ek bir firar sorunu eklemişti.
Her erkekten bir asker yaratmanın mümkün olmaması bir yana, firar, sayısız nedene bağlı olarak gerçekleşiyordu. Savaş zamanlarında propaganda çok fazla kullanmaktadır. Millî Mücadele aleyhtarı padişahın ve yanlılarının faaliyetleri ve bu faaliyetlerin asker  üzerindeki manevi tesiri oldukça fazlaydı.
Bu vaziyet askerin maneviyatını etkilediği gibi, direnişi pasifize etmekte ve en sonunda bu direncin kırılmasıyla askeri firara teşvik etmekteydi. Propagandaların halkta bu kadar tesir etmesinin sebebi politik istikrarsızlık ve İttihat ve Terakki’nin bazı icraatlarında yaptığı hatalardır.
Bu durum toplum nezdinde bir başat figür arayışına ve kararsızlığa sebep olmaktaydı. Askere devamlı ve sayısız firar cüretini veren de bu durumdu. Propaganda ve firar birbirini tetiklemekteydi,propagandalar arttıkça tetikte bekleyen asker firar ediyor, firar arttıkça bozguncular, bu firar kitlesini öne sürerek vatanın zaten savunulamayacağını dile getirmekteydiler.
Dış propaganda ise Birinci Dünya Savaşı’ndan beri hız kesmeden devam etmekteydi. Yunanlılar “Askerlik yapmayınız. Karşımıza bir daha gelmeyiniz. Gelirseniz sizi keseriz. Sizin padişahınız İstanbulda’dır. Siz niçin askerlik yapıyorsunuz? Sizi kim toplayıp askere gönderiyor? Askere cahillik edip gelmeyiniz ve arkadaşlarınıza söyleyin gelmesinler. İtaat etmeyiniz, firar ediniz” gibi telkinlerde bulunmaktaydılar.
Millî Mücadele Dönemi tamamıyla göz önüne alındığında özellikle İzmir’in işgali ve Kütahya-Eskişehir Muharebeleri esnasında firar sayısı bir hayli artacaktır. İzmir işgal edildiği zaman, cereyan eden hadiselere karşı koyacak hiçbir kuvvet gözükmüyordu. İzmir’e gelen telgraflar, kuvvetlerin dağılmaması, mevkilerin terk edilmemesi, silahların teslim edilmemesi şeklindeyken ve İzmir’in işgal haberinin bilinmesine rağmen erat, müsellahan şehirden kaçmıştı.
Hatta 135. Alay Süvari Müfrezesi kâmilen firar ettiği görülür.22 Urla’da bulunan 173. Alay’ın mevcudu ise, 100 kadardır fakat saldırı ile 18 er’e düşmüştü. Söz konusu birlik, kendi iç hizmetlerini dahi göremiyordu. Aydın’da bulunan 175.Alay da aynı durumdadır. Sadece 10 subay, 43 er kalmış ve bunlar da düşman karşısında çekilmekteydi.23 Asker daireleri, erzak, eşya ve teçhizat anbarları nöbetçisiz kalır. Hizmet eratı kalmadığından hayvana bakan er de yoktu.
Öyle ki askerî birlikler her gün silahlı ve toplu olarak hatta nöbetçileriyle birlikte firar etmekteydi. Kömür ya da patates almaya gitme gibi herhangi bir basit görevi ifa etmek üzere gönderilen er bile ilk bulduğu fırsatta firar eder. Üstelik inzibat erleri dahi kaçmış olduğundan, haber gönderilemiyor çünkü telefonun başındaki erler de firar etmiştir. Durum öyle vahimdir ki kaçan askerleri bildirmek üzere gönderilen emir çavuşu da yolda firar eder.

BÖLÜM III

Bu dönemi anlatan kaynakların hemen hemen hepsi, 17. Kolorduya bağlı 56 ve 57. Tümenlerin dağılışını ayrıca ele almıştır.27 57. Tümen’in vatanperverlik duyguları çıkarmanın ilk günleri olmasına rağmen, bu durum 16-17 Mayıs gecesinden itibaren ters dönmüştür.
İzmir’den Aydın’a gelen tren yolcularının yaptıkları yıkıcı propagandalarının da etkisiyle Söke ve Aydın garnizonlarındaki erat firara başlamıştı. 56. Tümen de ise 100 nefer tedarik edildiği gün, 150 nefer silahlarıyla kaçmıştı.28 56. Tümen’in İzmir’de bulunan 174. Alay 1. Taburu eşkıyayı takip müfrezesiydi. Müfrezeden 74 er firar ederek geriye sadece yedi er, üç subay kalmıştı. 26 Mayıs’ta 57. Tümen 1. Taburda, 10 subay 43 er kalmıştır.
57. Tümen Kumandanı Şefik Bey, 15 Mayıs 1919 tarihli raporunda İzmir olaylarının tesiriyle, kıtaat efradının %95 nispetinde dağıldığını belirtmektedir. 19 Mayıs 1919’da bir emir yayınlar, buna göre; “dur emrine uymayanların üzerine tereddütsüz ateş edilmesi” emrediliyordu. Fakat çözülme bir kez başlamıştı ve önü alınamıyordu. Erler firar ettikçe, birlikler birer iskelet halini almıştı. Birçok tümenin 2.000-4.000 arasında olması gereken mevcudu, firar nedeniyle 50-60 kişiyi geçmiyordu.
Diğer yandan firar, başarıyla ters orantılıdır. Çünkü geri çekilme, yani ricat düzensiz kaçışı da beraberinde getirir. İzmir’in işgaliyle hız kazanan firar olayları, Batı Cephesi’nde durmadan devam etmiş, geri çekilme esnasında oldukça artmıştı. Üstüne, eğitimin ihmali, bu durumu daha da belirginleştirir.
Geri çekilme hareketi hakkında lüzumlu talim ve terbiye görmediklerinden, bu geri çekilmeden yararlanan asker çoğu zaman taarruzun başarısız olduğu fikrini benimseyerek bireysel ya da gruplar halinde dağılır. Bu durumu Rahmi Apak şöyle anlatır: “Karanlık basınca ileri hatlardan geriye doğru bazı kaçışmalar başlar ve bu gerilemelerde subay ve erler öldürülmüştür.
Böylece Deli Halid denilen biri tarafından kaçmaların önü alınır. Çözülme başladıkça tabanca kullanılarak bu gibilere ateş ediliyor.” Birliklerin sürekli dağıtılıp yeniden kurulması ve ordudaki disiplinsizlik sonucu takım ruhu ve kurtuluş ümidi sarsılmakta, erlerde kendilerini bu meyanda gönüllü saymaktaydı.
Firar, sadece zamana ya da mağlubiyetlere de bağlı değildir. Bu dönemde bildiğimiz üzere Doğu ve Güney Cephelerinde savaştan ziyade yerel direniş hareketleri mevcut olup, bu direnişte kısa sürdüğünden askerler Batı Cephesine sevk edilmişti. İşte bu etkin askere alma sistemini bozan unsurlardan biri, yer değiştirme ve muharebe alanına sevktir. Firarın büyük bir çoğunluğu, sevk esnasında gerçekleşiyordu.
Uzun yürüyüşler ve uygunsuz hava ve arazi şartları sevkiyatta zorluklar çıkartıyor, üstelik asker ve firar takibini de güçleştiriyordu. Vehbi Bey’e göre demiryolları tercih edildiğinde ise, bu sefer 200 kişi bindirilen trenden 30 kişi anca kalıyordu. Örneğin Tokat Süvari Bölüğü’nden sevk esnasında, mevcudu 70 olan askerden 34’ü silah, cephane ve hayvanlarıyla firar etmiştir.
Yine 2. Kolordudan Sakarya Muharebesi sırasında daha savaşa bile girmeden altı günlük yürüyüşte, 367 kişi firar etmiştir.35 Uzun yürüyüşler dağınıktı ve nizami olmaktan uzaktı. Askerler özellikle kendi memleketleri doğal olarak bildikleri istikamet olunca kolayca birliklerinden sıvışabiliyordu. Bölük erlerinin tamamı bulunan yöreden olması, erlerin akraba ya da tanıdık kişiler olması anlamına gelir. Böylece birbirlerini kaçmak için kışkırtarak köylerine giderlerdi.
Askerin Ekseriyeti Kaçmakta, Ekseriyeti Vurmakta Firar, bir bulaşıcı hastalık gibi yayılmaktaydı. Üstelik bu sorun sadece rütbeyle ya da cephe hattıyla sınırlı olmadığı gibi, askerliğin her safhası her bölüğü buna dâhildir. Mesela, bunlardan bir kısmı cephe gerisindeki sıhhiye erleridir. Firar etme nedeni olarak ağır çantalarını gösterirler.
Topçu efradı da firar eder.Üstelik Topçu Bataryasında firar edenlere ceza verilmemiş olmasından dolayı, son 10 gün zarfından 163 kişi firar etmiştir.39 Telefon Müfrezesinden de firar haberleri gelir. Bazense tabur kâtipleri ve ambar memurları firar eder.

BÖLÜM IV

Kıtaların zabtında büyük boşluklar vardı ve firar çoğaldıkça bunun takibi için daha çok insan gücüne ihtiyaç duyuluyordu.  Jandarma esasen noksan olmakla birlikte, kabiliyetsiz bir halde bulunuyor ve çetelere dahi yetişemiyordu. Bunun için halk jandarma olmaya teşvik ediliyordu.
Mustafa Kemal Paşa’dan gerekli görülen yerlerde ahali jandarmaya kayd için, teşvik edilmeli şeklinde emir gelmiştir.42 Firar takibi için özel müfrezeler kurulmuştu ve bunlar firari peşinde koşmaktaydı.43 Ancak bu müfrezeden kimselerin de firarına tanık olmaktayız;
inzibatı koruma göreviyle dolaşan süvari müfrezesi dahi İzmir’in işgaliyle birlikte teker teker kaçmıştı. Zir Nahiyesinde Ali, Cafer ve Hasan’da birer firari takip müfrezelerinden oldukları halde, kaçmakla suçlanmışlar ve İstiklal Mahkemesi’nde yargılanmışlardır.45 Muğla Sancağına tabi Milas Jandarma Bölüğü Selimiye Karakol Çavuşu Arif Sakarya Mevkiinde silah atılınca, mevkisini terk ederek kaçmıştır. Bir çavuşun, sadece tek el silah sesi üzerine kaçması, firarın korkudan değil gelenek halini aldığına işarettir.
Firari takibine girişen Jandarma süvari neferi Liceli İbrahim, onları derdest etmediği gibi onlara katılmıştır. Firar nedeniyle mahkûm olanların jandarma birliklerinin yardımıyla hapisten kaçtığını ve hatta firarileri yakalamakla görevli jandarmanın da firar ettiğine rastlarız. Jandarmanın firara başlamasıyla, dağdaki asker kaçakları da bundan faydalanmıştır. Elde bulunan kuvvetlerle, firariler arasında zaman zaman çatışmalar olmuştur. Bu çatışmalar genelde firari aleyhine sonuçlanmıştır.
Askeri Talimnameye göre, dayanıklılıklarını kaybeden erlerin,subaylara bakması önerilir fakat subaylar da durmaksızın kaçıyordu. Mustafa Kemal Paşa bu durum için tüm görevin subaylara düştüğünü belirtir:
“Türk askeri kaçmaz, kaçmak nedir bilmez! Eğer Türk askerinin kaçtığını görmüşseniz, derhal kabul etmelidir ki onun başında bulunan en büyük komutan kaçmıştır.” “Şimdiki durumda en önemli ödevse jandarmaların da kaçışlarına engel olmak ve kendilerini iyi durumda bulundurmakla birlikte, mevcutlarını artırmaktır.”
Diğer yandan sadece er, jandarma, subay değil komutanların da kaçtığı durumlar olmuştu.51 Mesela, Akseki Jandarma Bölüğü Kumandanı kazasını terk ederek kaçtığı ve düşman karşısında müdafaa göstermediği için bu itaatsizliğinin cezası olarak emekliye sevk edilmiştir.
“Tuhaf bir manzaraya rastladım. Geriye kaçmakta olan askerin biri, bir buçuk arşın boyunda, soba borusu kalınlığında bir döşeme parçasını ucundan yakıp koltuğunun altına vurmuş, eline geçirdiği bir tavuğu da bir eline almış koşuyor.Koşarken koltuğunun altındaki ateş yanıyor, bu ateşle elindeki tavuğu pişiriyor, ara sıra da yiyor…
Askerlerin kaçma eğilimi ve hastalığa açık olmaları sağlıkları için, gerekli olan temel bakım eksikliğinin sonucuydu: askere yapılan ödeme çok azdı veya onlara hiç ödeme yapılmıyordu. Asker parasızlıktan ya da açlıktan firar edebiliyordu.
Mesela, dört defa kaçan Hüseyin, firar sebebini parasızlık olarak gösterir. Asker, elbise bakımından perişandır. Birçok nefer, nöbet yerlerinde donarak ölmüş, birçokları hastalık geçirmiştir. Fahrettin Altay paşa, “Askerler yazlık elbise içinde ayakkabı ve çamaşırları perişan, kaputları, portatif çadırları eksik olarak acıklı halde siperlerde düşmanı bekliyorlardı…” diyerek durumun vahametini anlatır.

BÖLÜM V

Ali Fuat Paşa ise Gediz Taarruzu için şöyle der: “Cephede gördüğüm erlerinin hepsi çıplaktır ve çoğu bölge halkındandır. Son savaştan sonra, kolordunun kayıplarını bütünlemek için gönderilen erler de çıplaktır.”59 Diğer yandan erler, üzerlerine giydikleri elbise ya da kaputlarıyla firar etmekteydi.
Bunun sonucunda yeni gelen askerlere verilecek elbise kalmıyordu. Askerler şubelerce silahaltına alınarak, cephelere gönderilirken bile sıkıntı yaşanıyordu. İsmet İnönü şöyle anlatır:
“…Yorgun bitkin bir halde istasyona yetişen askeri zorla iterek vagonlara bindiriyoruz. İndirirken de öyle oldu, kollarından çekerek zorla indirdik. Asker bu kadar yorgun ve bitkin bir vaziyette.” Toplanan askerler; barındırılamıyor, doyurulamıyor, giydirilemiyordu. Dolayısıyla cepheye sürülmekte zorluklar yaşanıyordu.
Peki, halk firariye nasıl bakıyordu? İlk zamanlarda herhangi bir karşılık olmaksızın halkın firariye yardım etmesi bir suç niteliğinde görünse de satır aralarında okunan halkın askerlere duyduğu zaaftır. Zürcher’e göre halk firarilere sempati beslemekte ve olumlu bir tavır takınmaktadır.
Birinci Dünya Savaşı’ndan beri devam eden bu tutum, zamanla değişecektir. Halk sadece askeri firara teşvik etmekle kalmıyor, kaçmasına, saklanmasına yardım ve yataklık da ediyordu. Özellikle askerin ailesi, akrabası, aşireti, köylüsü adeta askerin firarı için seferber olmuş gibidir. İstanbul Hükümetinin iş başında bulunmasının da tesiriyle insanlar kendilerini henüz kavrayamadıkları devletten ya da ordudan daha yakın hissediyorlardı.
Firariler, aslında bir bakıma halkla iç içedir. Bu durum halkın firariye sempati beslediğini kanıtlar. Aynı zamanda disiplinsiz davranışlar sonucunda firarilerin bir suçla dahi yargılanmadan, halk arasına rahatça girip çıkması durumu, askeri daha da çok firara teşvik etmiştir.
Osmanlı Ordusundan kaçmış ve 1918 yılında İngilizlerin eline düşmüş bir
subay firari, sorgusunda silahlı firarilere dair ilginç bir tespitte bulunmuştur:
“Eğer Anadolu’da bir firari, köyüne silahıyla ve mühimmatla dönerse ona
dağlara çıkması söylenir, çünkü çok geçmeden ona ihtiyaç duyulacaktır. Eğer
köyüne silahsız ve mühimmatsız dönerse birliğine geri yollanır ve bir dahaki
sefere kaçtığında onları da beraberinde getirmesi söylenir.”
Bir başka problemse, askerin sadece üzerindeki elbiselerle değil, müsellahan yani silahlı olarak firar etmesidir.91 Askeriyenin zaten oldukça kıt olan teçhizatları itinalı korunmaya çalışılsa da firar eden askerler silah, fişek, tüfek, makineli tüfek, el bombası, hayvan ve hatta mahsulleri bile beraberinde götürüp ziyan edebilir. Kaçaklar üzerinde götürdükleri eşyayı kayıp ve takrir ettikleri takdirde kaçaklıktan gayri ve müstakil bir suç teşkil eder ve bunlar ödetilmekle cezalandırılır. Askerin elindeki silah; hırsızlık, tehdit, yağma ve katl gibi suçları beraberinde getirebilir.
Mesela, elindeki silahla erlerin trene ateş açtığı ve evleri yağmaladıkları görülmüştür.92 Bu durum öyle bir hale gelmiştir ki, gayri müsellahan firar neredeyse ‘takdir edilecek bir suç’ halini almıştı. Askerler sadece elbiseleriyle ve müsellahan değil, hayvanları, arabaları ve karargâhtan çaldıkları yiyeceklerle de firar etmekteydiler.93 Aydın civarında, istasyonda dokuz katırlık firari erin yanlarında dört katır, 922 fişek, altı matara, iki arka çanta, ekmek torbası gibi malzemeler çıkmıştı.
Bazı durumlarda ise asker, firar suçunun yanında daha ağır suçların altına girdiği de olur. Mollaoğulları’ndan Mehmed oğlu Halil, kıtasından mükerrer firar ederek, müsellehan dağlarda gezerek eşkıyalığa karışma, evlere girme, eşya çalma, insanları tehdit, yaralama ve katl etmek, kendisini takibe gelen müfrezeye ateş açmak hem amcası hem de köyün muhtarı olan Hafız Osman’ı yoldan çevirme ve katl suçlarından cezası idam olmuştur.
Tren istasyonu ya da karakol basma gibi saldırılarda bulunan asker kaçakları da vardır. Bu gibi suçların birden fazla olması yukarıdaki iddiayı güçlendirmektedir. Firar cürmü diğer pek çok suç olmadan devam ettirilemeyecek bir suçtur. Gördüğümüz gibi hayatta kalmak ve kaçmak için pek çok suçun altına girilir.
Firariler için bir diğer çıkış yoluysa çeteciliktir. Firar eden asker bireysel olarak hayatta kalma güdüsünden hareketle kendi gibi olanlara rast gelmek ister. Ya da hayatta kalmak için çeşitli çareler arar. Çünkü çete demek askerden kaçan birey için kolektif muhafaza edici bir unsurdur. Mesela, Çerkez Ethem isyanları bastırdıkça memlekette insanlar çete kıtalarına katılmışlardı. Muvazzaf birliklerdeyse askerlikten kaçmayı beceremeyen “biçareler” kalmıştı. Çeteye yazılmayana “ödlek” derler. Çeteci olmak tüm askerlerin hayali haline gelmişti.

BÖLÜM VI

İstiklal Mahkemeleri: Alınan Tedbirler ve Cezalar Firar sorunuyla baş edemeyeceğini anlayan Ankara Hükümeti, tartışmalara rağmen İstiklal Mahkemeleri’ni kuracaktı.113 Fakat mahkemelerin kurulmasına kadar geçen sürede daha farklı tedbir ve cezalandırma yollarına başvurulmuştur.İlk olarak çok sayıda askere alınan insan, savaşın haklılığı ve ölmenin ulvi bir fiil olduğuna inandırılmalıdır. Savaşta düşmandan kaçmak suç olduğu gibi İslâm dinine göre de büyük günahlar arasında yer almaktaydı. Bunlar hakkında vaaz veren tabur imamları mevcuttu.
Askeri Ceza Kanunun 79. Maddesine göre firariler altı aydan iki seneye kadar hapis cezasına çarptırılırdı. Aslında hapishanenin zorlukları daha fazla olmasına rağmen, askere mahpus yatmak daha kolay gelebiliyordu. Diğer yandan kaçakların yerine akrabalarından biri silah altına alınabiliyor; ailesi başka yere sürülüyor, kaçaklar yakalanınca bunlar serbest bırakılıyordu. Firari beraberinde silah ve teçhizat götürmüşse ailesinden bunların değeri kadar para veya mal alınırdı.
Diğer yandan Askeri Ceza Kanunu’nun 82. Maddesine göre, “firar sefer esnasında olmuşsa, düşman karşısında olmuşsa ve asker düşman tarafına geçilmişse bunun cezası idamdır”.
İdam cezası Askeri Ceza Kanunun 22. Maddesine göre, buna mahkûm olan kişinin hayattan izale olması anlamına gelmekteydi. Bu ceza, mahkûmun kurşuna dizilmesi suretiyle icra olunurdu. Ceza mahkûmun mensup olduğu kıtada ve kendi tabur arkadaşlarının kurşunuyla ifa edilebilirdi.
Nihayet işgalden kurtulmak ve Millî Mücadele’yi başarıya ulaştırma gayesiyle 23 Nisan 1920’de TBMM açılmıştı. Meclisin ilk hareketi 29 Nisan 1920’de Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nu çıkarmak olmuştu. Ancak aradan geçen dört aya
rağmen, beklenen sonuç alınamamış ve asker kaçaklarının önü kesilememişti. Saruhan Milletvekili Refik Şevket, bir kanun tasarısı teklif ederek asker kaçaklarının Büyük Millet Meclisi tarafından kurulacak İstiklâl Mahkemeleri’nde muhakeme olunmalarını istemişti. Aynı gün kabul edilen kanun teklifiyle, 11 Eylül 1920 tarihli Firariler Hakkında Kanun çıkarılmıştı.
Kanun’un çıkarılmasından bir hafta sonra, Meclis Kararı ile Ankara, Eskişehir, Konya, Isparta, Sivas, Kastamonu, Kayseri olmak üzere yedi bölgede İstiklal Mahkemesinin acilen kurulması kararlaştırıldı ve bunlar 1920 yılı Ekim ayı başlarında faaliyete geçti. Millî Mücadele yıllarında devam eden İstiklal Mahkemeleri; birinci dönem ve ikinci dönem olmak üzere ikiye ayrılır; Birinci dönem İstiklal Mahkemeleri 18 Eylül 1920 ile 17 Şubat 1921 tarihleri arasında görev yaptı. İkinci dönem ise 30 Temmuz 1921 ile Ekim 1923 arasıdır. [1]

Özlem ÇANKAYA / Doktora Öğrencisi, Hacettepe Üniversitesi
E-Mail: ozlem.cankaya10@hacettepe.edu.tr
Geliş Tarihi: 21.05.2018 Kabul Tarihi: 09.01.201
ÇANKAYA Özlem, Millî Mücadele Dönemi’nde Asker Firarileri, CTAD, Yıl 15,
Sayı 29 (Bahar 2019), s. 175-203.

BMM’nin Ayaklanmalara Karşı Aldığı Önlemler
Büyük Millet Meclisi, varlığını sürdürebilmek ve otoritesini sağlayabilmek için, Meclis’in açılmasından altı gün sonra Vatana İhanet Kanunu’nu (Hıyanet- i Vataniye Kanunu) çıkardı (29 Nisan 1920).
Bu kanuna göre; Meclis’in kararlarına karşı gelenlerin, düşmana hizmet eden ve bozgunculuk yapanların idamla cezalandırılması kabul edildi.
11 Eylül 1920’de İstiklal Mahkemeleri kurularak isyancılar sert bir şekilde cezalandırıldı. Şeyhülislam’ın fetvasına karşılık, Ankara Müftüsü Rıfat Efendi liderliğindeki din adamları karşı fetva hazırladılar.
İstanbul Hükûmeti’nin ve işgalci devletlerin olumsuz propagandalarına karşı halkı doğru bilgilendirmek amacıyla, Anadolu Ajansı kuruldu ve Hâkimiyet-i Millîye gazetesi çıkarıldı.
İstanbul basınından; Akşam, İkdam, İleri, Tasvir-i Efkar, Tercüman, Vakit ve Yeni Gün gibi gazeteler, Millî Mücadele’nin büyük destekçilerinden oldular. Askerî önlem olarak da Kuvay-ı Millîye birlikleri isyancılar üzerine gönderildi.
Ayaklanmalar Türklerin birbirini öldürmelerine neden oluyor ve bu durum işgalci güçlerin çıkarlarına hizmet ediyordu. BMM Hükûmeti güçleri dış düşmanla uğraşmakla harcayacağı çabayı iç düşmanla uğraşırken harcamak zorunda kalıyordu.
İstiklal Mahkemeleri
Ülkenin bir çok yerinin düşman orduları tarafından işgal edildiği bir dönemde milletin birlik içinde olması gerekiyordu. Ancak çeşitli iç ve dış kışkırtmalar sonucunda çıkan isyanlar Millî Mücadele’nin önünde engel oluşturuyordu. BMM, işgalci güçlere karşı savaşabilmek için düzenli bir ordu kurmaya uğraşırken diğer yandan ülkenin çeşitli yerlerinde çıkan isyanlarla uğraşmak zorunda kalıyordu. İstiklal Mahkemeleri böyle bir ortamda düzenli ordunun kurulması ve devamının sağlanması için kuruldu (11 Eylül 1920).
İstiklal mahkemeleri dönemin ihtiyaçları doğrultusunda kurulmuş mahkemelerdi. Mahkemelerde başlangıçta asker kaçakları sorununun çözümüne yönelik çalışmalar yürütüldü. Daha sonra mahkemelerin yetkileri; vatana ihanet, casusluk, ayaklanma, bozgunculuk, soygun ve asker ailelerine saldırı gibi suçların kapsam içine alınmasıyla daha da genişletildi. Mahkemelerce özellikle cephede savaşan askerlerin ailelerinin can, mal ve namus güvenliğine çok büyük önem veriliyordu.
İstiklal Mahkemelerinin çalışmaları sonucunda ordudaki asker kaçakları sorunun önüne büyük ölçüde geçildi. Düzenli orduya katılan asker sayısında artış yaşandı. Düşman ilerleyişi karşısında düzenli ordunun kurulup varlığını sürdürmesinde İstiklal Mahkemelerinin büyük katkıları oldu.
I. İnönü Muharebesi’ni kazanan düzenli ordunun oluşturulmasında İstiklal Mahkemelerinin de payı vardı. Mahkemeler, on binlerce kişiyi cepheye göndererek Millî Mücadele’nin kazanılmasında katkı sağladılar. Ülkede ortaya çıkan ayaklanmaların çoğaldığı dönemde İstiklal Mahkemeleri bu isyanların bastırılmasında önemli görevler üstlendiler.
Mahkeme üyeleri BMM’nin kendi içinden seçtiği üç kişiden oluşuyordu. Duruşmalar halk önünde yapılıp alınan kararlar halka duyuruluyordu. Mahkemelerde vicdani kanaate dayanarak kararlar alınırdı ve bu kararların temyizi yoktu. Mahkemeler idam kararı verme yetkisine de sahipti.
İstiklal Mahkemeleri ve İhtilal Mahkemeleri Benzerliği
İstiklal Mahkemeleri, Fransız İhtilali sırasında kurulan İhtilal Mahkemeleri örnek alınarak kuruldu. Mahkemeler, idam yetkisine sahip olmaları, alınan kararların temyiz edilememesi ve kararların ivedilikle uygulanması gibi nedenlerle tepkilere yol açtı ve çok eleştirildiler. İstiklal Mahkemelerini Sovyet İstihbarat ve Güvenlik Teşkilatına (Çeka) benzetenler de oluyordu. Ancak İstiklal Mahkemeleri ne Fransız İhtilal Mahkemeleri gibi ülkede bir terör dönemi yaşatmış ne de Çekalar gibi kapalı ve gizli çalışmalar yürütmüştür.
İstiklal Mahkemelerinin çalışmaları sonucunda ordudaki asker kaçakları sorununun önüne büyük ölçüde geçildi. Ayaklanmalar bastırıldıktan sonra suçlular bu mahkemeler aracılığıyla cezalandırıldılar. Ülkede meydana gelen diğer suçlarda da önemli ölçüde azalmalar görüldü. Ülkede iç güvenliğin sağlanmasında, Anadolu’nun düşman işgalinden kurtarılmasında Mahkemeler çok önemli görevler üstlendiler. BMM’nin otoritesinin güçlenmesinde İstiklal Mahkemelerinin büyük katkısı oldu.
1920-1924 yılları arasında 14 İstiklal mahkemesi görev yaptı. 1925-1927 yılları arasında cumhuriyet rejiminin ve inkılapların tehlikeye düştüğü düşüncesiyle İstiklal Mahkemeleri yeniden faaliyete geçirildi.
Cumhuriyet Dönemi’nde İstanbul, Ankara ve Şark İstiklal Mahkemeleri kuruldu. Bu mahkemeler, çalıştıkları 1925-1927 yılları arasında yasaların kendilerine olağanüstü yetkiler vermesiyle sınırsız bir güce kavuştu. Bu dönemde görev yapan İstiklal Mahkemeleri, rejim karşıtı hareketlerin önlenmesi, inkılapların uygulanması ve isyanların bastırılması konularında etkili oldu. [2]
[2] https://www.inkilaptarihi.gen.tr/bmmnin-ayaklanmalara-karsi-aldigi-onlemler/

[1] Yazının tamamı ve dipnotlar için;

Click to access 07-cankaya.pdf

This entry was posted in İHANET VE YABANCI YANDAŞLAR, Tarih, TSK, YOBAZLIK - GERİCİLİK, YOZLAŞMA - AHLAKSIZLIK. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *