EMPERYALİZM, KÜRESEL DİNLEME, İSTİHBARAT * ECHELON Dünyayı Dinleyen İstihbarat Örgütleri * Bölüm 1

KİTAP – Patrick Radden Keefe / ECHELON Dünyayı Dinleyen İstihbarat Örgütleri

11 Mayıs 2001 Tarihli Dışişleri Bakanlığı Basın Toplantısı ‘nın resmi konuşma metninden.
2003 yılının Şubat ayında New York polisi kent metrosunu te­röristlerin saldırısından korumak için hummalı bir çalışma başlattı. Tüm kentte terörizmle savaşmak üzere özel olarak eğitilmiş 16 bin polis görev yaptı. Her gün banliyö yolcularını Manhattan’a doldu­rup boşaltan sayısız yeraltı arterindeki kontrol nokraları ve devriye­ler artırıldı. Trenlere ve platformlara sivil polisler yerleştirildi, Her­kül Ekipleri olarak bilinen, ağır silahlarla ve kurşungeçirmez yeleklerle donatılmış polisler istasyonlara indirildi. Polisler Manhattan’a girip çıkan on üç sualtı metro tünelinin her birinin girişinde nöbet tuttu ve bomba arama köpekleri, radyasyon detektörleri ve gaz mas­keleriyle yüzlerce kilometrelik platformlarda devriye gezdiler.

New York Emniyet Müdürlüğü’ nü bu ani güvenlik çılgınlığına yönelten neydi? Ne harekete geçirmişti onları? Terörist olduğu sa­nılan kişiler arasındaki, gizlice dinlenmiş bir konuşmada geçen tek bir sözcük: metro Cırıltı terimi Amerikan söz dağarcığına ne zaman girdi? Bir za­manlar son derece zararsız, çağrışımları son derece önemsiz, tuhaf, küçük bir sözcük bu. Dedikodu, söylenti ya da çocuk gevelemeleri anlamına geliyor. Ama sonra birdenbire yeni ve uğursuz bir anlam kazandı. Şu anda cırıltı ulusal paniğimizin barometresi. Tıpkı hava tahminlerinin dayandığı meteorolojik göstergeler gibi, cırıltı da fe­laketin beklenip beklenmediğini, ‘alarm’ durumunda mı yoksa ‘yüksek alarm’ durumunda mı olduğumuzu söylüyor, o günün teh­dit endeksinin işitsel ünlemini veriyor.
Alman hava saldırılarından birkaç ay sonra Londralılar bombar­dımanlarla birlikte yaşamayı, bombardıman söylentileri arasında iç­güdüsel olarak ayrım yapmayı ve onları tehdit etmeyen ya da par­çalara ayırmayan her şeyi kafalarından atmayı öğrendiler. 11 Eylül 2001 sonrasında Amerikalıların da belirsizliğe aynı derecede uyum sağlayabildiği görüldü. Günlük tehdit düzeyi haberlerde hala yer alıyor; son borsa haberleri, saat ve günle birlikte ekranlarda kendi­ne bir yer buluyor. Ama çoğumuz fazla aldırmıyoruz -ceket giyip giymemeye karar vermek için hava durumuna bakmakla daha fazla ilgileniyoruz- ve ona yavaş yavaş iyileşen bir yaranın değişen renk­lerine bakar gibi bakıyoruz. Ama hayatımızdan çıkmıyor; tehdit en­deksi yerini koruyor, şurada rengi, burada derecesi biraz değişiyor ve görünüşe bakılırsa, ‘yüksek’le ‘ciddi’ arasında bir yerlerde gezini­yor.
Yönetim belli bir günde hissetmemiz gereken dehşet düzeyini hangi tuhaf simyayı kullanarak belirliyor? Kuşatılmışlık durumu­muzun günlük bülteni hangi istihbarat kaynaklarına dayanarak ha­zırlanıyor? Amerikalıların çoğunun bu konuda hiçbir fikri yok; yö­netimin seçtiği personele ve teknolojiye güvenmeyi yeğliyorlar.
Cırıltının Saddam Hüseyin Irakı’ nın kitle imha silahları ürettiğini gösterdiğini ve yine cırıltının ı ı Eylül 200 ı’ deki terörist saldırıdan işaretini verdiğini duyuyoruz. Bize söylendiğine göre, felaket­lerden önceki haftalarda hep aynı durum ortaya çıkıyormuş. 11 Ey­lül’den, Ekim 2002’de Bali’ de yaşanan bombalı saldırıdan ve Kasım 2003’te Riyad’ daki bombalı intihar saldırılarından önce cırıltıda ani bir yükseliş, yabancı seslerde bir kreşendo görülmüş. Sonra, ses­sizlik. Sonra, felaket.
El Kaide teröristlerini neredeyse hiç anlayamı­yoruz: sapkın köktendincilikleri, geçmişe dönük bir felsefeyle geleceğe dönük teknolojileri bir biçimde birleştirmeleri, ulaşıl­ması güç, virüse benzer örgüt yapılan. Ama tehdit sinyali veren bu metabolizma ritmini tanımaya başladık: ‘cırıltı’, sessizlik, saldırı. Cırıltı, 21. yüzyılın ilk yıllarında Amerika’nın yaşamında belki biraz hayalete benzeyen, kritik bir etmen oldu. Oysa bu sözcüğün ne demek olduğunu pek azımız biliyoruz. Kim cırıltı yapıyor? Kim dinliyor? Ve beklide en önemlisi, cırıltı gelecekteki felakete dair n edenli güvenilir bir alamet?
İŞTE SİZE BİR KOMPLO KURAMI.
Amerika Birleşik Devletleri, öteki dört Anglofon güç -İngiltere, Kanada, Avustralya ve Yeni Ze­landa ile birlikte, tüm dünyada insanların cırıltılarını gizlice din­leyen gizli bir ağın önde gelen üyesi. Bu ülkeler arasındaki pakt, ya­rım yüzyıl önce, gizliliği nedeniyle varlığını ilgili devletlerden hiç­birinin kabul etmediği bir belgeyle başladı:
UKUSA anlaşması. Bu ülkelerin geliştirdiği ağ her gün milyarlarca telefon görüşmesini, .e­postayı, faksı ve teleksi toplayarak bir dizi otomatikleştirilmiş kanal aracılığıyla beş ülkedeki ilgili taraflara dağ1tlyor. Böylece ABD NA­TO’ daki müttefiklerini, İngiltere ise AB’ deki müttefiklerini gizlice izleyebiliyor: Bu ağ bütün sadakat ya da ilişki bağlarının üstünde yer alıyor. Bu ülkelerin her birinde kendi sivil vatandaşlarının giz­lice izlenmesini engelleyen yasalar var, ama bu vatandaşların mütte­fikleri tarafından izlenmesine karşı yasaları bulunmuyor -böylece ABD, İngiltere’nin ilgi çekici kırıntılar bulması durumunda bunla­rı masanın üstünden kendisine doğru kaydırıvereceğini bilerek, İn­giltere’ nin arada bir gözünü kendi ülkesindeki bireylere dikmesini istiyor.
Bu beş güç, haberleşmeleri ele geçirmek için son derece gelişmiş bir teknoloji kullanıyor. Gizlice dinleme eylemini tanımlamakta kullandığımız sözcükler anakronizmlerle dolu. Sir William. Black­stone Commentaries on the Laws of England (1765- 1769) (İngilte­re Yasaları Üstüne Yorumlar) adlı çalışmasında kulak misafiri teri­mini, ‘karalayıcı ya da arabozucu dedikodular uydurmak amacıyla duvarların ya da pencerenin arkasından ya da bir evin saçaklarının altından konuşmaları dinleyen’ kişi olarak tanımlar. Bu sözcük Shakespeare’ in ya da Moliere’in oyunlarında perde arkasında sak­lanan karakterleri akla getiriyor hala. Hatta girme terimi bile eski moda bir istisnaya dönüştü artık: son yüzyılda haberleşmelerin dinlenmesi işinin büyük bölümü hatta girerek değil, sinyalleri ha­vadan toplayarak yapılıyor.
Sinyal istihbaratı, ya da siyasetçilerin ve casusların kullandıkları kısaltmayla Sigint, kulak misafirlerinin, günümüzün telekulakları­nın gizlice dinleme eylemi için kullandığı, ama pek bilinmeyen bir ad. Bu eylem, uydulardan ve mikrodalga kulelerinden seken konuş­maları içine çeken dinleme istasyonlarıyla, kilometrelerce yukarı­dan yerüstündeki radyo frekanslarına giren casus uydularıyla, en­formasyon anayolunun düğüm ve kavşaklarına bir parazit gibi asılıveren sessiz ve görünmez internet böcekleriyle son derece ileri tek­nolojili bir oyuna dönüştü.
Çoğu Amerikalı varlığından bile haberdar olmasa da, elektro­nik kulak misafirliğinden sorumlu Amerikan kurumu olan NSA (Ulusal Güvenlik Örgütü), CIA ile FBI’ nın toplamından daha bü­yük. Çok daha iyi bilinen bu istihbarat örgütleri NSA karşısında cılız kalıyor. CIA’ nın yirmi bin civarında çalışanı ve yaklaşık üç milyar dolarlık bir bütçesi bulunurken, NSA’ nın tüm dünyaya ya­yılmış yaklaşık altmış bin çalışanı bulunuyor ve bütçesinin yılda al­tı milyar dolara ulaştığı tahmin ediliyor.
İş Sigint konusunda işbir­liğine geldiğinde, ABD’yle İngiltere birbirlerine öylesine yakınlar ki, NSA’ nın İngiliz telekulak örgütü -Devlet Haberleşme Merkezi (GCHQ)- ile ilişkisi, yine bir Amerikan örgütü olan CIA’yla iliş­kisine kıyasla çok daha yakın. Anglofon ağın her şeyi duyduğu söy­leniyor, ama varlığı hala bir sır -kimi durumlarda, ağı yöneten ül­kelerin yasama organlarınca bile bilinmiyor. Bu ağın kod adı Ec­helon.
Tüm iyi komplo kuramları gibi bu kuram da kimi önemli ger­çek unsurlar barındırıyor içinde. Ayrıca, tüm iyi komplolar gibi, asılsızlığı kanıtlanamıyor: Tümüyle doğru olduğunun kanıtlanma­sı olanaksız belki, ama doğru olmadığının kanıtlanması da olanak­sız; yetkililerin inkârı ve yorum yapmayı reddetme si kuramı güçlendiriyor. İnternet çağının temel paranoyak miti bu. Çevrimiçi öykü­lerde her zaman görüldüğü üzere bir salgın gibi yayılan bu kuram, aktarım sırasında bilgilerin ne derece güvende olduğunu tam olarak bilmeden internet ağı yoluyla birçok kişisel bilgisini yollayan kişile­rin kaygılarından besleniyor. Aynı zamanda, internetin sözde ‘sınır­sız’ olmasına karşın, bu komplo teorisi ABD’de değil Avrupa’da kök salmış görünüyor.
Echelon’ la ilgili öyküler Amerikan bilincine bir derece sızdıysa bile, bu, gazeteler ya da gece haberleri yoluyla de­ğil, televizyon ve romanların yaygaracı söylemleriyle oldu. ABC’ nin popüler dizisi Alias’ta uzun bacaklı casus Sydney Bristow, Echelon sistemine ulaşmaya çalışır ve, “Devletin herkesi gizlice dinlediğinin bir komplo olduğunu düşünenler var. Komplo değil bu,” der. Si­berpunk romancı WiIIam Gibson’ın 2003 tarihli kitabı Pattem Re­cognition’ın (Model Tanımlama) kadın kahramanı Cayce Pollard da Echelon’ a ulaşmayı başarır -Gibson’ın yazdığına göre, ‘tüm ağ trafiğinin taranmasını sağlayan’ bir sistemdir bu.
Echelon’ la ilgili öykülerle ilk karşılaştığımda bu öyküler fantezi değil gerçek olarak gösteriliyordu. Echelon’ la ilgili haberlerin gaze­telerde yer almaya başladığı 1 990’ların sonlarında İngiltere’ de lisan­süstü öğrencisiydim. Şaşırtıcı bir tablo çiziliyordu bu haberlerde:
Bir ağ gibi tüm dünyayı sarmalamış çarpıcı bir telekulak mimarisi; bir avuç dolusu seçilmiş örgütün, ülkelerin cırıltısına gizlice girdiği ve her an her şeyi duyarak Olimpos Dağı’nın tanrıları gibi sonsuz bilgi biriktirdiği görünmez bir altyapı. Ama bu sistemin geometri si gayet açık olmasına karşın, konturları şaşırtıcı derecede bulanıktı. Echelon sözcüğünün belli bir uyduyla dinleme programını mı yok­sa Sigint üstünden çalışan tüm Anglofon işbirliği sistemini mi ifa­de ettiği belli değildi. Neredeyse efsanevi tonlar kullanılarak bahse­diliyordu sistemden, ama haberlerin çoğunda, doğrulanmış bilgile­re dayanarak çalışılmadığı daha en baştan kabul ediliyordu.
Joseph Conrad’ın Karanlığın Yüreği’ndeki anlatıcısı Marlow, çocukluğunda ‘yerküre üstündeki boş yerler’ i 19. yüzyılda henüz keşfedilmemiş ve araştırılmamış olan bölgeleri- saplantı edinmişti. 21. yüzyılda elimizde böyle akıl çelici haritacılık gizemleri bulun­muyor artık, ama sinyal istihbaratı dünyasını araştırmaya başladığımda, günümüz bilincinde yine böyle haritalanmamış bir gölge alan oluşturduğunu gördüm.
Bilgisayar bilimcisi Mark Weiser ‘her yerde bilgi-işlem’ kavra­mını tanıttığı 1991 tarihli çığır açıcı makalesinde, “En etkili tekno­lojiler gözden kaybolanlardır,” diye yazar. “Günlük yaşamın doku­suna girer ve artık ondan ayırt edilmez olurlar.” Aradan geçen on beş yıl içinde haberleşme teknolojileri tam olarak bu şekilde gözden kayboldu. Kara hatlarımızı ve cep telefonlarımızı, çift yönlü çağrı cihazlarımızı ve kablosuz dizüstü bilgisayarlarımızı yaşamın doğal bir parçası olarak görüyoruz. Weiser’ ın bu makaleyi yazdığı sıralar­da telefon yeniyetme çocuklarımızın uğruna çekiştikleri duvara bağlı bir araç, internet ise pek azımız için bir fikir, bir dedikodu, ço­ğumuz içinse bilimkurguya yakın bir şeydi. Bugün teknolojiyle ara­mızda göbek bağı var:
Benim kuşağım, üniversiteye geldiğinde ya­takhanedeki her odada internet bağlantısı bulan ilk kuşaktı, inter­net ağına ulaşamayacağımız bir hayatı ne yaşayabilir ne de düşüne­biliriz. Bu teknolojiyi her gün kullanmakla kalmıyor, aynı zaman­da, teller ya da hava dalgaları yoluyla tarihte hiçbir dönemde görül­memiş miktarda bilgi aktarıyoruz: Faturalarımızı ve vergilerimizi çevrimiçi ödüyoruz; çevrimiçi buluşuyor, sevgili buluyor ve sohbet ediyoruz; tıbbi semptomların anlamlarını çevrimiçi buluyoruz ve en utanç vericisi, hakkımızda en çok bilgi veren soru ve ikilemlerimizi Google’a giriyoruz.
Neredeyse düşüncelerimizin ve sözcükleri­mizin organik bir uzantısı olacak derecede içselleştirdiğimiz bu ha­berleşme aracının gizlice izlenmeye açık olduğu -birilerinin izliyor ve dinliyor olabileceği- yönünde bir sezgimiz var. Ama bu huzur­suz edici duygu kanıtlanmamış bir önsezi, dijital çağın çılgınlıkla­rından biri olarak kalıyor çoğumuz için.
Bu kitap cırıltısının nasıl işlendiğini anlama çabalarımın öyküsü: Kimler gizlice dinleyebiliyor ve bunu nasıl yapıyor? Yıldırım hızıy­la yaşanan teknolojik ve toplumsal değişim içinde iki soyut kavram -güvenlik ve mahremiyet- arasında geçen epik mücadelenin öykü­sü. Aynı zamanda, devletin sır saklamasıyla ilgili bir öykü. Sinyal is­tihbaratının gizli dünyasını haritalama çabama, artık Sigint İlkesi olduğunu düşünmeye başladığım şey engel oluşturdu: Bir kişinin sinyal istihbaratı hakkında konuşmaya istekli olmasıyla, gerçekte ne kadar bildiği arasında ters orantı var. Sigint dünyasının saçakları komplo kuramcıları ve mahremiyet savunucularıyla, paranoyaklar ve çatlaklarla dolu -inanılırlığı kuşkulu renkli karakterlerle. Ve bu dünyanın kalbi, Amerikan istihbarat kurumunun bu son derece gizli tapınağı, dünyanın en göze çarpmayan ve en gizli kapaklı mes­lek kabilesini barındırıyor: telekulakları.
Günümüzde ABD’nin tüm dünyada beş binden az casusu bulu­nuyor, telekulakların sayısıysa yaklaşık otuz bin. NSA’ nın uyduları her üç saatte, Kongre Kütüphanesi’ni dolduracak miktarda bilgi topluyor. Ama Amerikalıların çoğunun küresel telekulak aygıtı ko­nusunda neredeyse hiç bilgisi yok. Sonuç olarak, istihbarat örgütle­rimizin güvenliğimizi mi sağladığını, mahremiyetimizi mi ihlal et­tiğini, yoksa ikisini birden mi yaptığını tartışacak söz dağarcığımız bulunmuyor. ‘Mahremiyet’ ve ‘ulusal güvenlik’ gibi kavramları bir bütün halinde sindirme, homojen ve incelenmemiş mutlaklar ola­rak kabul etme ve toplumumuzda özgürlük-güvenlik matrisinde yaşanan çeşitli değişimleri haritalamayı -çok az bilgimiz olduğu ya da yalnızca çok zor olduğu için- reddetme eğilimindeyiz.
Cırıltıya dayanan güvenlik endeksinin aslında ne kadar güvenilir olduğu ya da telekulak operasyonlarımızın harcadığımız milyarlarca dolara değip değmediği konusunda hiçbir fikrimiz yok. Echelon’ un var olup olmadığını ve şayet varsa, bu gölge ağın nasıl işlediğini bilmi­yoruz. Bütün bunlar bizim için hala bir muamma.
‘Eğitimim ya da eğilimlerim gereği araştırmacı gazeteci değilim. Küresel telekulak konusunda neler keşfedebileceğimi araştırmaya başladığımda meraklı, ortalama bir sivildim. ABD ve müttefikleri­nin haberleşmeyi gizlice ele geçirmekte kullandığı araçları incele­meye koyulduğumda, bu sistemin çağımızın belirleyici mücadelele­rini oluşturacak daha geniş çaplı bir dizi konu ve ikileme açılan bir pencere ve bunlar için bir metafor olduğunu gördüm: tellerle kaplı bir dünyada mahremiyetle ulusal güvenlik arasındaki pazarlık; de­dikodunun bol, sağlam bilginin ise kıt olduğu internet çağında pa­ranoyanın ve komplo teorilerinin yayılışı ve kontrolsüz bir devlet gizliliğinin yarattığı gerçek tehlikeler.
Bu bilgi arayışının beni İngiltere’ nin Yorkshire kırlarındaki devasa bir ‘dinleme üssü’ nden Brük­sel’deki Avrupa bürokrasisinin bağrına, Washington’un arka odala­rından Kopenhag kefelerine ve Kuzey Carolina’nın Smoky Dağla­rı’nda gizli, terk edilmiş bir NSA üssüne götüreceğini bilmiyor­dum. Böylesine tuhaf ve unutulmaz karakterlerle karşılaşacağımı da tahmin etmemiştim. Günlerini başlarında kulaklıklarıyla tüm dün­yadan insanların mahrem konuşmalarını gizlice dinleyerek geçiren telekulaklar; bir zamanlar bildiğimiz şekliyle mahremiyetin artık kalmadığına inanan protestocular, bilgisayar korsanları ve eylemci­ler; Amerika’nın telekulak kapasitesi hakkında konuşmanın bile te­röristlere yardım etmekle aynı anlama geldiğini öne süren yetkililer ve son otuz yıl içinde küresel telekulak dünyasını parça parça açığa çıkarmaya çalışmış olan az sayıda gözü pek araştırmacı ve muhabir.
Tugberk 12 Haziran 2020 / https://kitapozeti.de/echelon-dunyayi-dinleyen-istihbarat-orgutleri-patrick/
This entry was posted in ABD - AB - EMPERYALIZM, İSTİHBARAT KURUMLARI, Yeni Kitaplar. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *