Enver Paşa’dan Enver Altaylı’ya stratejik ortaklığın hazin öyküsü – Bölüm 1 / 2

SUN SAVUNMA NET / Osman Başıbüyük / osmanbasibuyuk@sunsavunma.net / 12 Mayıs 2020 / Dubai

Ünlü Çinli filozof Sun Tzu’nun askerlik
sanatıyla ilgili çok önemli bir sözü var:
“Başkasını ve kendini bilirsen, yüz kere savaşsan tehlikeye düşmezsin; başkasını bilmeyip kendini bilirsen bir kazanır bir kaybedersin ne kendini ne de başkasını bilmezsen, her savaşta tehlikedesin.”

BAŞKASINI VE KENDİNİ İYİ BİL

Büyük savaşlarda çok sayıda insan ölür, ülke ekonomileri borca batar ve paranın kontrolünü elinde tutanlar ya çok para kazanır ya da yeni bir dünya düzeni kurarlar. Covid-19 salgını tam da bu savaş senaryosuna benziyor.
Önümüzdeki yıllar çok şeylere gebe. Dünyadaki bu dönüşüm süreci ülkeleri derinden etkileyecek. Doğru politikalar izleyenler krizi fırsata çevirirken, yanlış yola sapanlar maalesef ağır bedeller ödeyecek.
Türkiye hep başkalarının aklıyla krizlerden çıkmaya çalıştı. Kapalı kapılar arkasında halkın hiç bilemeyeceği anlaşmalar yapıldı, sözler verildi. Bugün de öyle şeyler oluyormuş gibi geliyor bana. Ama maalesef bu çabalar her seferinde hüsranla sonuçlandı. Kaybeden Türkiye oldu.
Ünlü Çinli filozof Sun Tzu’nun askerlik sanatıyla ilgili çok önemli bir sözü var:
“Başkasını ve kendini bilirsen, yüz kere savaşsan tehlikeye düşmezsin; başkasını bilmeyip kendini bilirsen bir kazanır bir kaybedersin ne kendini ne de başkasını bilmezsen, her savaşta tehlikedesin.”
Yine, “Tarih, ders almayanlar için tekerrürden ibarettir” şeklinde klişe bir söz var.
Maalesef biz bu iki önemli sözün önemini kavrayamamış gibiyiz. Bazen gerçekleri konuşmaktan, tartışmaktan kaçınıyoruz.
Bu yazı dizisinde biraz cesaretle geçmişimize bakmaya ve günümüzle bağlantılar kurmaya çalışacağız. Osmanlı’dan başlayarak 1 ve 2. Paylaşım Savaşları ile Soğuk Savaş döneminde yaptığımız hataları, bir ülkenin nasıl yönlendirildiğini, yönlendirmedeki aktörlerin Enver Paşa’dan Enver Altaylı’ya kadar kimler olduğunu, mekanizmanın nasıl çalıştığını, “Askeri Vesayet”in ne anlama geldiğini, Trablusgarp Savaşı’ndan Ermeni Tehciri’ne kadar yaşanan birçok olayın perde arkasını farklı bir bakış açısıyla anlatmaya çalışacağız.
Türkiye artık bir yol ayrımında ya başkasının aklına uyacak, hayali maceralara atılıp küçülecek ya da kendi aklını kullanacak bölgesel bir güç olacak. İşte bu yüzden korkusuz olmak gerekiyor. Korkmadan tarihle yüzleşmek, korkmadan gerçekleri yazmak gerekiyor. Bazılarınız okuduklarınıza inanamayacaksınız….
Müneccimlerle bu uzun yazı dizimize başlayalım. Ne zaman biter ben de bilmiyorum.
MÜNECİMLER BAŞIMIZA NE İŞLER AÇTI?
Bir tespitle başlayalım: Bir devlet maliyesini ve istihbaratını elinden kaçırmışsa aslında yıkılmış demektir. Bu noktadan sonra hayatına ancak bir sömürge olarak devam edebilir. Osmanlı Devleti, 1881 yılında Düyun-u Umumiye’yi (borçlar idaresi) kabul ettikten ve 1913 yılında Teşkilat-ı Mahsusa’yı Almanlara kurdurduktan sonra aslında fiilen bitmişti.
İmparatorluğun çöküş süreci çok acı ve kanlı oldu. Bu süreç Türk insanına doğru anlatılmadığı için hep aynı hataları tekrar ettik ve maalesef bugün de etmeye devam ediyoruz. Analizimize 300 yıl önceye giderek başlayalım.
Osmanlı Padişahı III. Mustafa (1717-1774) astrolojiye çok meraklıydı. Bu dönemde Osmanlı gerileme dönemine girmişti. Padişah, ülkenin sorunlarına çare bulma adına Prusya (Almanya) Kralı II. Friedrich’den müneccim talep etti (siz onu danışman anlayın). II. Friedrich, elinde tarih tecrübesi olan, askerlikten anlayan ve hazine işlerinde uzman 3 müneccim olduğu cevabını verdi. Bu sürecin devamında Osmanlı, Prusya ile 1 Şubat 1790’da askeri ittifak anlaşması imzalandı. Belki de bu müneccim (danışman) talebi, Osmanlı’nın yabancıları devletin içine soktuğu ilk icraattı. Yerli ve milli adamımız yoktu, sorunlara çareyi yabancı müneccimler bulacaktı!
Türkler bu hataya 200 yıl önce düştü. Oysaki her müneccim (danışman) kendi devletinin çıkarları için çalışıyordu. Bizim için yaptıkları her şey, öncelikle kendi devletlerinin çıkarına hizmet edecekti. Bugün durum değişti mi dersiniz? Hayır aynen devam ediyor. Türkiye’nin ekonomik durumu herkesin malumu. AKP Hükümetleri, yıllarca McKinsey Danışmanlık ile çalışmadı mı? Bu yabancı danışmanların aklıyla yapılan işler her seferinde mi ekonomik krizlerle sonuçlanır? Ne tesadüf! Neyse konumuza geri dönelim.
ALMANLARIN BÜYÜK OYUNU
O dönemde en başta İngiltere olmak üzere Batılı güçler, Osmanlı’yı savaşa sokarak zayıflatma ve kendilerine mahkûm etme stratejisi izliyordu. Her savaş, yeni borçlanmalar ve yeni tavizler demekti. Osmanlı’yı savaşa sürdükleri en önemli güç Rusya idi. Günümüzde de bu böyledir. Örneğin 93 Harbi diye bilinen 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı devam ederken, İngiliz Muhafazakâr Partisi Milletvekili Butler Johnstone İstanbul’daydı. Türklere Rusları yenecek gelişmiş silahlar satmaya çalışıyordu. İngiliz Büyükelçisi Henry Layard, Dışişleri Bakanı Lord Derby’e gönderdiği 26 Mayıs 1877 tarihli çok gizli damgalı mesajda; “Milletvekilinin İstanbul’da olduğunu, Türkleri Ruslarla savaşı sürdürmeye ikna etmeye çalıştığını ve Cihad-ı Mukaddes ilan ederek Rusya’nın yenilebileceği fikrini aşıladığını” yazıyordu. Amaç savaşa dinî bir hüviyet kazandırarak bir Haçlı – İslam savaşı algısı ile Türkleri tahrik etmekti. İlerleyen dönemde yabancı patentli bu Cihad-ı Mukaddes’in başımıza neler açacağını göreceğiz!
Almanya, 1871 yılında Prusya Kralı I.Wilhelm liderliğinde siyasi birliğini sağlamıştı. Bu dönemde Otto von Bismarck şansölyeydi (imparatorluk başbakanı). Birliğini sağlayan Almanya giderek güçlenmeye başladı. Almanya, Avrupa’daki 2 büyük güç, İngiltere ve Rusya’dan tehdit algılıyordu. Bismarck’ın stratejisi; İngiltere ve Rusya’nın, Avrupa kıtasından uzakta, birbirleriyle veya başkalarıyla savaş halinde meşgul olmasıydı.
O yıllarda İngiltere ile Rusya arasında “Büyük Oyun” adı verilen bir stratejik mücadele yaşanıyordu. Rusya, Orta Asya Türkistan bölgesini tamamen ele geçirmiş, Afganistan üzerinden İngiliz sömürgesi Hindistan’ı zorluyordu. İngilizlerle Rusların Orta Asya’daki bu mücadelesi Almanların işine gelmekteydi. Ayrıca Almanlar, Rusların bölgedeki hâkim etnik yapı Türklerle de çatışmasını, Rusları zayıflatacağı için kendi çıkarlarına uygun buluyordu. Almanlar, o tarihlerden itibaren Orta Asya ve Kafkas Türkleriyle ilgilenmeye başlamış, 1880’lerde Alman-Asya Cemiyetini kurmuşlardı. Daha sonra bu cemiyette Türk paşalar da çalışacaktı. Sırası gelince bahsedeceğiz.
Büyük Oyun’un ikinci ayağı Osmanlı üzerinde cereyan ediyordu. Çarlık Rusyası, dünya ile ticaret için Türk boğazlarına mahkumdu. Moskova’nın hedefinde İstanbul ve Çanakkale boğazları vardı. Rusların, Türk boğazlarını ele geçirmesi, Çar İmparatorluğunun inanılmaz ölçüde güçlenmesini sağlayacak, takiben Akdeniz’e inecek olan Ruslar, Kıbrıs ve Süveyş Kanalı yoluyla İngilizlerin, Hindistan ve Avusturalya gibi uzak doğu sömürgelerine giden ticaret yolunu tehdit edecekti. Bu stratejiyi bozmak için İngiliz ve Fransızlar Osmanlı’nın Ruslar karşısında tampon olmasını istiyor, bu maksatla zayıf ve kendilerine mahkûm bir Osmanlı’nın yaşamasını destekliyorlardı.
Almanya’nın güvenlik stratejisi; İngiliz, Rus ve Fransızları, Osmanlıyı paylaşmaya teşvik etmek böylece kendi rakiplerini Avrupa’dan uzakta birbirleriyle mücadeleye zorlayarak zayıflatmak üzerine bina edilmişti. Aynı zamanda Almanlar bu sayede kendilerine alan açıyordu. Bismarck’ın en çok istediği şey; Türk boğazlarını kontrol konusunda İngilizlerle Rusların sürekli çatışma halinde olmasıydı. Hatta Bismarck, çatışmanın devamı için Rusların İstanbul’u, İngilizlerin de Çanakkale’yi işgal etmesini istiyordu. Tabii bu mücadele bir yandan da Osmanlı’yı, yutulmaya hazır lokma haline getirmekteydi.
İlerleyen yıllarda Almanya’nın güçlenmesiyle bu strateji biraz değişiklik gösterecekti. Kayzer II. Wilhelm, 15 Haziran 1888’de tahta çıktığında Almanya artık iyice palazlanmış, Alman sanayisinin dış pazarlara ve ham madde kaynaklarına olan ihtiyacı had safhaya çıkmıştı. Bütün sömürgeler, İngiliz ve Fransızlar arasında paylaşıldığı için Almanların kendilerine yeni alanlar açması gerekiyordu.
Alman stratejist Friedrich Ratzel; “Devlet, bir hücreden meydana gelen bir organizmadır, gelişmeyi ve yayılmayı arzu eder. Devletin yayılmacı politikası, ilkel ve küçük devletlere dışarıdan istila yoluyla mümkün olur. Bu küçük gezegende, sadece bir büyük devlet için gerekli yer mevcuttur.” diyerek, Almanların meşhur “Yaşam Alanı (Lebenstraum)” kavramının teorisyeni olmuştu. Almanlar bu hedeflerine 1 ve 2. Paylaşım savaşlarında askeri güç kullanarak ulaşamadılar. Ancak günümüzde Avrupa Bilgi (AB) projesi ile büyük ölçüde hedeflerine ulaşmış gözüküyorlar. Bugün tüm Avrupa, Almanya’nın hayat alanıdır.
O tarihte Almanlar, yarı sömürge konumunda olan Osmanlı’yı gözlerine kestirmişti. Osmanlı toprakları Almanların yeni hayat alanı olacaktı. Bu maksatla Berlin’den yola çıkıp İstanbul üzerinden Bağdat’a sonrasında Basra körfezine uzanan bir demir yolu projesine başladılar. Demiryolunun geçtiği topraklar, Alman sanayii için hem pazar olacak hem de hammadde sağlayacaktı. Bu maksatla Kayzer II. Wilhelm, 2 Kasım 1889’da İstanbul’a geldi ve Padişahı II. Abdülhamid ile bir dizi anlaşma imzaladı.
Osmanlı ekonomik olarak batıktı. 8 yıl önce ülkenin gelir kaynaklarına el koyan Duyun-u Umumiye, durumu daha da vahim hale getirmişti. II. Abdülhamid, Almanların bu yaklaşımına “denize düşen yılana sarılır” misali sarıldı. Almanların getireceği sermaye ve demiryolu, ekonomiyi canlandıracaktı. Oysa ki Alman stratejist Dr. O.R. Tannenberg tarafından 1911’de hazırlanan ve Alman Genelkurmay Başkanlığı tarafından onaylanan haritada, Osmanlı toprakları ve Tunus, “Deutschland” yani Alman toprağı olarak gösteriliyordu. Almanlar, 1950 yılına kadar bu projeyi tamamlayacaklarını hesap etmişti. Görüyor musunuz elin adamı ne kadar uzun süreli planlar yapıyor. O dönemde Osmanlı ise günü kurtarmaya çalışıyordu. Bugün de öyle değil miyiz? Devam edelim.
CİHAD VE İTTİHAT-I İSLAM PROJESİ
Max Freiherr von Oppenheim, 1896 ile 1910 yılları arasında Kahire’deki Alman Konsolosluğu’nda ataşe görüntüsünde çalışan, Arap ülkelerini çok iyi tanıyan, Arapça bilen ve Kayzer II. Wilhelm’e dahi doğrudan rapor yazabilecek yetkiye sahip çok üst düzey bir casustu. Bizim bu seviyede casuslarımız yoktu. Biz dışarıdan müneccim (danışman) alıyorduk. Oppenheim, sürekli Almanya’ya rapor yazıyordu. Şansölyeye, 5 Temmuz 1898’de yazdığı bir raporda; Müslümanlar arasında yardımlaşmanın güçlü olduğunu ve eğer Osmanlı sultanına “Cihad” ilan ettirilebilirse 260 milyon Müslümanın, Almanya’nın Doğudaki hedeflerine ulaşması için faydalı olabileceğini belirtiyordu. Bu düşünce Kayzer II. Wilhelm’in, Almanya’yı bir “dünya gücü” yapma politikası olan “Weltpolitik” stratejisine uygun düşmekteydi. Zira bu tarihten sonra Almanya; İngiltere, Fransa ve Rusya’nın sömürgelerindeki Müslümanlara destek vererek, onları hâkimiyeti altında bulundukları ülkelere karşı kışkırtacaktı. Almanya bu yolla, adı geçen büyük devletleri zayıflatmayı planlıyordu.
Oppenheim, Almanya’nın çıkarı için Kuzey Afrika’dan Hindistan’a kadar Müslüman halkların ayaklandırılmasının şart olduğunu, bunun için de “en büyük silahın İslâm” olduğunu ve Halifeye Cihad ilan ettirilmesi gerektiğini savunuyordu. Oppenheim’ın amacı; Yakın ve Ortadoğu’yu, İngiliz ve Fransız güdümünden çıkartıp Alman sömürgesine dönüştürmek, Kafkaslar ve Türkistan bölgesindeki Müslüman Türkleri, Ruslara karşı ayaklandırarak Rusya’yı zayıflatmak ve mümkünse bu bölgeyi Osmanlı ile birlikte Almanya’ya bağlamaktı. Bu maksatla Osmanlıcılığı, Türklüğü, İslam’ı ve Hilafeti kullanmak istiyordu. II. Abdülhamid’in halifeliğini öne çıkartıp İslamcılık oyunuyla dünyadaki tüm Müslümanları Alman askerine dönüştürmek için büyük bir çaba içindeydi. Bugün de İsrail benzer bir stratejiyi takip ediyor. Sonra anlatacağız.
O zamana kadar Osmanlı, tarihinin hiçbir döneminde savaşı, din ile ilişkilendirmemiş, kutsal savaş kavramı “Cihad”ı kullanmamıştı. Aynı zamanda Türk etnik kimliği de hiçbir zaman ön plana çıkarılmamıştı. Çünkü Osmanlı, bir imparatorluktu ve nüfusunun önemli kısmı gayri Müslümler ve Türk olmayan kavimlerden oluşuyordu. Anlayacağınız Cihad’ı bir silah olarak kullanma fikri Osmanlı’ya ait değildi. Bugün de Cihad kavramını istismar edenler bilin ki hep aynı odaklardır. Bu tarihten sonra Almanlar, Osmanlıcılık ve Müslümanlığı ön plana çıkarmaya başladılar. Almanların bu politikası II. Abdülhamid’in çok hoşuna gitmişti.
1890’lardan itibaren Berlin ve İstanbul’da hazırlanan Cihad broşürleri ve Pan-Türkist görüşler Orta Asya’da Amu Derya ötesine kadar ulaşmaya başladı. İşin gerçeği, Osmanlı’daki Pan-Türkist ve Pan-İslamist akımların hamisi Almanya’ydı. Bu hamilik, 2. Paylaşım Savaşı öncesi ve sürecinde de devam etti. Acaba bu günkü Pan-İslamist akımların, Cihad ve Halifelik çağrılarının arkasında kimler var dersiniz?
Kayzer II. Wilhelm, 8 Ekim 1898 günü ikinci kere İstanbul’a geldi, II. Abdülhamid ile Berlin-Bağdat demiryolunun ikinci aşamasını da kapsayan bir dizi anlaşma imzaladı. II. Wilhelm sonra Osmanlı toprağı Kudüs’e gitti. 29 Ekim 1898’de Kudüs’te Hristiyanlar için yaptırdığı kiliseyi açarak bütün Hristiyanların koruyucusu olduğu mesajını verdi. Wilhelm’i, Kudüs’te Yahudiler de çok iyi karşılamıştı. Çünkü Siyonist Theodor Herzl’le görüştüğü ve II. Abdülhamid’ten Kudüs’te Yahudi Cemaatine özerklik talep ettiği bilgisi tüm Yahudileri çok sevindirmişti. II. Wilhelm, 8 Kasım 1898’de Sion Dağına çıktı ve sonra Şam’a geçerek, “İslam’a sarsılmaz dostluk bağlarıyla bağlı olduğunu” ilan etti. Alman Kayzeri, birdenbire İslam’ın dostu, Müslümanların koruyucusu Hacı Wilhelm olmuştu. Gayrimüslim önemli bir kişilik hacı ilan ediliyorsa bilin ki bir tezgâh vardır. Tarih bu örneklerle doludur. Bu aralar Rothschild ailesinden birisinin hacı olduğunu duyarsanız sakın şaşırmayın.
Bu tarihten sonra II. Abdülhamid, tamamen Alman güdümüne girdi. Almanların desteğiyle ayakta kalıyor, onların projeleri sayesinde imparatorluğunu yaşatacağı ve hatta büyüteceğini umuyordu. Fakat bu arada Osmanlı’nın Almanlara yanaşması ve Almanların güçlenmesiyle birlikte Müslümanları kullanma projeleri, İngiliz ve Fransızları ciddi ölçüde rahatsız etmişti. Bugün de Türkiye’nin Rusya’ya yanaşması İran ve Çin ile işbirliği arayışları birilerini rahatsız etmedi mi?
İçeriden adam devşirmeden bir devleti yönlendirilmezsiniz. Almanların bu konuda neler yaptığını bir sonraki yazıda inceleyeceğiz. [1]

Enver Paşa’dan Enver Altaylı’ya stratejik ortaklığın hazin öyküsü – 2
İÇERİDEN ADAM DEVŞİRMEDEN BİR DEVLETİ YÖNLENDİREMEZSİNİZ
Yazının ilk bölümünde Almanların Osmanlı’yı kendi sömürgeleri yapabilmek için nasıl bir strateji izlediklerini, Cihad kavramını nasıl kullanmayı planladıklarını anlatmıştık. Yazının bu bölümünde, Planlarının yürümesi için Almanlar, Osmanlı kanaat önderlerini ellerinde tutmalı, ordu, sivil bürokrasi ve iş çevrelerinde kendilerine bağımlı bir kadro yaratmalıydı. Bu iş için görevlendirilmiş casusları vardı. Bunlardan en önemlisi zaman zaman değişik isimler kullanan Baron Rudolf von Sebottendorff’du.
Sebottendorff, Almanların gizli teşkilatı Thule üyesiydi. 1897 yılında İskenderiye’ye gelmiş, burada çok kısa süre kaldıktan sonra Kahire’ye geçmişti. Burada Hidiv Abbas Hilmi’nin yönetiminde yer alan Türk asıllı Hüseyin (Fahri) Paşa’nın mahiyetinde iş bulmuştu. Hüseyin Paşa, tıpkı II. Abdülhamid gibi İngiliz düşmanı ve Alman dostuydu. Paşa aynı zamanda Bektaşi ve Masondu. Hüseyin Paşa, 1900 yılının Temmuz ayında Sebottendorff’u İstanbul’a getirdi. Sebottendorff, Beykoz Cami imamından Türkçe ve Arapça dersleri almaya başladı, Bektaşi ve Mason oldu.
Sebottendorff’a göre “Dönmeler” (sabetaistler) Türkiye’de Masonluğu yönetiyordu. Sebottendorff, 1911 yılında Osmanlı vatandaşlığına geçti. 1912’de ünlü bir Alman Okült dergisinde yayımlanan, “İslami Farmasonluk ve Ezoterizm” başlıklı makalesinde Masonluğun gerçekte Bektaşi-Dai-İşhariyye’den alındığını öne sürdü. Sebottendorff, 1960’lara kadar Almanya ile Türkiye arasında mekik dokudu. Osmanlı döneminden başlayarak Türkiye’deki üst düzey kimselerle çok ciddi yakınlıklar kurdu. Mesela, Enver Paşa’nın kardeşi Nuri Killigil Paşa, 1940’lı yıllarda Sebottendorff’un en yakın arkadaşlarından biriydi. Muhtemelen Enver Paşa ile de tanışıyordu. Ne tesadüf Enver Paşa da Ali Fethi (Okyar), Kazım (Karabekir) Paşa ve Şeyhülislam Musa Kazım Efendi gibi Mason-Bektaşiler listesindeydi. Sebottendorff’un en büyük özelliği hem Türkleri hem Kafkasları hem de Rusları çok iyi tanıması, ayrıca Rus Çarlarına karşı savaşmış, sonra da Türkiye’ye sığınmış olan Kafkas halklarıyla yakın teması olmasıydı.
1897’de Rusya’nın ilk nüfus sayımında Türkistan topraklarında 11.463 Yahudi olduğu tespit edilmişti. Mesela Özbekler ve Tacikler arasında eriyen “Çala” isimli bir gruptan bahsedilir. Bu grup, Müslüman gibi gözükür ibadet için camiye gider ama evlerinde gece karanlığında Yahudi geleneklerine göre ibadet edermiş.
Bu grubu da bir çeşit sabetaist olarak nitelendirebiliriz. Bu gruptan Osmanlı’ya göç edenler var mıydı? Orta Asya’dan gelen seyyah dervişler için Üsküdar’da kurulan Nakşibendi Özbekler Tekkesi’nin bu tarikatla bir bağlantısı var mıdır? Bilmiyoruz. Aman Sebottendorff’un Özbekler Tekkesi’yle de ilişkide olduğu anlaşılıyor. Özbekler Tekkesi ile de Teşkilat-ı Mahsusa iç içeydi.14 Küçük bir bilgi: Özbekler Tekkesi binası günümüzde Münir Ertegün Tarih Araştırma Vakfı’nı barındırıyor. Vakfın açılışını 1994 yılında Amerika’nın Yahudi politikacılarından Dışişleri eski bakanı Henry Kissinger yapmıştı.
O dönemde Bektaşilik biraz baskı altında olduğu için sabetaistlerin çoğu Nakşibendi ve Melami tarikatlarına yönelmişti. Nakşibendiler, devlet yönetiminde daha hakimdi. Baron Sebottendorff da hangi tarikattan hangi dinî veya etnik kimlikten olursa olsun devlet yönetimini etkileyebilecek üs düzey kişilerle yakın arkadaşlık kurmaya çalışıyordu.
Sebottendorff’un İstanbul’daki arkadaşlarından birisi de Pertev Paşa idi (Demirhan). Pertev Paşa ile Sebottendorff, Alman-Asya Cemiyeti’nde beraber çalışmışlardı. Pertev Paşa, Harp Okulunu bitirdikten sonra eğitim için Almanya’ya gönderilmiş, gençliğinde Alman ıslahat heyeti başkanı Colmar Freiherr von der Goltz Paşa’nın yaverliğini yapmıştı. Yine Goltz Paşa’ın tavsiyesiyle Osmanlı askeri ataşesi ve murahhası (delege) sıfatlarıyla, 1904 Japon- Rus Savaşı’nı takip ve rapor etmek üzere Mançurya’ya gönderilmişti. İlerleyen dönemlerde Genelkurmay Başkanlığına kadar yükseldi. Pertev Paşa aynı zamanda sabetayist Kenan Rifai’nin müridiydi. Kenan Rifai, dergâhını 1908 yılında açmıştı.
RUS-JAPON SAVAŞI’NIN TARİHİMİZDEKİ ÖNEMİ
1904-1905 Rus-Japon Savaşı, Osmanlıda siyasete yeni aktörlerin katılması ve ülke siyasetini etkilemeleri açısından önemlidir.
Bu savaşta Rusların yenilmesi Çarlık İmparatorluğunun geleceğini derinden etkiledi. İmparatorluktaki Türk-Müslüman tebaa bu savaşta devletin yanında yer almak istemiyordu. Kaldı ki bizzat Rus halkının kendisi de bu savaşı benimsememişti.  Kimse uzak diyarlarda boşu boşuna ölmek istemiyordu. Bir grup genç Kazan Tatarı, 1904’te “Hürriyet” adında milliyetçi bir yeraltı teşkilatı kurulmuş ve bu teşkilat, Kazan Tatarları arasında Rus ordusundan firarı teşvik için kışkırtıcılığa girişmişti. Kırım’da askerlik çağına gelmiş birçok Kırım Tatar genci, bir yolunu bulup İstanbul’a kaçmış, Kırım’a dönmek için savaşın sona ermesini beklemekteydi. Rusya’daki Türk ve Müslüman kökenli halkların kalkışmasında pek tabi ki Almanların da payı vardı. Almanlar, Rusya’nın Japonya karşısında yenilmesini istiyordu ve daha önce anlattığımız stratejileri gereği Türk ve Müslüman kökenlilerin ayaklanarak Rus imparatorluğunu parçalamasına çabalıyorlardı. Bu dönemde Kafkas ve Türkistan aydınlarının İstanbul ile teması yoğunlaştı.
Mesela 1792-1910 yılları arasında dönem dönem Kırım’dan Osmanlı’ya göçler olmuştur. Göç edenlerin arasında Kırım Tatarca’sı konuşan Kırımçak Yahudileri de vardır.
Dönemin önemli aktörlerinden bir tanesi Abdürreşid İbrahim’di (1853-1944). Türklerin siyasi birliğinin fikir babalarından birisi İsmail Gaspıralı idi. Ama işin mutfağında Abdürreşid İbrahim vardı. Abdürreşid İbrahim, İstanbul’a 1892 yılında geldi. 1896’da Avrupa’ya gitti. Stockholm, Almanya, İstanbul, Japonya kısacası birçok ülke arasında mekik dokudu. (Stockholm, Almanların Rusya ile ilgili istihbarat merkeziydi.) Rusya Türklüğünün 1905-1908 yılları arasında düzenledikleri 4 kurultayın da organizasyonunu bizzat Abdürreşid İbrahim organize etmiştir. İbrahim, Rusya’daki bütün Türk ve Müslüman coğrafyayı dolaştı çok zengin tüccarlardan para yardımı aldı, önemli kimselerle görüştü.
Bu kimselerden birisi de Yusuf Akçura’ydı.
Pantürkizm’in babası olarak görülen Yusuf Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset isimli makalesinde Osmanlı Devleti’nin temel devlet politikası olarak Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük olmak üzere üç siyaseti kıyaslayarak incelemiştir. Akçura’nın bu makalesi ilk olarak 1904 yılında Kahire’de Türk adlı gazetede yayınlanmıştı. O yıllarda Mısır’ın İngiliz kontrolünde olduğu ve Alman ajanı Max Freiherr von Oppenheim Kahire’de bulunduğu düşünülürse Yusuf Akçura’nın Almanlarla doğrudan teması olmasa bile en azından Alman icadı Pan-Türkist, Pan-İslamist ve Osmanlıcı politikalarından etkilendiği söylenebilir.
Almanlar, sonradan Teşkilat-ı Mahsusa’ya dönüşecek “İslam Birliği” (İttihat-ı İslam) propagandası yapan gizli bir örgütün temellerini 1907 yılında attı. O tarihlerde örgüt üyelerinin kim olduğu bilinmiyor.
OSMANLI’YI PAYLAŞMA PROJESİ
Almanların Osmanlı’daki bu faaliyetleri, İngiliz ve Rusları endişelendirmişti. Her iki devlet de Pan-Türkist, Pan-İslamist ve Osmanlıcı politikalar sebebiyle sömürgelerini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyalardı. 23 Eylül 1907’de İngiltere ve Rusya aralarında Osmanlı üzerinde çekişmelerine son veren anlaşmayı imzaladılar. Daha sonra 9-10 Eylül 1908’de Reval’de (Talin) yapılan toplantıda İngiliz – Rus ittifakına Fransızlar da katıldı. Bu üç büyük güç Osmanlı’yı kendi aralarında paylaşmak için anlaşmıştı. Bu planın duyulması, Jöntürkleri harekete geçirdi.
Genç Türkler veya çoğunlukla Jöntürkler olarak anılan bir aydın grubu, II. Abdülhamid’in baskıcı politikalarından Avrupa’ya kaçmış, II. Abdülhamid karşıtı, meşrutiyet ve anayasa yanlısı bir politika izliyordu. Baskıcı politikalar her zaman gizli örgütlenmeyi ve gizli örgütlenmeler de yine her zaman dış güçlerin manipülasyonuna açık olma zafiyetini beraberinde getirir.
Jöntürkler, bahse konu üç ülkenin, Osmanlıyı kendi arasında paylaşarak parçalama niyetlerinden paniğe kapılmıştı. Eğer II. Abdülhamid devrilip, Almancı politikalar terk edilerek yeniden İngiliz ve Fransız yanlısı
politikalar   benimsenirse, Osmanlı’yı kurtarabileceklerini zannediyorlardı. Reval (Talin) toplantısından 1 ay sonra Binbaşı Enver Bey ve Kolağası Resneli Ahmet Niyazi Bey dağa çıktı. Saraya telgraflar çekerek Anayasa’nın yeniden yürürlüğe konulmasını talep edip ayaklanmayı başlattılar. Ayaklanma halkın katılımıyla büyüdü ve sonunda II. Abdülhamid Jöntürklerin isteklerini kabul ederek anayasayı tekrar yürürlüğe koydu. 23 Temmuz 1908 günü Meclis-i Mebusan yeniden açıldı.24 İstanbul’a “hürriyet kahramanı” olarak gelen Binbaşı Enver Bey bir süre sonra 12 Ocak 1909’da Berlin’e Askeri Ataşe olarak atandı.
Abdülhamid, meclisi yeniden açarak tahtını korumayı başarmıştı fakat bu sefer de İngilizler bu yeni durumdan rahatsız olmuştu. Osmanlı’nın anayasa ve halk tarafından seçilmiş bir meclisle yönetilmesi, İngiliz sömürgelerine çok kötü örnek olacaktı. Sömürgelerdeki halklar da seçim, siyasi parti ve özgürlük isteyeceklerdi. İngilizler hemen harekete geçti, Türk halkının dinî duygularıyla oynayarak ve II. Abdülhamid’i kışkırtarak tarihimizde 31 Mart Vakası olarak bilinen 13 Nisan 1909’daki ayaklanmayı tetiklediler. Sonuçta II. Abdülhamid tahtan indirildi.
Binbaşı Enver Bey, 31 Mart Olayı patlak verince Berlin’den hemen hareket etmiş, Selanik’ten İstanbul’a doğru ayaklanmayı bastırıp, II. Abdülhamid’i devirmek için yola çıkan Mahmut Şevket Paşa komutasındaki Hareket Ordusu’na yolda katılmış ve Kolağası Mustafa Kemal Bey’den kurmay başkanlığı görevini devralarak yine hürriyet kahramanı olarak İstanbul’a girmişti. Acaba Binbaşı Enver Bey’i Almanya’dan İstanbul’a hangi güç göndermişti?
Jöntürkler, II. Abdülhamid’i tahttan indirdikten sonra yeni hükümetle birlikte hemen yüzlerini İngiltere ve Fransa’ya çevirdiler. Yeniden onların güdümüne girerek Ruslarla yaptıkları Osmanlı’yı parçalama anlaşmasını bozmak istiyorlardı. İçinde Masonu, Sabetaisti, Nakşibendisi olan bu aydın kesim, ülkeyi bir dış gücün kucağından kaldırıp öbürününkine oturtunca kurtaracaklarını zannediyordu! Bu zihniyet Cumhuriyet dönemindeki tüm darbelere de imzasını atmıştır. Bugün Türkiye’de darbe olsa, perde arkasında yine aynı zihniyetin olacağından hiç kimsenin şüphesi olmasın. Çünkü dış güçlerin icazetiyle ülkeyi kurtarabileceğini ve kendi çıkarlarını muhafaza edebileceğini düşünen onursuz insanların varlığından hala kurtulamadık.
Neyse konumuza tekrar dönelim. Jöntürkler maalesef İngiliz ve Fransızlardan bekledikleri desteği bulamadı. Çünkü Osmanlı’yı paylaşma planları, II. Abdülhamid ile veya Osmanlı’nın kaderiyle ilgili değildi. Almanlar cidden güçlenmişti. Alman yayılmasını önlemek için artık Osmanlı’nın parçalanması, onlar için stratejik bir ihtiyaç haline gelmişti. İngiliz ve Fransızlardan yüz bulamayan Jöntürkler bu sefer aynı II. Abdülhamid gibi yine Almanya’ya mecbur kaldı. Yönetimi tamamen ele geçiren İttihat ve Terakki Partisi, II. Abdülhamid’in bıraktığı Alman yanlısı politikalara devam edecekti.
CİHAD’IN İLK DENENDİĞİ YER TRABLUSGARP SAVAŞI
29 Eylül 1911’e geldiğimizde İtalyanlar, Osmanlı’ya savaş ilan ederek Trablusgarp’ı (Libya) işgal etti. İşgale karşı hiçbir direnç gösterilmemişti. Osmanlı’nın oraya yardım gönderecek ne ekonomik gücü ne de asker taşıyacak donanması vardı. İtalyanlar, tereyağından kıl çeker gibi Trablusgarp’ı almıştı. Bu durum doğal olarak Osmanlı subaylarında büyük üzüntü yarattı. Üzülenler arasında Almanlar da vardı. Almanya hemen devreye girip “İslam Birliği” propagandası yapmak için kurduğu gizli teşkilatı harekete geçirdi. Kutsal savaş “Cihad”ın ilk provası Libya’da yapılacaktı.
Binbaşı Enver Bey’in başkanlığında kurulan bir ekip sahte kimliklerle Trablus’a gidecek ve oradaki aşiretleri İtalyanlara karşı ayaklandıracaktı. Trablus’a, İtalyan işgalcilere karşı direnişi örgütlemeye gidenler arasında Kolağısı Mustafa Kemal, Nuri Bey (Conker), Eşref Bey (Kuşcubaşı), Ali Fethi Bey (Okyar), Halil Bey (Enver Bey’in amcası), Albay Neşet Bey gibi subaylar bulunuyordu. Libya’ya savaşmaya gidenler arasında (Binbaşı) Ömer Fevzi Mardin de vardı. Bu subayların bazıları sonradan kurulacak Teşkilat-ı Mahsusa’nın elemanları olacaktı. Aslen Buharalı bir Özbek aileden gelen, Stockholm, Almanya, Rusya, İstanbul ve Japonya arasında mekik dokuyan Özbek kökenli Hoca Abdürreşid İbrahim de Trablusgarp Savaşı patlak verince Mısır üzerinden Libya’ya gitmişti. Ne büyük tesadüf CIA’nın Türk Casusu Ruzi Nazar ve Büyük Oyundaki Türk, Enver Altaylı da Abdürreşid İbrahim gibi aynı kökenden geliyordu! Bir başka tesadüf; bu kahraman (!) Türk casuslarının gelecekte temas kuracakları şeyhler de Libya’dan gelme bir tarikata bağlıydı: Arusi tarikatı. Libya’da savaşan Ömer Fevzi Mardin bu tarikatın kurucusu olacaktı. Anlatacağız.
Türk subayları Trablus’a savaşmaya giderken Osmanlı Genelkurmayı 5 kuruş para vermemişti. Bütün finansmanı Almanlar sağladı. Para işlerine Ömer Fevzi Bey (Mardin) bakıyor, Almanlarla parasal bağlantıyı o sağlıyordu. Binbaşı Enver Bey de Almanya’daki bir kız arkadaşına mektup yazar gibi Alman istihbaratına rapor veriyordu.
Gerçekten de Trablus’ta denenen ilk Cihad provası başarılı olmuştu. Halk, İtalyanlara karşı ayaklanmış, İtalyanlar çok zor duruma düşmüştü. Cihad provasının neden bu derece başarılı olduğunu biraz daha incelemek gerekiyor. İşin içinde Arusi Tarikatı vardı. Dini inanç ve tarikatlara bağlılık sayesinde halk İtalyanlara karşı ayaklandırılabilmişti.
Arusi Tarikatı, Nakşibendi, Kadiri- Melami kökeninde, Libya’dan Türkiye’ye gelme bir tarikattı. 1901 yılında Abdülhamid karşıtlığı sebebiyle Fizan’a sürülen Filibeli Ahmet Hamdi, sürgünde tasavvufa merak sarmıştı. Ziyaret ettiği Asitane-i Arusi Selamiye’nin çok etkisinde kaldı; tarikata bağlandı, zamanla hilafetname aldı. O tarihte tarikat II. Abdülhamid’e karşı isyan bayrağını açmıştı. Filibeli, II. Meşrutiyetten sonra İstanbul’a döndü. “İttihat-ı İslam” (İslam Birliği) adlı haftalık bir dergi çıkardı. Acaba dergiyi kim finanse ediyordu? Bilinmiyor! Filibeli Ahmet Hamdi, İslam’ı dünyada Türklerin yücelteceğini düşünüyordu ya da öyle söylüyordu. Arusiliği Osmanlı’da kurumsallaştıran Ömer Fevzi Mardin oldu. Muhtemelen Libya’ya gitmeden tarikatla İstanbul’da tanışmıştı. Ömer Fevzi Mardin üst düzey İttihat ve Terakki üyesiydi, nedense sonradan örgütle ayrı düştü.33
İşte bu Nakşibendi, Kadiri, Melami kökeninden gelen Arusi Tarikatı gelecekte Türkiye’nin bütün kritik süreçlerinden önemli rol oynayacaktı. Ömer Fevzi Mardin şeyhliği Mustafa Aziz Çınar Efendi’ye verdi. Mustafa Aziz Çınar Efendi, Alparlan Türkeş ile de çok iyi görüşürdü. Mustafa Aziz Çınar Efendi’nin müritlerinden biri de Mehmet Faik Erbil Efendi’ydi. Mehmet Faik Erbil Efendi, 1980 darbesi öncesi sağ-sol çatışmaları döneminde Enver Altaylı’yı komünistlerin silahlı baskınından kısa süre önce uyarmış ve Altaylı’nın hayatını kurtarmıştı.34 İlerleyen yıllarda Aaron Kandiyoti isimli bir Yahudi vatandaşımız Arusi tarikatının şeyhi Azir Çınar Efendi’ye intisap etti. İsmini Harun Kan olarak değiştirdi ve Harun Hoca olarak Nakşibendi tarikatının şeyhi oldu.
Bütün bunları öğrenince insan kendine acaba bugün bizi Libya’ya hangi tarikat gönderdi, acaba tarikat üyesi subaylarımız da var mı diye sormadan edemiyor! Bu günlük burada noktalayalım devamında Balkan Savaşları, Türkiye’de parti nasıl kurulur, istihbarat örgütünün vesayet sistemindeki yeri ile devam edeceğiz. [2]

[1] https://www.sunsavunma.net/enver-pasadan-enver-altayliya-stratejik-ortakligin-hazin-oykusu-1/
[2] https://www.sunsavunma.net/enver-pasadan-enver-altayliya-stratejik-ortakligin-hazin-oykusu-2/

ENVER ALTAYLI KİMDİR?
Enver Altaylı 20 Ağustos 2017 günü gözaltına alındı. Bugün de tutuklandı. Avukatından öğrendiğimiz kadarıyla, 2013 yılında MİT’e alınan 15 Temmuz’dan sonra da FETÖ’cü olduğu için MİT’ten ihraç edilen ve halen tutuklu olan birisi Enver Altaylı’ya telefon edip yardım istemiş. Buna istinaden örgüte yardım etmek suçundan yargılanma istemiyle tutuklandı.
01/11/1944 Ceyhan doğumlu. 1968-1973 yılları arasında Doğu Avrupa Hukuku ve Sovyetoloji konusunda Almanya ve Avusturya’da eğitim aldı. 1977-1980 arasında MHP’nin yayın organı Hergün Gazetesi’nin genel yayın müdürlüğü ve başyazarlığını yaptı. 80’li yılların sonunda Sovyetler Birliği dağılma sürecine girdiğinde Orta Asya’ya gitti. Orta Asya cumhuriyetlerinin yeniden yapılanmasında, bu ülke yöneticilerine yardımcı oldu. 90 ‘lı yılların başında Türkiye Cumhurbaşkanı ve Başbakanı’na devletin eski Sovyet cumhuriyetlerine yönelik yeni siyasetinin tesbitinde yardımcı oldu.
1958 – 1961 Bursa Işıklar Askeri Lisesi
1963 – 1967 Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi
1968 – 1973 Millî İstihbarat Teşkilatı için Sovyetolog olarak çalıştı
1977 – 1980 Hergün Gazetesi’nin başyazarı olarak çalıştı
Yayınları:
-Esir Türk İllerinde 90 Gün
-Komünist Teoriler ve Sovyet Yayılma Siyaseti
-İrfan Ülkü tarafından yazılmış ‘Büyük Oyundaki Türk: Enver Altaylı
Altaylı, Bursa Işıklar Askeri Lisesi’nde okumuş, 1960’da Talat Aydemir’in darbe girişimine katıldığı için tutuklanmıştı. 1968’de MİT’te çalışmaya başlayan Altaylı’nın Fetullah Gülen’e yakın bazı isimlerle bağlantısı olduğu öne sürülüyor.

https://www.cumhuriyet.com.tr/amp/haber/enver-altayli-kimdir-1096731
This entry was posted in SİYASİ TARİH, SUN SAVUNMA NET, Tarih. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *