YEDİ DÜVELE ÖNCE İSTİKLAL HARBİNDE CEPHEDE, SONRA LOZAN’DA MASADA DİZ ÇÖKTÜRÜLDÜ * LOZAN ZAFERİNİN 97. YILI KUTLU OLSUN

Bugün 24 Temmuz,
Türk Ulusunun ve Devletinin  Lozan’da, masada düşman müttefik devletlerden bağımsızlığını, Devlet olmak onurunu yırta yırta almış olduğu olduğu kutlu günün 97. Yıldönümü; 
Ve bu değerli kutlu günde Devleti yöneten AKP iktidarı dört BÜYÜK AYIP işledi. Aslında işlenenler ayıp kelimesinden çok daha ötede olup kendi tarihine ve ülke kurucularına büyük bir ihanettir…
Bugün İstanbul’da Ayasofya camii ibadete açıldı ve devletin yönetiminde olan tüm siyasetçiler ve partili cumhurbaşkanı Erdoğan dualarla namaz kıldılar fakat LOZAN’dan bahsetmediler. Siyasette ve Devlet yönetiminde bulunmalarını ve hatta sadece Ayasofya’yı değil, İstanbul’u değil, Türkiye’yi ve Devleti bizlere armağan etmiş olan Atatürk’e ve Lozan’a borçlu olduklarını unuttular daha doğrusu hatırlamak istemediler.

Ve bugün Diyanet İşleri Başkanı YOBAZ Ali Erbaş, Ayasofya’da cuma hutbesinde “Fatih Sultan Mehmet Han burayı kıyamete kadar cami olarak kalması için vakfetmiştir. Vakfedileni çiğneyen lanete uğrar” diyerek ATATÜRK’e lanet okudu. Ayasofya’nın da kurtarıcısının Atatürk olduğu gerçeğine ihanet etti.

Ve bugün İzmir Valiliği, Lozan’ın 97. yılını kutlamayı yasakladı!
İzmir Valiliği, Lozan Barış Antlaşması’nın 97. yıldönümü nedeniyle İzmir’de yapılmak istenen tüm anma ve kutlama programlarını, “Toplumsal ayrışma ve kargaşaya neden olabileceği” gerekçesiyle yasakladı.Atatürk Anıtına çelenk koyulmasına ve basın açıklaması yapılmasına izin verilmedi.

Ve bugün Lozan Antlaşması’nın 97. yıldönümünde,Ayasofya’nın açılış saatlerinde , Anıtkabir dezenfekte edildiği gerekçesiyle ziyarete kapatıldı. Anıtkabir’e ziyarete gidenler içeri alınmadı.

Lozan’ı yok sayanları, Atatürk’e lanet okuyan yobaz devlet memuru D.İ.B. Ali Erbaş’ı, İzmir Valisi Yavuz Selim Köşger’i , ANITKABİR’i ziyarete kapatan makamı kınıyorum.

Değerli Yurtsever, iktidar zora girdikçe toplumun yüce değerlerini daha fazla kuşatıyor. Baskılar artıyor, ayrışmaları derinleştiriyorlar. Ekonomi çıkmaza girdi ve bu nedenle otokratik ağır baskılar yoğunlaşıyor. 
Birlik olmak, kenetlenmek ve akılcı kararlar almak zamanı geçiyor.
Naci Kaptan / 24 Temmuz 2020

Sevr utancından Lozan övüncüne

Sevr, 1. Paylaşım Savaşı’nın mağlubu Türklere vurulan tutsaklık zinciriydi. Hasta Adam”ın ülkesine el konulup mirası bölüşülecekti. Osmanlı İmparatorluğu’nun enerji zengini coğrafyasına el konulmakla da iş bitmiyordu. Sırada Anadolu ve Trakya’nın paylaşımı vardı. Teslimiyet yerine direnmeyi seçip, savaşın 4 yıl uzamasına neden olan Türkler en ağır biçimde cezalandırılacaktı!
Sevr’e göre İzmir ve havalisi ile Trakya’da adeta yeni bir Yunanistan kuruluyordu. Doğuda Ermenistan, batıda ve güneyde Konya’ya kadar uzanan İtalyan, Suriye’den Adana’ ya kadar genişleyen Fransız nüfuz bölgeleri çıkarıldığında Türklere nefes alacak bir saha kalmıyordu.
İstanbul’da vesayet altında bir Halife Sultanın varlığı, Türklerin olası direncini önlemede işe yarayabilirdi. Saltanat ve Hilafet makamına duyulan geleneksel bağlılık, korkuluğa dönüşmüş olsa bile bu makamın ayakta tutulması işgalin kabullenilmesinde etkili olabilirdi. Vahidettin’in teslimiyetçi kişiliği de bu işbirliğini kolaylaştırıyordu.
KIRK KATIR KIRK SATIR
Hilafet ve Saltanatın biçimsel varlığının dışında, sultanın sözü payitahtta bile geçmeyecekti. Çanakkale ve İstanbul boğazlarından geçiş düzenlemesinde Türklere seyirci olmaktan başka bir hak tanınmıyordu! Yani bu stratejik suyollarında Türk Boğazları adından başka Türk’ün esamisi bile okunmayacaktı.
Orta Anadolu ve Karadeniz bölgesinden Türklere bırakılacak yerlerin de bir garantisi yoktu. Bu daracık alan, Türkler için bir anlamda geçici istasyon olarak düşünülmüştü. İşin aslı ileride buralardan da sürülerek Anadolu’daki Türk varlığı temelli sona erdirilecekti!
sacası Türklere kırk katırla kırk satırın dışında bir seçenek tanınmıyordu. Bu durumda ya Sevr zilletini kabullenip kellemizi uzatacak ya da yeni bir savaşı göze alacaktık. Mütareke İstanbul’u teslimiyeti seçecektir. 10 Ağustos 1920’de bu kölelik belgesi Saltanat şurası tarafından bir eksiğiyle imzalanacaktır. Hanedan-ı Osman için önemli olan tebanın durumu değil, mülkün sahibinin unvan ve makamının korunmasıdır!
Bu denklemde emperyalistler için İstanbul çantada keklik, Anadolu baş belasıdır. O halde yapılacak iş Anadolu’nun direncini kırıp Sevr’e razı etmekti. Yunanistan’ın megali idea hayalinin körüklenip Küçük Asya macerasına yönlendirilmesinin arka planı Türkleri Sevr’e zorlamaktır.
Ekonomik, sosyal ve insan kaynaklarını neredeyse tükenme noktasına getiren, 1911 Trablusgarp, 1912-1913 Balkan, 1914-1918 1. Dünya Savaşının ardından Türklerin yeni bir savaşa kalkışması olanaksız görülüyordu. İngilizlerin Sevr tetikçiliği görevi verdiği Yunan ordusu, kısa zamanda Anadolu’nun direncini çökertince yüzyıllık şark sorununa da son nokta konmuş olacaktı!
Türkler, emperyalist yağmacıları bir kez daha şaşırtacak, artık belini doğrultamaz diyenlere inat 1919-1922 arası üç yıl daha ölümüne vuruşacaktır. Bu son savaş, elde kalan son vatan parçası Anadolu içindir. Bu son savaşta cephedeki Mehmetlerin, cephe gerisindeki kadınıyla erkeğiyle sivil halkın direnci, özverisi, kararlılığı kurtuluşun yolunu açacaktır.
1922 Eylülü’nde, Atatürk’ün, Askerlik onurundan yoksun katiller sürüsü” dediği Yunan ordusu kovulmuş, sıra asırlık hesapların görüleceği sulh konferansına gelmiştir. İsviçre’nin Lozan kentinde düzenlenen konferansta bağlaşıklar Mondros Mütarekesi’ni, Türk heyeti Mudanya Mütarekesi’ni esas almaktadır. 1. Paylaşım Savaşı’nın mağlubu Türklere dayatılan Mondros Ateşkesi, Sevr paçavrasının önsözüydü. Mondros, Türkler için tutuklama müzekkeresi, Sevr idam kararı idi. Türk tarafı Lozan’a Mondrostan değil, Yunan hezimetinin resmi belgesi olan Mudanya Ateşkesinden gelmektedir.
TBMM’nin Lozan heyetinin başına Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa’yı geçirmesinin iki nedeni vardır. İlki Mudanya Ateşkes görüşmelerindeki başarısı, ikincisi de zafer kazanan ordunun belinde kılıcı, ayağında çizmesiyle cepheden gelen komutan kimliği ile muhataplara verilmek istenen mesajıdır: Türkler, emperyalizmin büyük hayali, Türk yurdunun ve Türklüğün tasfiye projesi “ Şark Meselesi/ Doğu Sorunu” defterini bir daha açılmamak üzere kapatmak istemektedirler!
HASTALIKLI ANLAYIŞ
Musul yüzünden bir ara kesintiye uğrayıp delegasyonların ülkelerine dönmelerine neden olan konularda da mutabakat sağlanmasıyla ortaya çıkan metin nihayet 24 Temmuz 1923’te imzalanacaktır. Atatürk’ün, Bu antlaşma, Türk milleti aleyhine, asırlardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşması’yla tamamlandığı zannedilmiş büyük bir suikastın çöküşünü ifade eder bir belgedir. Osmanlı devrine ait tarihte örneği bulunmayan bir siyasi zafer eseridir” sözleri Lozan’ın en anlamlı özetidir.
Kurtuluş Savaşı’nda Ankara’ya karşı Vahidettin yanında saf tutan bir geleneğin, bağımsızlık ve özgürlük belgesi Lozan’la ilgili gerçeklik dışı çarpıtmaları ayrı bir yazının konusudur. Lozan karşıtlığının hastalıklı bakışında nedense Sevr’den hiç bahsedilmez. Utanç belgesi Sevr’in imzacılarından mazlum ve mağdur portreleri çıkarmak, bilim ve insaf dışı bu hastalığın tedavisinin olanaksızlığını göstermektedir. Lozan’a İngiliz kumpası diyen bu hastalıklı anlayışın tekzibini, ikinci dönem Lozan görüşmelerinde İngiliz delegasyonu başkanı Sir Horac Rumbold’a bırakarak makalemize son verelim: Lozan’a her adı verebiliriz ama, Birleşik Krallık açısından zafer denilemez”!
[Av. Hüseyin ÖZBEK-https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/olaylar-ve-gorusler/sevr-utancindan-lozan-ovuncune-av-huseyin-ozbek-1753596]

Vahdettin’in ülkeden kaçışından 3 gün sonra,
20 Kasım 1922’de, Lozan’da barış görüşmeleri başladı.

İngiltere ve müttefikleri Konferans’a, Türkiye’yi hâlâ, Dünya Savaşı’nın yenik ülkesi görerek gelmişti. Almanya ve Avusturya’ya Versailles’da yapılanın benzeri, Lozan’da Türkiye’ye yapılacak ve Küçük Asya’daki Batı çıkarları korunacaktı. Ortadoğu’ya verilecek yeni biçim, uluslararası bir anlaşmayla meşrulaştırılacak, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki ticari ve hukuki ayrıcalıkların (kapitülasyonlar) korunması koşuluyla, Yeni Türkiye’nin sınırları belirlenecekti.
Sınırlar, askeri eyleme bağlı olarak büyük oranda belirginleştiği için fazla zaman almayacak, “ekonomik bilinçten yoksun Türklere”, geçmişten gelen kapitülasyonlar yenileriyle birlikte kolayca kabul ettirilecekti. Eski düzen yeni koşullarla sürdürülecek, önemli bir dirençle karşılaşılmayacak, konferans uzun sürmeyecekti.
Curzon’un yanılgısı
Lozan’da, esas görüşme ve tartışma İngiltere’yle Türkiye arasında oldu. Lord Curzon, Ankara’dan gelenleri, eski Osmanlı Türkü sanıyordu. Ancak, yanıldığını çabuk anladı. İlkelerini her şeyin üstünde tutan yurtsever bir tutum ve şaşırtıcı bir irade sağlamlığıyla karşılaştı.
“Doğulularda böyle şey olmaz, Türkler nasıl bu hale geldi” diyerek şaşkınlığını dile getiriyor, nedenini bir türlü anlayamadığı değişimi, çözmeye çalışıyordu. Lozan’da ortaya çıkan “yeni Türk tipi”, ulusal hakların savunulmasında yüksek bilinç ve direnç gösteriyor;
oraya neden geldiğini, neyi nasıl elde edeceğini biliyordu. Batı gazetelerinde şaşkınlık ifade eden yorumlar yapılıyor, The Times, “Acaba Türkiye, bir mucize ile uygar bir devlet mi oldu” diyordu. İngiliz Delegeler Kurulu’ndan William Tyrrell, Lozan’da karşılaştığı “yeni Türkler” için şöyle söylüyordu: “İki çeşit Türk biliyorduk; biri eski Türk, ki öldü. Biri de Jön Türk, ki artık o da yok oldu. Şimdi onlardan çok başka bir Türk tipi görüyoruz.”
Ölçülü ama atak
Mustafa Kemal, ulusal egemenlik haklarını Avrupalılara kabul ettirmek için büyük bir savaşıma girişmişti. Kapitülasyonlar tümüyle kaldırılacak, Türkiye artık kendi kararını kendi veren, her yönüyle bağımsız ve özgür bir ülke olacaktı. Bunlar, büyük devletlerin azgelişmiş ülke yöneticilerinde kesinlikle görmek istemedikleri nitelikler, sözünü bile duymak istemedikleri amaçlardı.
Yoğun bir çalışma ve her zaman olduğu gibi, ölçülü ama atak bir eylemlilik içine girdi. İçerdeki düzeysiz karşıtlıkla uğraşıp yeni devletin temelini atarken, 8 ay süren Lozan görüşmelerinin her aşmasıyla yakından ilgilendi, yurt içi çalışmalarını Lozan’daki gelişmelere göre düzenledi.
Lozan’da onaylanacak, geri çevrilecek, değiştirilecek ya da yapılacak önerilere karar veriyor, görüşme taktikleri belirliyor ve Türk Kurulu’na güç veren destek iletileri gönderiyordu. İsmet Paşa, kendisini Lord Curzon’la eşit görüyor ve Türkiye’nin, savaş galibi İngiltere’yle eşdeğerde olduğunu gösteren davranışlarda bulunuyordu. “Biz buraya Mondros’tan değil, Mudanya’dan geliyoruz” diyordu.
İnönü’nün tarzı
Kendine özgü bir savaşım yöntemi vardı. Taktik olarak, ne denli önemsiz olursa olsun her noktayı tartışıyor, çoğu kez, savaşlardaki top atışları nedeniyle, kulaklarının iyi işitmediğini söyleyerek kimi sözleri “duymuyordu!” Önceden hazırladığı uzun konuşmalar yapıyor, durmadan arkadaşlarına danışıyordu. Sürekli olarak, Ankara’yı aramak için zaman istiyor, yanıtlarını hep ilerdeki toplantılara bırakıyordu.
Ankara’ya gerçekten çok sık danışıyordu. Önceden saptadıkları hemen tüm önemli konuları, Mustafa Kemal’e soruyor, onun bildirimleri yönünde davranıyordu. Lozan’daki “yeni Türk tipini” yaratan, kurulda görev alanlar değil, Türkiye’nin Ankara’daki yeni önderiydi.
Lord Curzon ve bağlaşıkları için rahatsız edici ana sorun, sömürge ve yarı sömürgelere yayılma olasılığı yüksek bir antiemperyalist dirençle karşılaşmış olmalarıydı. Bu direncin arkasındaki güç, Mustafa Kemal’di. Fransız Tarihçi Benoit Méchin’nin tanımıyla, “tarihte çok az insan Mustafa Kemal gibi emperyalizme karşı durabilir”di.
Mustafa Kemal, Lozan’da gerçekleştireceği işin uluslararası boyutunu, ezilen ülkelerde ortaya çıkaracağı direnci, bu direncin sömürgeci devletler için ne anlama geldiğini biliyordu. Bu güç işi başarmak için, sonuna dek gidecekti. Ezilen uluslara çağrılar yapıyor ve “Türkler artık kendilerini ezdirmeyecektir. Türklerin yapacaklarını örnek alın. Dünya, o zaman daha iyi olacaktır” diyordu.
Lord Curzon için, sömürge ve yarı sömürgelere yaygın bir bağımsızlık dönemi başlatacak Türk istemlerini kabul etmek çok güç ve İngiltere için tehlikeli bir işti. Barış yapılmalı ama koşulları Türklerin istediği gibi olmamalıydı.
Geri adım yok
Ancak, Ankara dayatıyor, geri adım atmıyordu. Ayrıca, Lozan’da sonuç alınamazsa, anlaşma dışı bırakılacak bir Türkiye, Sovyetler Birliği’ne daha çok yakınlaşabilir, bu da başka tür sakıncalı sonuçların ortaya çıkmasına neden olabilirdi.
Türkiye’den, yeni bir savaşı göze alan açıklamalar geliyordu; oysa Avrupa’nın savaşacak gücü kalmamıştı. Karşılaşılan siyasi açmaz, dünya siyasetine yön vermeye alışkın büyük devlet yöneticilerini, şimdiye dek hiç yaşamadıkları bir çaresizlik içine sokmuştu. Çaresizlik, blöf politikasıyla aşılmaya çalışıldı. Ancak, Ankara korkutmaya dayalı gerçekdışı girişimleri kavrıyor ve önlem geliştirecek bilinçli bir tutum sergiliyordu.
BAŞKA BİR SÖZCÜK
Lord Curzon, çaresizliğini o denli açık ediyordu ki, üzerinde güneş batmayan Büyük Britanya İmparatorluğu’nun diplomatlığıyla ünlü bu Dışişleri Bakanı, “Türkiye için rahatsız edici oluyorsa, kapitülasyon yerine başka bir sözcük kullanabiliriz” gibi gülünç önerilerde bulunabiliyordu.
Görüşmeler, 4 Şubat 1923’te kesildi. ABD delegasyonu, Konferans’ın kesilmesinin ana nedenini, Washington’a, “Türklerin, özel yargı hakları ve ekonomik imtiyazlara ait hükümlerde, her türlü uzlaşmayı reddetmeleridir” diye bildirmişti.
Mustafa Kemal, Türkiye’nin kararlılığını göstermek için, Lozan’daki karar vericilere gönderme yapan uyarı niteliğinde ve bir birini tamamlayan bir dizi açıklama yaptı. Açık ve net konuşuyor, “egemenlik hiçbir anlamda, hiçbir biçimde, hiçbir renk ve belirtide ortaklık kabul etmez” diyor, eski alışkanlıkları sürdürmek isteyen anlayışlarla sonuna dek mücadele edileceğini söylüyordu.
22 Aralık 1922’de, İngiliz Morning Post gazetesi muhabiri Grace M.Ellison’la görüştü. Lozan’da, bağımsızlığa ve ulusal egemenliğe zarar veren tüm önerilerin reddedileceğini söyledi. “Bizim elde etmeğe kararlı olduğumuz tam bağımsızlık ülküsüne, meydan okuyacak herhangi bir kişi varsa; o kişi, bu ülkümüzden ilham almış bütün Türkleri ortadan kaldırma imkânlarını arayıp bulmalıdır” dedi.
KAPiTÜLASYONLAR
Üç gün sonra, 25 Aralık’ta Fransız Le Journal muhabiri Paul Erio’yla görüştü. Türkiye’nin ileri sürdüğü isteklerin, “ülkenin yaşaması ve bağımsızlığını sağlaması için gereken şartların en azı” olduğunu söyledi. Kapitülasyonların, tartışılmasını bile ulusal onura yönelmiş bir hakaret sayıyor, Batı’yı şu sözlerle uyarıyordu: “Türkler, kapitülasyonların sürmesinin, kendilerini kısa süre içinde ölüme götüreceğini çok iyi anlamıştır. Türkiye tutsak olarak mahvolmaktansa, son nefesine kadar mücadele etmeye kesin karar vermiştir.”
Tarihçi Nobert von Bischoff’un, “Türk silahlarının kazandığı zaferi uluslararası hukukun kütüğüne geçirmesidir” diye tanımladığı Lozan Antlaşması, 24 Temmuz 1923’te Lozan Üniversitesi tören salonunda imzalandı. TBMM, Antlaşma’yı 23 Ağustos’ta onayladı ve işgal güçleri, silahlarıyla birlikte Türkiye’den ayrılmaya başladı.
Ankara, görüş ve isteklerini büyük oranda Batı’ya kabul ettirmiş, ulusal egemenlik haklarına yönelik ana amacı etkilemeyen ve çoğu geçici kimi uzlaşmalarla barış sağlanmıştı. Son iki yüz yılda, Türklerin Avrupa’ya karşı kazandığı tek siyasi başarı olan bu antlaşma, gerçek bir diplomatik zaferdi. [METİN AYDOĞAN / 24 Temmuz 2019 Lozan’ın önemi – https://nacikaptan.com/?p=71793 ]

İSMET İNÖNÜ’den BİR ANI

Lord Curzon ile bir gece toplantısında bulundum. Beraberdik. İkimiz vardık, bir de Amerika Murahhası Mr. Chaild vardı.Lord Curzon bana dedi ki:
“Konferanstan bir neticeye varacağız. Ama memnun ayrılmayacağız. Hiçbir işte bizi memnun etmiyorsunuz. Hiçbir dediğimizi makul olduğuna, haklı olduğuna bakmaksızın kabul etmiyorsunuz. Hepsini reddediyorsu­nuz. En nihayet şu kanaate vardık ki, ne reddederseniz hepsini cebimize atıyoruz. Memleketiniz haraptır. İmar etmeyecek misiniz? Bunun için pa­raya ihtiyacınız olacaktır. Parayı nereden bulacaksınız? Para bugün dünyada bir bende var, bir de bu yanımdakinde. Unutmayın, ne reddederse­niz hepsi cebimdedir. Nereden para bulacaksınız, Fransızlardan mı?”
Ben, evet, dedim. Curzon sözlerine devam etti:
Para kimsede yok. Ancak biz verebiliriz. Memnun olmazsak kimden alacaksınız? Harap bir memleketi nasıl kurtaracaksınız? İhtiyaç sebebiyle yarın para istemek için karşımıza gelip diz çöktüğünüz zaman, bugün reddettiklerinizi cebimizden birer birer çıkartıp size göstereceğiz.”
Lord Curzon’un sözleri kulağımda kalmış ve sözünün geçtiği her yerde hatırlamışımdır. Lozan Konferansı olalı 45 sene geçti. Bu sözleri hiçbir zaman unutmadım. Bu 45 sene içinde para almak için müracaat et­tiğimiz her yerde bu ihtimalleri görmüşümdür.
Lord Curzon’un sözleri bittiği zaman, kendisine dedim ki: “Şimdi me­seleleri halledelim, para istemek için gelirsem o zaman gösterirsiniz.”
Ha­kikat şudur ki, İkinci Cihan Harbi kapı önünde görününceye kadar mali bakımdan bize kolaylık gösterilmemiştir. Ve Türkiye kendisini kendi alın teri ile tamir ederek İkinci Cihan Harbi’ni idrak etmiştir.[https://nacikaptan.com/?p=71788]

Bazı gençler arasında “Lozan 100 yıl sonra sona erecek” görüşünde olanların var olduğu da bilinmelidir. Hukuk Fakültesi son sınıfta iki hanım öğrencim derste, Lozan Anlaşması’nın 2023 yılında sona ereceğini lisede öğrettiklerini söylemişlerdir. Ben bu öğrencileri ikna edemedim, çünkü beyinleri yıkanmıştı. Çünkü onlara Lozan’ın gizli maddeleri olduğu lisede öğretilmişti. Bunları söyleyenlerin niyetlerinin ne olduğunu tahmin etmek zor değildir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan 14 Aralık 2016 tarihinde “Yaşadığımız bu dönem en az İstiklal harbi kadar zordur. Bugün adı konulmamış bir Sevr tehdidi ile karşı karşıyayız” diyerek Sevr Anlaşması’na atıfta bulunmuştur: “Sevr Anlaşması Türk Milleti’ne kurulan büyük tuzaktır.” Bu ifade bir kelime hariç (tuzak yerine suikast) büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’ündür.
Osmanlı Devleti’nin 1920 yılında imzaladığı Sevr Anlaşması, Türklere Orta Anadolu’da 120 bin kilometrekarelik bir bölgeyi bırakıyordu. Sevr, emekli Büyükelçi Osman Olcay’a göre Avrupa’da 102 oturumda hazırlanan 433 maddelik bir idam fermanıydı.
Mahatma Gandi (Mohandas Karamçand Gandi) Sevr Anlaşması’nı adaletsizlik anıtı olarak adlandırmıştır: “Türkiye’ye barış diye imzalatılan bu anlaşma uzun süre yürürlükte kalırsa onur kırıcılığın ve insan yapısı adaletsizliğin bir anıtı olacaktır. Savaşta talihi yaver gitmedi diye kahraman ve cesur bir ırkın yok edilmeye çalışılması insanlığın bir zaferi olmayacak, fakat insanlık dışı davranışın bir örneği olarak tarihe geçecektir.” (Ravindra Kishore Sinha, Kurtuluş Savaşı, Devrimler, Mustafa Kemal ve Mahatma Gandi, Milliyet Yayınları, İstanbul, 1972, s.102-181)
Amerikalı tarihçi Paul C. Helmreich Sevr Anlaşması için 19’ncu yüzyıl sömürgeciliğini izleyen önemli bir emperyalist çözüm demiştir: “Herkesin Türkiye’de bir çıkarı vardı; olmayanlar da icat ediyordu. Bir anlamda, çıkar çatışmalarının da ötesine geçilmiş, yıllara yayılan uyutma anlaşmaları süreci, yerini nefret tutumuna bırakmıştı. Barbar bir ulus olan Türkleri, Avrupa’dan kovma fırsatı kaçırılmamalıydı. Lloyd George, sezgi gücünü yitirmiş, Türkler’in İstanbul’dan çıkarılmasında diretiyordu. Türkiye topraklarında, neredeyse akla gelebilecek bütün azınlıklar için birer ülke planlanıyordu. Büyük güçler, kamp ateşinin çevresinde, aç gözlerle fırsat kollayan kurtlar gibiydi”. (Paul C. Helmreich, From Paris to Sevres: The Partition of the Ottoman Empire at the Peace Conference of 1919-1920, Ohio State University Press, 1986. Türkçesi Sevr Entrikaları, Sabah Yayınları, İstanbul, 1996, s. 22) [Prof.Dr.Ali Rıza Kardüz https://nacikaptan.com/?p=69265]

İsmet Paşa’ya, onun şahsında Mustafa Kemal ATATÜRK’E “utanıp” “sıkılmadan” her fırsatta saldırmayı “ustalık” sayan, ulusal bilinç ve kimlik yoksunları ele geçirdikleri iktidarları döneminde, yani son 16 yılda; Emperyalist batıya Lozan kazanımlarını yok eden yıkım niteliğinde ödünler verebilmiş, “yedi düveli” dize getiren soylu bir ulusa dünya ulusları karşısında başını eğdirmiş/EĞDİRMEKTEDİR.
Cumhuriyetin kuruluşuyla başlattıkları ‘cumhuriyet parantezini kapatma’ Cumhuriyet’ten rövanş alma, Atatürk Cumhuriyeti’yle hesaplaşma arzusu ile yanıp tutuşanlardan Atatürk’ün muhteşem eseri olan Türkiye Cumhuriyeti’ne demokrasi tacını koyan İsmet İNÖNÜ’YÜ anlamalarını beklemek siyasal saflıktır.
Üzülerek belirtelim ki, ülkemizde, Atatürk’e, Cumhuriyete, Türk devrimine “kin” ve “düşmanlık” besleyenlerin sıkça yaptıkları şey, İsmet İnönü’ye “yerli yersiz” hücum etmektir. İsmet İnönü’yü eleştirmek başka şeydir, aşağılamak, önemsizleştirmek başka şeydir.
Ama unutulmamalı, kimsenin tarihi ve geçmiş zamanı değiştirme olanağı yoktur. Bu nedenle, ne söyleyip yazarlarsa yazsınlar er ya da geç gerçekler ortaya çıkmakta ve İnönü’nün değeri tarihteki yerini korumaktadır.
Kağnıyla kamyonu yendiğimiz kurtuluş savaşının Batı Cephesi Komutanı, Türk’e biçilen emperyalist elbiseyi, yani Sevr’i yırtıp, Türk ulusun bağımsızlığı ve özgürlüğünün tapu senedi Lozan’ı tüm dünyaya kabul ettirmedeki katkıları yadsınamayacak değerde olan “Kaya kadar sağlam namus ve şeref, çok yüksek ve insan emelinin sınırını aşan bir vatanseverlik” erdemine sahip olan M. İsmet İnönü’yü bir kez daha saygı ve minnetle anıyoruz.[Ulusal Eğitim Isparta şubesi :http//nacikaptan.com/?p=64275]
This entry was posted in ATATURK, CUMHURİYET - DEMOKRASİ - ÇAĞDAŞLIK, SİYASİ TARİH, TARİHE - AYDINLANMAYA - CUMHURİYETE NOT DÜŞENLER. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *