BAYRAMI OLMAYAN BİR 23 NİSAN (2020) *** (ULUSAL EGEMENLİK ???)

BAYRAMI OLMAYAN BİR 23 NİSAN (2020)
(ULUSAL EGEMENLİK ???)

Güzide Filiz Tuzcu / Büyük Atatürk’ün siyaset bilimci ve tarihçi kız evlâdı

23 NİSAN 1920 – ANKARA: Büyük Önderimiz Mustafa Kemal Paşa liderliğinde Türk Ulusunun “kendi kaderini kendi eline aldığı, yani hayattaki varlığını ve bağımsızlığını ilân ettiği ve böylece kendi vatanında yüzyıllarca süren esaretinin son bulduğu”, o tarihi ve kutlu gündür. Aziz Türk Ulusunun kurtuluş ve özgür yaşam iradesini temsil etmek üzere – Ahi Türklüğünün Başkenti – Kutlu Ankara’mızda büyük umutlarla ve içten dualarla açılan Büyük Millet Meclisimizin açılışının 100’cü yılını gururla, ancak buruk kutluyoruz. Nice 100 yıllara, hatta bin yıllara inşallah…


Evet 23 Nisan 1920 tarihi, bir ölüm ve kalım savaşı içinde kalmış, dehşete düşmüş Türk Milleti için tam bir dönüm noktası olmuştur. Dünyada bilinen en eski milletlerin başında gelen Türk Milleti, kendi vatan topraklarında yüzyıllarca her türlü haksızlığa ve baskıya maruz kalarak, ezilmiş, milli kimliğinden – kültüründen ve tarihi köklerinden kopartılmış, emeği – alın teri, malı, kanı ve canı son damlasına kadar Osmanlılarca sömürülmüştür; hatta bunlar da yetmezmiş gibi Birinci Dünya Savaşı sonrasında vatan toprakları, topyekûn düşman kuvvetlerinin işgaline uğramıştır.
Tüm bu korkunç olaylar vuku bulurken, Türklerin yüzyıllarca sadakatle bağlanarak, baş tacı ettikleri, hatta “kulu” oldukları sözde halife padişah silsilesinden Vahdettin ise Türklere sahip çıkmak bir yana, tam tersini yaparak Türkleri, mezbahaya teslim edilen “kurbanlık koyunlar” gibi, düşmanın kanlı ellerine teslim etmiştir! Tamamen sahipsiz, biçare ve şaşkın kalan Türkler, bu yüzden “insanlık ve ahlâk dışı saldırılara, tecavüzlere ve ölümlere” maruz kalmışlardır… İşte o kapkaranlık ve çaresiz günlerde Türk Ulusunun imdadına Mustafa Kemal Paşa yetişmiştir.
Evet 23 Nisan 1920 günü, Türklerin karanlık dünyasına Mustafa Kemal Paşa’nın bir güneş gibi doğduğu, o kutlu gündür. Türk Ulusunun varlığını ve canını hiçe sayarak, kendi saltanatının derdine düşen, bu bağlamda işgalci düşmanlarla işbirliği içine giren son Osmanlı padişahı Vahdettin ve onun emrindeki Osmanlı hükümetinden tamamen bağımsız, sadece ve sadece TÜRK MİLLETİNİN İRADESİNİ TEMSİL EDECEK ve TÜRKÜN KURTULUŞUNA REHBERLİK EDECEK OLAN BÜYÜK MİLLET MECLİSİ işte o kutlu günde, Kutlu Kadim Türk Şehrimiz – Ankara’mızda açılmıştır. O tarihte ve o adeta imkânsız koşullarda, hatta en yakın silâh arkadaşlarının bile itirazları ve engellemeleri altında, söz konusu bu KUTLU TÜRK MECLİSİ’NİN açılabilmesi, tam anlamıyla, mucizevi bir MUSTAFA KEMAL PAŞA başarısıdır.
Bu yüzden 23 Nisan ULUSAL EGEMENLİK VE ÇOCUK BAYRAMI’MIZ, Büyük Atatürk tarafından “TÜRKİYE’MİZİN umudu, geleceğimizin teminatı olan Türk Çocuklarına” ve Türk Çocuklarının yanı sıra tüm dünya çocuklarına da armağan edilmiş en güzel – en anlamlı Milli Bayramlarımızın başında gelmektedir.
Bu BAYRAMDA İKİ ÖNEMLİ HUSUSUN özellikle altı çizilmiştir;
1. ULUSAL TAM BAĞIMSIZLIĞIMIZ ve 2. TÜRK ÇOCUKLARIMIZ. Ulusal Egemenlik / Bağımsızlık denilince, hayatın istisnasız her alanında TC Devleti’nin TAM BAĞIMSIZLIĞI ve ÖZGÜRLÜĞÜ kast edilmiştir; yani “iktisadi, siyasi, (dahili – harici – diplomasi), teknoloji, ilmi, dini, askeri vs…” Bir başka deyişle bu alanlardan her hangi birinde en ufak bir kısıtlama veya baskı dahi olduğunda, diğer tüm alanların da bundan büyük zarar göreceği önemle ve ısrarla vurgulanmıştır.
Ancak 1938 sonrasında Türk Milletinin iradesini temsil etmek üzere seçilen “Milletvekilleri” ve Türk Milletinin izni ve onayıyla TBMM’ne girip, iktidar olan siyasi partiler, “Atatürk’e, Onun Düşünce ve İlkelerine – Devrimlerine – Milli Politikalarına ve Türk Milletine bağlı kalacaklarına dair söz verip, yeminler ettikleri halde”, bu yeminlerini tutmamışlardır! Hatta iktidara gelenler, BÜYÜK ATATÜRK’ÜN “TAM BAĞIMSIZLIĞIMIZLA” ilgili söz konusu bu yaşamsal uyarısını da dikkate alma gereği duymamışlardır ! ! !
Bu yüzden 1938’den günümüze “Tam Bağımsızlığımız” ne yazık ki kaldıramayacağı kadar büyük ve ezici hasar almıştır! Bunun içindir ki Türk Ulusunun gelecekteki özgür varlığının teminatı olan Türk Çocuklarına ve Gençlerine, Büyük Atatürk’ün onlar için lâyık gördüğü ve hedeflediği gibi “Bilimin öncülüğünde yol alan, kendi kendine yetebilen – üreten, bayındır, refah ve en ileri medeniyet seviyesine ulaşmış – uluslararası arenada söz sahibi” güçlü bir Türkiye, 80 yıldır var edilememiştir ! ! ! Türkiye’nin sahip olduğu her türlü potansiyele ve imkâna rağmen!
1938’den günümüze genel olarak iktidarların – aynı Osmanlı devrinde olduğu gibi – Türk Milletine değil de, dış güçlere dayanma tercihi, zamanla “milli düşüncelerimizi, ilkelerimizi ve politikalarımızı” yok etmiştir! Dolayısıyla bu durum, gittikçe artan bir şekilde TC Devletine ve Türk Milletine – maddi ve manevi – çok büyük zararlar vermiştir. Bu son derece olumsuz süreçten elbette ki Türk çocukları ve gençleri de olumsuz etkilenerek, hak ettikleri değerden, saygıdan, özgürlükten, güvenden ve en önemlisi de “BİLİMİN yegane rehber yapıldığı, kaliteli ve ücretsiz MİLLİ EĞİTİMDEN” yoksun kalmışlardır! Bu yüzden Türkiye, nerdeyse tüm Türk gençlerinin yurt dışında eğitim almak için, ya da yabancı dilde eğitim veren okullarda okumak için can attıkları bir ülke haline getirilmiştir!
Üstüne üstlük bir de bu yıl, son aylarda (2020) Türkiye’mizin ve dünyanın üzerine kabus gibi çöken korkunç bir korona virüs salgını söz konusudur! Onun içindir ki bu yıl 23 Nisan Bayramımızı gönül rahatlığı içinde, içimize sinerek, neşeyle kutlamamız maalesef ki mümkün değildir!
Ancak evlerimizde kalmamız gereken bu sıkıntılı günlerde, bir ulusu özgür, onurlu, mutlu ve güvenlik içinde yaşatacak olan “MİLLİ HAFIZASINI, yani MİLLİ TARİH BİLİNCİNİ” Türk çocuklarımıza ve gençlerimize kazandırmak için iyi bir fırsat olduğu kanaatindeyim. Bu bağlamda yakın çağ tarihimize canlı tanıklık yapmış olan üç değerli araştırmacı – gazetecinin bazı gözlem ve tespitlerini sizlerle paylaşarak, milli hafızamıza önemli katkı sağlayacak olan tarihi o günlere ışık tutmak istiyorum. Söz konusu gazeteciler, Sn. Falih Rıfkı Atay (D. 1894 – Ö: 1971); Sn. Zekeriya Sertel (D: 1890 – Ö: 1980) ; Sn. Cüneyt Arcayürek (D: 1928 – Ö: 2015).
Dikkat edilirse F. Rıfkı Atay ve Zekeriya Sertel Osmanlı padişahı 2. Abdülhamit devrinin (1876 – 1909 – 33 yıl iktidarda kalmıştır) son yıllarında, tahminen ilkokul öğrencileri olmaları nedeniyle Osmanlı devrinin son yıllarına, 2. Meşrutiyet’in ilânına, 31 Mart irtica vakasına, 1. Dünya Savaşına, Anadolu’nun işgal yıllarına, Kurtuluş Savaşına, Ankara Hükümetinin (TBMM’nin) açılışına ve Cumhuriyetin ilk yıllarına tanıklık etmişlerdir. Cüneyt Arcayürek de Cumhuriyetin ilk yıllarına ve yakın tarihimize tanıklık etmiş önemli Türk Gazetecilerinden biridir. Her üçünün de Büyük Atatürk’ün yaşadığı o altın çağda yaşama bahtiyarlığına erişmiş önemli “tarihi kaynak kişiler” olduklarını özellikle vurgulamak istiyorum.

SN. FALİH RIFKI ATAY: (D. 1894 – Ö: 1971) “Atatürkçülük Nedir?” adlı kitabından alıntılar:
“Atatürk, tam düşündüğü gibi özgürce konuşabileceği ortamı, ancak pek yakınları arasında bulabilmiştir. Atatürk Türklere, kendine güven duygusu – yaşama zevki – yaşam kültürü vermek ve bir hırka – bir lokma miskinliğinden kurtarmak istemiştir. Bu ortamı yurt boyunca ve toplum ölçüsünde yaratmak ve yaymak istemiştir. Ancak bunu yaratmaya zaman bulamadan ölmüştür.
(Büyük Atatürk, Türk Milletini sadece işgalci ve saldırgan dış düşmanlardan kurtarmamıştır; O aynı zamanda, “kendisi ve soyunun toprak, zenginlik, güç ve prestij elde etmesinden – saltanat sürme zevkinden başka hiçbir kaygısı olmayan Osmanlı padişahlarından, onların tayin ettiği gayrimüslim devşirme yöneticilerden ve ulema adı altında, İslâm’ı Kuran’dan saptıran “din maskeli yobazların” zulmünden de Türkleri kurtarmıştır. Bir başka deyişle Büyük Atatürk milletini, Osmanlıların Türkleri mahkûm ettikleri “baskıdan – korkudan – kölelikten / el etek öpmekten, tatsız – neşesiz – renksiz – insanca yaşamdan uzak, cehalet ve yoksulluk girdabında – sözde bir yaşamdan” da kurtarmıştır. Ne hayret vericidir ki üniversite camiasında bu son derecede önemli hususun vurgulandığına hiçbir zaman tanık olmadım!
Evet yüzyıllarca baskı altında yaşatılan – kendisine sürekli aşağılık kompleksi aşılanan, İslâm görünümlü, sahte bir dinle yüzyıllarca uyutulan, böylelikle baskıya boyun eğen, kaderciliğe, bir hırka – bir lokmaya razı edilen, cahil ve yoksul bırakılan Türk Ulusu kendisine olan güven duygusunu tamamen yitirmiştir. Türk Milletini, işte içinde yaşatıldığı bu kör karanlık kuyudan Büyük Atatürk kurtarmış ve Türklere, o güne kadar onların hiç duymadıkları “Binlerce yıllık şanlı – şerefli Türk Kimliğini, Zengin Dil, Kültür ve Medeniyet Tarihlerini” öğreterek, Türklerin silkinip uyanmalarını, kendilerine gelmelerini, binlerce yıllık köklerini ve güçlerini keşfetmelerini ve en önemlisi de, kendilerine güven ve saygı duymalarını sağlamıştır.
Zaten Onun uzun vadede yegane hedefi “milli kimliğini bilen – antik çağlarda yaşamış – muazzam medeniyetler kurmuş atalarını tanıyan – milli terbiye, kültür ve tarih bilinci kazanmış, özgürce düşünebilen – özgürce konuşabilen ve özgürce düşüncelerini ifade edebilen, hatta dinini de sadece Kuran esaslarına göre yaşayan, eğitimli, çağdaş ve medeni bireyler/vatandaşlar” yetiştirmekti. Evet O bunu çok arzu ettiği halde, ülke çapında gerçekleştiremeden maalesef ki aramızdan ayrılmıştır.
Büyük Atatürk’ün bu kutsal arzusunun, hem evrensel insanlık normlarıyla, hem de Kuran’da hedeflenen “ideal insan – ya da ideal Müslüman” modeliyle birebir örtüştüğünü söylemeden geçmek ise, Ona yapılabilecek en büyük haksızlık olurdu kanaatindeyim! Şöyle ki Kuran’da Yüce Allah insanların “her zaman – her yerde ve herkese karşı dürüst – doğru ve açık sözlü olmalarını, düşünce ve eylemlerde samimi ve açık olmalarını (yani iki yüzlü, sinsi ve aldatıcı olmamalarını), verdikleri sözleri mutlaka tutmalarını, adaletli, güvenilir ve cesur olmalarını emrettiği gibi, ayrıca doğru insanları da desteklemelerini, her söylenene körü körüne inanmamalarını, olayların hakikatini araştırmalarını, yani ilim öğrenmelerini” emretmiştir.
Ne dikkat çekicidir ki, benzer şekilde Büyük Atatürk’ün de birinci önceliği, Kuran’ın tarif ettiği ölçekte “güzel ahlâklı, kültürlü, bilgili ve kişilikli” vatandaşlar yetiştirmekti. O, bunu çeşitli konferans ve söylevlerinde açıkça ifade etmiştir; hatta bireye “güzel ahlâk, milli terbiye ve kültür” kazandırılmasının, ona verilecek olan mesleki bilgi ve eğitimden çok daha önce geldiğine özellikle vurgu yapmıştır. {Başta İngilizler olmak üzere, tüm gelişmiş medeni – demokratik toplumlarda yöneticilerin yaptıkları gibi…}
Bu bağlamda Büyük Atatürk, “Kuran Âyetlerinin” TÜRKÇE açıklamalı olarak öğretildiğinde, bireylerin manevi dünyasına manevi güzellik ve güç katacağı görüşünü benimsemiştir. Bu amaçla O, İslâm Dinini, onun tek kaynağı Kuran’dan – Türkçe olarak – anlayarak – ibret alınarak öğretilmesini hedeflemiştir. Kuran’da Allah’ın istediği de tam budur: ÂYETLERİNİN ANLAŞILMASIDIR – ÂYETLER ÜZERİNDE DÜŞÜNÜLMESİDİR – DERS VE İBRET ALINMASIDIR. (Onun bu hedefi de, 1938 sonrasında maalesef ki engellenmiştir!)
Yani Büyük Atatürk’ün, “dine” değil, “dini saptırarak, kendi siyaset ve çıkarlarına alet eden takiyyeci siyasetçilere, yöneticilere, yobazlara, sahte şeyhlere, tarikatlara ve bunların uydurdukları hadislere, yalanlara, yasaklara ve hurafelere” karşı olduğunun bir kez daha altını kalın bir çizgiyle çizmek istiyorum.)
Atatürk, Devrim İlkelerini ilgilendiren meseleler dışında, Millet Meclisi çalışmalarına karışmamıştır. Tartışmalar serbestti. Hele salı günkü parti toplantılarında yapılmadık eleştiri kalmazdı. Ben ömrümde Atatürk kadar tartışmalara katlanan bir devlet veya hükümet adamına rastlamadım. Çok genç yaşımdan itibaren devamlı Onun yanında bulundum, ben hiçbir düşüncemi Ondan saklamak ihtiyacı duymadım. Atatürk ile tartışmak için yiğit olmaya gerek yoktu.
(Ancak 1938 sonrasından günümüze kadar olan dönemden söz edersek, yiğit olmak bir yana, gözü kara büyük bir kahraman olmak gerekiyor! Ben Yüksek Lisans’a (Antalya’da) ve Doktora’ya (İstanbul’da) başlarken, tecrübeli arkadaşların bana yaptıkları uyarılarını hiç unutamam! Bana şöyle demişlerdi; “Aman sakın ha rengini belli etme – gerçek düşünceni söyleme; hocaların siyasetine uymayan şeyler söylersen, sorular sorarsan hocalar sana takar; örneğin “filanca prof. hocanın dersinde sakın Avrupa Birliğini eleştirme, bununla ilgili gerçekleri anlatma; ya da filanca prof. dersinde Osmanlılar hakkında sakın olumsuz bir şey söyleme vs…” gibi; yani “konuşurken – yazarken çok dikkatli ol, yoksa allâme olsan (yani BİLGİN OLSAN) seni yıllarca süründürürler… unvanını vermezler!” diye uyarmak gereği duymuşlardı!
Ben ise bu uyarılara gerçekten çok şaşırmıştım; kendi kendime burası siyaset meydanı mıdır, Osmanlı sarayı mıdır – yoksa bir bilim yuvası mıdır, aman Allah’ım ben nereye gelmişim diye kendime sordum! Arkadaşlara “siz düpedüz bana “tiyatro yap, rol yap, bilimsel gerçeklerden söz etme” diyorsunuz! Burası tiyatro mu?, Ben rol yapamam ki, bilim ne söylerse, gerçek ne ise, kanaatim neyse ancak onu söyler ve onu yazarım” dedim ve öyle de yaptım. Evet aslında arkadaşlar haklı çıktılar; elbette onlar boşa konuşmuyorlarmış ve onların dediği gibi oldu! Ancak ben karakterimden ve bilimden asla ödün vermedim.

Bilimi – tarihi gerçekleri tamamen arka plana atmış, siyasi tavırda politikacıları bile geride bırakan, takiyye yapmakta adeta ustalaşan ve böylece kendine üniversitede saltanat kurmuş, keyfine bakan sözde hocaların önünde eğilip, el-pençe durmadım, onların yazılarını yazıp, çay ve kahvelerini yapıp, bardaklarını / fincanlarını yıkayıp, misafirlerini ağırlamadım! Ne acı ve düşündürücüdür ki, kendi vatanımda ve kendi vatanımın üniversitelerinde çok haksızlıklara, zorluklara ve sıkıntılara maruz kaldım! Ancak çok şükür ki bilimin yolundan şaşmadım. Bu bağlamda bilgime güvenim ve kendime saygım tamdır. Bunun içinde kendimle gurur duyuyorum.)
Bir tek parti devri iken ve yalnız o devirde, yolsuzluk yüzünden bakanlar Yüce Divan’a verilmiştir. (“Atatürk diktatördü – demokrasi yoktu – o devir tek parti rejimiydi vs…” gibi iftiralar atanlara duyurulur!) Bakanların yolsuzluğunu ispat hakkı kullanılması, çok partili devirde yasaklanmıştır (1945). (Demek ki keramet çok partili sistemde veya sözde kalan demokraside değilmiş!)
Atatürk sonrasında dinin, korkaklar ve cüceler elinde yozlaştırılmasına engel olamadık! Din, politikacıların oyuncağı haline geldi. Cahil ve kaba softanın kışkırttığı kalabalığın despotluğu ve gericiliği neredeyse bütün Türkiye’yi kaplamıştır. Ben 1932 yılında bir ramazan günü hanımlarla birlikte bir öğle yemeyi yemiştim. Bize bir yan bakan bile olmamıştı. Daha sonra (yani 34 yıl sonra geriye gidiş…), bu ramazanda (yıl 1966) Bursa yolundaki bir kasabada ilacımı almak için bir bardak su bile bulamadım! Turistler, Müslüman bile değilken hepsi aç kalmışlardı! Anayasa’nın “LAİKLİK İLKESİ” her gün ayaklar altında çiğneniyor…
(Görüldüğü üzere Büyük Atatürk’ü çok iyi tanıyan – gözlemleyen ünlü gazeteci – yazar S. Falih Rıfkı Atay, “Atatürk’ün gayet olgun ve mütevazi bir insan olduğunu, her türlü eleştiriye ve tartışmaya açık olduğunu, herkesi sabırla dinlediğini” vurgulamıştır. Ya Ondan sonrakiler! Onları eleştirmek kimin haddine!
Günümüzde, yani 21. Yüzyıl Türkiye’sinde ve sözde çok partili demokratik sistemde bile, parti başkanları ve parti ileri gelenleri adeta TABULAŞTIRILMIŞTIR! Yani parti başkanının etrafında yer alan, parti başkanı her ne söylerse alkışlayan – ona toz kondurmayan kalabalık bir grup, parti başkanlarının eleştirilmesine asla izin vermemektedir!
Bu kalabalık grup, herhangi bir eleştiri yapan kişinin de hemen üstünü hücum etmektedirler! Buna da bizzat tanık oldum. Bu mudur demokrasi? Oysaki “demokrasinin” olmazsa olmaz kriterleri vardır; “Her insan düşüncesini özgürce beyan edebilmelidir, (hakaret olmaksızın) eleştiri yapabilmedir, özgürce yazabilmelidir, özgürce hareket edebilmelidir, her insanın görüşüne saygı duyulmalıdır, ve hukukun önünde tüm insanlar EŞİT olmalıdır.” Söz konusu bu kriterler her şeyden önce parti içinde uygulanmalıdır. Kendi partisi içinde DİKTATÖR ve DESPOT OLANLARIN, “demokrasiden” söz etmeye hakları var mıdır?
Ayrıca düşüncesi ve davranışında bütünlük olanlar, verdikleri sözleri yerine getirenler, görevini doğru – dürüst ve hakkıyla yapan kültürlü ve olgun insanlar neden eleştiriden korksunlar ki? Böyleleri tabi ki korkmazlar… F. Rıfkı Atay’ın da özellikle vurguladığı gibi, tıpkı Mustafa Kemal Atatürk’ün hiçbir zaman eleştiriden ve tartışmadan korkmadığı gibi.)
İngiliz tarihçi H. G. Wells şunları söylemiştir; “Bir topluma danışma hakkı vermeden önce, ona eğitim verilmelidir. Modern devletin bir niteliği de eğitimciliktir. Bir topluma danışma hakkı tanımadan önce onu eğitmek gerekir. OY KULÜBELERİNDEN ÖNCE OKULLAR KURULMALIDIR. BİLMEYENİN ELİNDE OY PUSULASI, YALNIZ FAYDASIZ DEĞİL, TEHLİKELİDİR DE!”
(Aynı Türkiye’de ve diğer gelişmemiş ülkelerde son derece tehlikeli olduğu gibi. Tarihçi H.G. Wells, muhteşem bir tespit yapmıştır. Okumayan, araştırmayan, düşünmeyen, herhangi bir konu hakkında bilgisi olmayan cahil birinin elinde “oy pusulası”, kanaatimce son derece tehlikeli bir kitle imha silâhıdır. Onun içindir Büyük Atatürk haklı olarak, “cehaleti, ülkenin bir numaralı düşmanı ilân etmiş ve Türk Milletini yüzyıllarca mahveden, esaret altına alan, “özünü, kimliğini ve hafızasını kaybettiren” cehalet düşmanını yenebilmek için ülkenin bir başından diğer başına, hatta en ücra köşelerine kadar topyekûn eğitim seferberliği başlatmıştır. Ancak Ondan sonra, bu muazzam eğitim – öğretim çabaları da ne yazık ki planlı ve programlı olarak durdurulmuş, hatta tamamen engellenmiştir!
Bir vatandaştan seçimlerde “kimi ve hangi partiye oy vereceksin – iradenin temsilcisi olarak kimi seçeceksin – iktidar yapacaksın ve TBMM’ne göndererek ülkenin kaderini ellerine teslim edeceksin?” diye seçim yapmasını istemeden önce, elbette o vatandaşı eğitmek ve bilinçlendirmek gerekir. Zaten bir ülkede DEMOKRASİNİN ve SEÇİM SİSTEMİNİN işlerlik kazanabilmesi, doğrudan doğruya halkın refah ve eğitim seviyesinin yüksek olmasına bağlıdır.

Burada bir önemli konuya daha dikkat çekmek ihtiyacı duymaktayım; değerli araştırmacı gazeteci Sn. Yılmaz Özdil’in çok yerinde bulduğum bir tespitinin altını çizmek istiyorum. O diyor ki;
“Türk Milleti 1938’den günümüze, sadece ve sadece Türkçe Kuran’ı ve Nutuk’u” anlayarak okusaydı, bilgilenip – bilinçlenseydi, bugün bu durumda olmazdık.” Kuran’ı ve Nutuk’u anlayarak okumuş biri olarak, kendisine katılmamak mümkün değil.
Bakın Allah Kuran’da ne diyor; Yunus Sûresi – Âyet 89: “Doğru olun; bilmezlerin – cahillerin yoluna gitmeyin, onların sözüne uymayın.” “Zümer Sûresi – Âyet 9 (özetle): “De ki Bilenlerle – bilmeyenler bir olur mu?” : En’âm Sûresi – Âyet 50; “ De ki, körle, gören bir olur mu? Düşünmüyor musunuz?” Mü’min Sûresi – Âyet 58; “Körle – gören bir olmaz. İnanan ve iyi işler yapanla, kötülük yapan bir olmaz. Ne kadar az düşünüyorsunuz?” : Bakara Sûresi – Âyet 44; “Aklınızı kullanmıyor musunuz?” : Yunus Sûresi, – Âyet 100: “Allah, pisliği (felâketi – azabı) akıllarını kullanmayanların üzerine koyar”.”
Yani Yüce Allah diyor ki, “aklınızı işletin – düşünün, kişi ve olayların hakikatini araştırın – okuyun – öğrenin, bilen bilgili kişiler olun; böyle olursanız gözü gören gibi olursunuz; yani her şeyi açık ve net olarak görürsünüz; yalanı – yanlışı – tehlikeyi tespit eder, doğru ve isabetli kararlar verebilirsiniz.” Diğer yanda “aklını çalıştırmayan – düşünmeyen – hiçbir şey bilmeyen – hatta bilmediğinin bile farkında olmayan cahil kişileri de hiçbir şeyi göremeyen KÖRE benzetiyor ve bunların ibadetlerinin bile bir değeri yok” diyor.
Hatta Kuran’da Yüce Allah, böylesi cahillerin bazılarına da “bunlar hayvanlardan bile aşağıdır” diyor. Daha ne desin! ( Furkan Sûresi – Âyet 44 & A’raf Sûresi – Âyet 179). İnsanlara bundan daha açık bir anlatım ve uyarı olabilir mi? Kuran’ın tebliğ ettiği bu İslâmi Gerçekler Türk Milletine 80 yıldır anlatılmış mıdır? Hayır.
Diyanet, Kuran’ın insanları, “aklını işletmeye, dürüstlüğe, adaletli olmaya – sözünü tutmaya – bilime ve bilginin muazzam ışığıyla aydınlanmaya” teşvik ettiğini neden Müslüman Türklere anlatmıyor? Yüce Allah’ın en fazla “güzel ahlâka” değer verdiğini, hatta “dürüst – doğru sözlü insanları şehitlerle aynı düzeyde tuttuğunu” Müslüman Türklere neden bildirmiyor?
Herkesi düşünmeye davet ediyorum… Rahmetli Yaşar Nuri Öztürk ve onun ayarında tek tük değerli İslâm Âlimleri, İslâm’ın insana “güzel ahlâk” kazandıracak olan bu yaşamsal mesajlarını sürekli anlatmaya ve halkı aydınlatmaya çalışmışlardır: Ancak DİYANETİN resmi desteği ve katkısı olmadığı için, ülke çapında ve istenilen düzeyde maalesef etkili olamamışlardır!
Dinciler ise, Kuran Gerçeklerinin anlatılmasını kesinlikle istememektedirler; çünkü bu işlerine gelmemektedir! Söz konusu Kuran Gerçeklerini sözde aydınlar da halka 80 yıldır anlatmadılar, çünkü onlar da “halkın bin küsur yıllık dini inancına – geleneğine – kültürüne” tepeden bakmakla – burun kıvırmakla meşgul olmuşlardır!)
Atatürk sadece Türklüğü değil, İslâm Dinini de kurtarmak istemişti. Haftalardır softalığın ve yobazlığın İslâm’ı nasıl özünden nasıl çıkardığını yazıyoruz. Dinlerin ne suçu var? Batılıların bir ortaçağ karanlığına bakınız, bir de bugünkü aydınlığına bakınız. Dinleri değişmiş midir? hayır! Gerçek Müslümanlık da, bugünkü medrese softalığının anladığı ve anlattığı değildir elbette. Din bahane edilerek, akıl hürriyeti kısıtlandığı zaman, her din ilerlemeye engel olur. Din, dünya işleriyle ilgisini kesip, aklı serbest bırakınca, her din, yeni bir medeniyete meşale olur. İslâm için dikkat edilecek husus, onun güzel ahlâk telkin etmesidir. “
(Sayın F. R. Atay’ın bu son derece isabetli tespitleri tamamen doğrudur. Gerçekten de Büyük Atatürk, İslâm Dininin tek ve biricik kaynağı KURAN’I Türkçeye tercüme ettirerek – yani KURAN’I meşale yaparak Türklerin, dinen aydınlanmalarını güzel ahlâk kazanmalarını hedeflemiş, onları “padişahlara – sahte şeyhlere / cahil hocalara – tarikat liderlerine – yani kula kul olmak” zilletinden, Kuran’a göre hiç affı olmayan en büyük iki günahın birincisi olan – şirk günahından kurtarmıştır.
Diğer yandan da O, “Laiklik İlkesiyle” de dini, olması gereken yere – insanların manevi dünyalarına, vicdanlarına – yönlendirmiştir. Böylece Müslüman Türklerin İslam’ı, Kuran esaslarına göre yaşamalarının önünü açarak, din sahasında da çok büyük hizmetlerde bulunmuştur… O halde, dini inancın, ilmin, özgür düşünce ve özgür yaşamın, hatta demokrasinin ve hukuk devletinin tek ve en sağlam güvencesi olan LAİKLİK İLKESİ, 80 yıldır neden Türk Milletine doğru anlatılmamıştır? Yobaz Cumhuriyet düşmanları, “laikliği” Türkiye’de halka, “dinsizlik” olarak tanıtmakta ve yaymakta neden hiç zorlanmamışlardır? )

SN. ZEKERİYA SERTEL: (D: 1890 – Ö: 1980) “Hatırladıklarım” adlı kitabından alıntılar:
“Selânik’in işgalinden sonra İstanbul’a göç ettik. İstanbul telâş ve heyecan içindeydi. İç kavga son haddine varmıştı. Mebuslar Meclisi’ndeki muhalif partiler birleşerek Hürriyet ve İtilâf bayrağı altında toplanmışlardı. (Bunlar İttahat ve Terakki ve Türkçülük karşıtı, dış güdümlü – dışa bağımlı – mandacı partilerdi.) Bunların içinde bazı samimi ve temiz aydınlar da vardı. Fakat çoğu hırsları sınır tanımayan politikacılar, din kavgası yapan yobazlar ve azınlıklara mensup mebuslardı. Daha da kötüsü, bunların belli başlı önderleri, Fransa, ya da İngiltere gibi emperyalist devletlerce SATIN ALINMIŞLARDI.
(Hatırlatmak isteriz ki söz konusu bu Türklük ve İslâm karşıtı unsurlar, Kurtuluş Savaşı boyunca Mustafa Kemal Paşa’ya ve Milli Güçlere her türlü düşmanlığı sergilemiş olup, ellerinden gelen her kötülüğü yapmışlardır. Hürriyet ve İtilaf Fırkası (sözde Özgürlük ve Uzlaşma Partisi) hakkında bilinmesi gereken tarihi gerçeklerden bir kaç noktayı vurgulamamız gerekmektedir:
1. Bir kere kurucularından biri ve ilk reisi olan, padişah Vahdettin’in eniştesi Damat Ferit Paşa idi {Ferit Paşa, padişah Vahdettin’in en güvendiği, en sevdiği ve pek çok kez İstanbul hükümetinin başına getirdiği, Türk Vatanın parçalanması – Türklerin esaret altına alınması, kısacası ölüm fermanı olan Sevr Antlaşmasını imzalayan; Kurtuluş Savaşımızı başlatan Atatürk’ü – silah arkadaşlarını ve Milli Güçleri “bir avuç çapulcu – asi – eşkıya vs…” diye küçümseyen ve aşağılayan, kısacası Türklerin bir numaralı düşmanı tipik bir Osmanlı sadrazamı idi.},
2. Sait Molla adlı eski Osmanlı Danıştay üyesi – İngiliz ajanı da bu partinin önde gelen isimlerindendi! {Hatta Sait Molla, İstanbul’da papaz kisvesi altında İngiliz ajanlığı yapan Rahip Frew’a “üstat” diyor ve Türklere karşı yer-altı faaliyetlerini birlikte yürüterek – ülke içinde Milli Güçlere karşı birlikte hareket ederek, Anadolu halkının kafasını karıştırıp, Milli Güçlere karşı kışkırtarak, bozgunculuk yapıyorlar ve kardeşi kardeşe kırdırtıyorlardı! Müslüman maskeli Sait Molla ve dava ortağı papaz Frew’ün Türklere karşı giriştikleri “gizli – hain işbirliği ve çıkardıkları karışıklıklar” Nutuk’ta, belgeleriyle gözler önüne serilmiştir.},
3. Hürriyet ve İtilaf Partisi o çağın en güçlü emperyalist devleti İngiltere’ye göbek bağı ile bağlı – işbirlikçi bir parti olmuştur.,
4. Hürriyet ve İtilaf Partisi, İngiliz himayesini – mandayı savunan, kapitülasyonların devamını isteyen, İngiliz Sevenler Derneğini kuran ve İngilizlerin siyaset ve sempatisini ülkeye yaymaya çalışan, gayri–milli bir parti idi.
5. Bu partinin öncelikli tek hedefi İttahat ve Terakki Yönetimini yıkmak ve iktidarı tamamen ele geçirmekti. Çünkü İttahat ve Terakki, “kapitülasyonları kaldıran, milli ve bağımsız bir duruş sergileyen, en önemlisi de siyasetinde Türkçülüğü esas alan, antiemperyalist” bir parti idi.)
Memleket nereye gidiyordu, bu kanlı kavgalar, bu yabancı saldırıları yurttaşları bezdirmişti. Ortaya atılan fikirler, o günün koşulları içinde gerici ve tehlikeliydi. 2. Abdülhamit’in yeğeni “Prens” Sabahattin, bilerek ya da bilmeyerek, özellikle İngiltere’nin oyununu oynuyordu! O, İngilizlerin davasına yardım ediyordu. İngilizler de Prens Sabahattin ve gericileri destekliyorlardı. Mahmut Şevket Paşa suikastından sonra, Prens Sabahattin’in foyası ortaya çıktı, o da İngiliz Elçiliğine sığındı, sonrada ülkeden kaçmak zorunda kaldı.
Memleketimizde kapitülasyonlar artığı bir çok Amerikan, İngiliz, Fransız, İtalyan okullar vardı; bunlar gençlerimizi zehirliyorlardı. Dergilerimizde bunlara karşı amansız bir savaş açtık. Gençleri bu okullara göndermemeleri için babaları uyarmaya çalıştık. 1938’de Atatürk’ün ölümü ise, geniş halk yığınları arasında derin bir keder yarattı. Sanki memleketin yüreği durmuştu. Bütün millet ağlıyordu. Halkın Atatürk’ü ne kadar çok sevdiği, şimdi daha iyi belli oluyordu. Sabahın erken saatlerinde Dolmabahçe’den, Sultanahmet’e kadar giden yol insanlarla dolmuştu… Her yerden ilâhi sesleri ve hıçkırıklar yükseliyordu…
Bu güzel ve hazin manzarayı seyrederken Atatürk’ün son 15 yılı, bir film şeridi gibi gözümün önünden geçti, o vakit vicdanımla bir hesaplaşma yapma gereği duydum. Sağlığında biz bu Adama karşı demokrasi ve özgürlük savaşı yapmıştık! Onun hareketlerini diktatörce bulduk! Çünkü o vakit bir ormanın içindeydik, birkaç ağacı görüyorduk, ama bir bütün olarak ormanı göremiyorduk. Şimdi her şeyi daha iyi görüyorum.
(Oysaki pek çok yabancı tarihçi, örneğin İngiliz tarihçi Andrew Mango, Ona “diktatör” iftirasını atanlara tokat gibi gerekli yanıtı vermiştir. Şöyle ki birleşik Türk düşmanları Türkiye’yi tam da parçalamak ve bölüşmek üzereyken ortaya atılan ve bu korkunç haksızlığa engel olan, Türk düşmanlarının tarihi hedeflerini sekteye uğratan Mustafa Kemal Paşa’yı “diktatör” olarak nitelendirmenin, o devrin mevcut tehlikeli koşullarıyla, yani tarihi gerçeklerle ilgisi olmadığını vurgulamıştır. Böylece Mango, “emperyalistlerin sözcüsü durumunda olan ve onlar ne buyururlarsa, papağan gibi ancak onları tekrar eden” yerli ve yabancı gazetecilere, sözde tarihçilere, sözde bilim insanlarına da gerekli yanıtı vermiş olmuştur A. Mango’nun “Atatürk” adlı kitabını, İngilizce orijinalinden okunmasını tavsiye ederim.
1980 yılına kadar yaşayan ve 1938 – 1980 arası pek çok siyasi olaylara şahit olan, örneğin gazete binası – matbaası yıkılıp tahrip edilen, kendisi ve eşi linç edilme tehlikesi atlatan (1945), tutuklanan, mağdur edilen ve sürgünde – vatanına hasret ölen gazeteci Zekeriya Sertel de, tüm gerçekleri (yani onun ifadesiyle “tüm ormanı”) gördükten sonra, “Mustafa Kemal Atatürk’ün hareketlerini diktatörce bulduk” demekle nasıl bir hata yaptığını anlamış, vicdanıyla hesaplaşmış, pişman olmuş ve bunu da görüldüğü gibi kitabında açıkça itiraf etmiştir. “Mızrak çuvala gizlenemez” ata sözümüz vardır; evet GERÇEK de, MIZRAK gibidir, yalan ve iftira çuvalı içine gizlenemez; onları deler ve mutlaka ortaya çıkar.)
Atatürk, ülkenin siyasal, sosyal ve ekonomik hayatında büyük devrimler yapmıştı. Padişahlığı ve Hilafeti yıkmış, yerine bir cumhuriyet rejimi getirmişti. Gerçekleştirdiği devrimler o zamanlar hoşnutsuzluklar yaratmıştı; padişahlıktan ve hilafetten yana olanlar Ona cephe almıştı, İttihatçılar Ona karşı suikast tertip etmişlerdi, tekkelerin ortadan kaldırılması ve bir çok kötü geleneğin yıkılması bazı kimseleri tedirgin etmişti, emperyalistler ülke içine isyanlar çıkartmışlardı.
(Osmanlı devrinde “dinden nemalanmaya – din maskesiyle halkı aldatıp, güç elde etmeye, başkalarının sırtından emeksiz – zahmetsiz – rahat yaşamaya ve saltanat sürmeye alışmış” Osmanlı hanedanı, onların devşirme devlet adamları, gayrimüslim azınlıklar, patrikler, metropolitler (bölgesel yetkili papazlar), İslâm maskeli dinci yobazlar – tarikatlar vs… hepsi de birbirlerini destekleyerek, Osmanlı devrinde kendileri için muhteşem bir saltanat düzeni kurmuşlardı.

İşte CUMHURİYET’İMİZİN ilânı ile, onların bu saltanat düzenleri yerle bir edilmişti. Onun içindir ki söz konusu bu unsurlar, Cumhuriyet Rejiminin ilânını, Türk Milletinin derin gaflet uykusundan uyandırılmasını ve söz sahibi yapılmasını – Türk iradesinin TBMM’ne yansıtılmasını ve bu yeni rejimin hayata geçirilmesini sağlayan ATATÜRK DEVRİMLERİNE öylesine öfkelenmişler, öylesine tedirgin olmuşlardır ki, CUMHURİYETİ bir türlü içlerine sindirememişlerdir! {Yıl 2020 onların torunları da halâ Cumhuriyeti içlerine sindiremediler…)
Bu bağlamda topyekûn bu unsurlar – aynı Osmanlı devrinde olduğu gibi – Cumhuriyet döneminde de birleşerek, başta İngiltere olmak üzere, batılı devletlerin ajanlarıyla ortaklaşa hareket ederek, Türk Halkını kışkırtarak, Anadolu’da çeşitli isyanlar çıkartmışlardır!
Örneğin henüz korunmaya muhtaç bir bebek olan Cumhuriyetin ilk yıllarında oldukça tehlikeli boyutlara ulaşan ve geniş bir alana yayılma eğilimi gösteren gerici Şeyh Sait isyanı (1925) ve daha sonra çıkarılan Menemen olayı (1930), Şerefli Türk Subayı Kubilay’ın cani yobazlar tarafından hunharca katledilmesi ve diğer gerici hareketler vuku bulmuştur…
Bu gerici isyanlar 1938 sonrası da ara ara devam etmiştir… {Kahramanmaraş Katliamı, Malatya Katliamı, Çorum Katliamı, Madımak Katliamı…} Ancak bu olayları çıkaranlar, yani pek çok masum vatandaşımızın hunharca öldürülmesine sebep olanlar, Cumhuriyet Türkiye’sinde gerektiği gibi soruşturulup, ortaya çıkarılmamış ve 1923 – 1938 döneminde olduğu gibi – her nedense – gerekli olan en ağır cezalara çarptırılmamışlardır! )
İstanbul’da bütün padişahçı – halifeci – gerici basın, Atatürk’e karşı yaylım ateşi açmıştı… Bütün bu olumsuz koşullar için demokrasi ve özgürlük gelişebilir miydi? Devrim düşmanlarına karşı elbette ki sert davranmak gerekirdi. Böyle olmakla beraber Atatürk, Hitler gibi, Mussolini gibi diktatörlüğü tercih etmedi.
Aslında bütün koşullar Mustafa Kemal Paşa’nın doğulu bir diktatör olması için elverişliydi, ancak O tek bir kişi yönetimine değil, halk egemenliğine – meclis egemenliğine dayanan yönetime önem verdi. Asker kökenli olmasına rağmen Onun yönetimi, akıllı, ılımlı ve sevimliydi. ONA OTORİTE ve KUVVET VEREN, HALKININ ONA SEVGİYLE BAĞLI OLMASIYDI.
(Büyük Atatürk, “meclis kurmayı – halkın temsilcilerine söz hakkı tanımayı, onlara danışmayı ve topyekûn bir dayanışma içinde olmayı” esas alan Binlerce Yıllık Türk Devlet Geleneğini, 23 Nisan 1920 tarihinde – Ankara’da bir kez daha başarıyla tesis etmiştir). Bizler, Atatürk’ün zamanında özgürce eleştireler yapabildik; Nazım Hikmet en devrimci şiirlerini Onun zamanında yazdı. Nazım’ın en son ve en uzun mahkumiyeti de Atatürk’ün hastalık yıllarına rastlar.
Atatürk, bütün ölçüleriyle şimdi anlaşılmaya başlanmıştır. Zaten Büyük Adamlar, ancak ölümlerinden sonra anlaşılır. BİZLER, ÖZGÜRLÜĞE VE DEMOKRASİYE, ANCAK ONUN AÇTIĞI YOLDAN GİDEREK ULAŞABİLİRİZ. ATATÜRK DÜN DE BÜYÜKTÜ, BUGÜNDE BÜYÜK VE YARIN DA BÜYÜK KALACAKTIR.”
(Ne mutluk ki Sn. Zekeriya Sertel, çok geç de olsa gerçekleri anlamıştır. Evet Büyük Atatürk isteseydi, “diktatör de olurdu, padişah da olurdu, kral da olurdu, imparator da olurdu, halife” de olurdu… Her ne isteseydi, onu olurdu.
Yabancıların pek beğendiğim bir sözleri vardır; “The sky is the limit” [yani limit gökyüzüdür – sonsuzluktur]. Evet Onun sahip olduğu muazzam güç ve prestijle, ulusunun Ona duyduğu sonsuz sevgisi ve güvenle O, istediği her taca – her tahta – her unvana sahip olabilirdi. Ancak O bunların hiç birini, ama hiç birini istememiştir. İşte ONUN BÜYÜKLÜĞÜ VE ASALETİ DE BURDAN GELMEKTEDİR.
Büyük Atatürk gayet mütevazi davranarak, “yüzyıllarca ezilen, bedbaht edilen, hırpalanan ve çağların çok gerisinde bırakılan” Türk Ulusuna BABALIK – HAMİLİK yapmayı tercih etmiştir; şöyle ki O, milletine hizmet etmeyi, onları eğitmeyi – bilmediklerini öğretmeyi, evlâtlarına (O, muhatap olduğu vatandaşlarına “çocuk” diye hitap edermiş, çünkü onların hepsini çocukları gibi görmüş…) güven duygusu vererek, “ben her şeyi başarabilirim – her zorluğun üstesinden gelirim, kendime güveniyorum” inancını aşılamayı, böylece ulusunu en ileri medeniyet seviyesine ulaştırmayı, ulusunun yüzünü güldürmeyi, sağlıklı, onurlu ve mutlu yaşatmayı yegane hedef edinmiştir.
Onun şu muhteşem ifadesini hiç aklımızdan çıkarmamız gerekir; “Ben insanları korkutarak – kırarak değil, gönüllerini fethederek, sevgiyle yönetmek isterim.” Aynen de dediği gibi yapmıştır. O, aynı bir BABA OTORİTESİYLE, BİR BABA SEVGİSİ VE ŞEFKATİYLE, AİLESİ OLAN TÜRK ULUSUNU YÖNETMİŞTİR.
Hatta O, sadece Türk Ulusunun gönlünü fethetmekle kalmamış, tüm dünya milletlerinin de gönüllerini fethetmiştir. Ve O gönüllerimizi öylesine fethetmiştir ki, kalplerimizde öylesine derin ve kutlu bir yer edinmiştir ki, sonsuza dek O kalplerimizde yaşamaya devam edecektir… Güneş doğdukça, dünya var olup, döndükçe, dünyada bilinen hiçbir kuvvet, evet hiçbir kuvvet Onu Türk Milletinin gönlünden söküp, çıkaramayacaktır. NE MUTLU BİZLERE Kİ ONUN ÇOCUKLARIYIZ.)

Sn. Cüneyt Arcayürek: (D: 1928 – Ö: 2015) “Atatürk’ten Sonra Bugünlere Nasıl Geldik?” adlı kitabından alıntılar.
“5 – 6 yaşlarındaydım öğretmen olan anneme sordum; “anne, Mustafa Kemal Paşa büyük müdür?” Annem hiç duraksamadan “Büyüklüğünü anlatmaya kelimeler yetmez oğlum…” der ve eklerdi “ Bir gün Onun büyüklüğünü anlayacaksın oğlum.”
Bir gün ben de Atatürk’ü gördüm ve uzattığı elini öptüm. Uzun parmaklı – pamuk gibi bir eldi. Başımı kaldırıp Atatürk’e bakamıyordum, öyle heybetli görünüyorduk ki…Yıllar sonra. Ben büyüdükçe, Atatürk’e, devrimlerine, emanet ettiği CUMHURİYETİMİZE sadık kalmanın, devrimlerini savunmanın, bizler için bir YAŞAM KOŞULU olduğunu anladım.
Atam’ın ölümünün üzerinden 69 yıl geçmişti… 2007 yılının Ekim ayında Çankaya’da bulunan Atatürk Müze Köşk’ünü gezdikten sonra, hatıra defterine şunları yazdım; “ATATÜRK’LE DOĞDUM, ATATÜRK’LE YAŞADIM, ATATÜRK’LE ÖLECEĞİM.”
Mustafa Kemal Paşa, ÇAĞDAŞ BİR DEVLETE KAVUŞABİLMENİN, BİRİNCİ KOŞULUNUN DİN VE DEVLET İŞLERİNİN BİRBİRİNDEN AYRILMASI OLDUĞUNU (LAİKLİK) BİLİYORDU. Çünkü Osmanlı Devleti’nin çöküşüne yol açan nedenlerin başında, bir din devleti olmanın geldiğini biliyordu.
(Aslında Osmanlı Devleti sadece görünüşte İslâm Hukukuyla – Kuran Esaslarıyla yönetilen bir devletti! Gerçek uygulamada ise öyle değildi! Aslında Osmanlılar, Kuran Hükümlerini, Allah’ın Emirlerini tamamen göz ardı edip, çiğnemekteydiler! Osmanlıların yönetim tahtında oturup, muhteşem saltanat sürebilmeleri, Müslüman Türklerin bu kritik gerçeği öğrenmemelerine bağlıydı. Onun içindir ki Osmanlılar, Türkleri sürekli baskı altında tutmuşlar, Türklerin anlamadıkları yabancı bir dili – Arapçayı – din, ibadet ve eğitim dili olarak onlara dayatarak, Kuran’ın anlamını – Allah’ın emirlerini Türklerden titizlikle gizlemişlerdir!
Osmanlı padişahları, ailelerine – haremlerine ve devlet yönetimine aldıkları gayrimüslim yabancılara (Grek, Sırp, Rus, Yahudi, Ermeni vs…) cariyelerine – eşlerine – nedimlerine, en üst devlet görevlerine atadıkları devşirme yöneticilerine, birer Türk /Arap adı takarak, “abraka darba – artık bunlar Müslüman oldular” diyerek; görkemli camiler, medreseler, imarethaneler, hanlar – tekkeler – dergahlar vs… yaptırarak; Cuma namazlarına törenle – şaşa ile giderek; din ile ilgili hurafeler-hadisler uydurarak, yani DİNDARMIŞ GİBİ YAPARAK, Türkleri “din maskesiyle” yüzyıllarca uyutmuş ve kandırmışlardır.
Şöyle ki, Osmanlılar, “padişahlar, Allah’ın yeryüzünde gölgesidir – onlar İslâm Halifesidir – kutsal kişilerdir, onlara sorgusuz sualsiz itaat edilmelidir vs…” telkinleriyle Türklerin beyinlerini yıkamış ve Türkleri kıskıvrak bağlayarak – esaretleri altına almışlardır.
Osmanlılar, Kuran’ın Türkçeye tercüme edilmesini – çoğaltılmasını – anlaşılmasını Türklere yasaklamışlar, kendilerince “haramlar, yasaklar ve cezalar” uydurmuşlar; hatta keyfi kararlarını / fermanlarını / emirlerini İslâm’a uygunmuş gibi göstermek ve meşrulaştırmak adına, kendi atadıkları, emirleri altındaki – sözde en yüksek dini otorite olan – şeyhülislamlara fetvalar çıkarttırmışlardır.
İstisna da olsa, Osmanlıların bu keyfi emirlerine, hilelerine ve dayatmalarına boyun eğmeyen – karşı çıkan, Kuran’ın tebliğ ettiği İslâm Dini’nin emrettiği gibi sadece ve sadece Allah’a kul olan – sadece ve sadece Allah’tan korkan değerli birkaç şeyhülislam elbette olmuştur, ancak onların da icabına bakılmıştır.
Maalesef ki aynı Osmanlı yöntemi – Arapça dayatması ve dinin siyasete alet edilmesi, 1938 sonrasında da, 80 yıldır uygulanmaktadır! Onun içindir ki 2020 Türkiye’sinde Müslüman Türklerin büyük çoğunluğu, iman ettikleri Allah’ın Kuran’da açıkça belirttiği emirlerini halâ bilmemekte ve bu emirleri hayatlarına uygulamamaktadır! Bazıları ise bildikleri halde uygulamamakta, yani – iki yüzlülük ve takiyye yapmaktadırlar! Namazdı, oruçtu, umreydi, hacdı diye tutturan, hatta bu konularda kıyametler koparan bu takiyyeci – sözde Müslümanlar, İslâm’ın özüne, Allah’ın emirlerine gelince, 80 yıldır bunları görmezden gelmektedirler!
Pek çok meziyet ve bilgisinin yanında, aynı zamanda muhteşem bir bilim insanı – muhteşem bir tarihçi de olan Büyük Atatürk, söz konusu bu tarihi gerçekleri gayet iyi bildiği için, hatta Osmanlıların son yıllarını bizzat yaşayıp, gözlemlediği için Türk Milletine Gerçek İslam’ı, onun tek ve yegane kaynağı Kuran’dan, Türklerin anladığı dilde – TÜRKÇE – öğreterek, bir daha milletin din kisvesiyle kandırılmasını kesinlikle ve kesinlikle önlemek istemiştir; hatta bunu sağlamak Onun en büyük hedeflerinden biri olmuştur.
Ancak Ondan sonra iktidara gelenlerin pek çoğu, bu kadar yaşamsal bir konuyu önemsememiş, hatta – aynı Osmanlıda olduğu gibi – din maskesi takarak dini ve halkın samimi inançlarını sömürenleri görmezlikten gelip, sırf daha fazla oy toplamak, iktidara gelip, saltanat sürebilmek adına Cumhuriyet ve Laiklik düşmanı gericilere hoşgörü gösterip onlara, LAİKLİK İLKESİYLE – ANAYASAMIZLA asla bağdaşmayan pek çok tavizler bile vermişlerdir! )
Atatürk, halkın saf dini duygularının nasıl sömürüldüğünü ve ülkenin din adamlarının etkisiyle gerçeklerden nasıl uzaklaştırıldığını özenle izlemiş, irdelemiş ve ulusu esenliğe kavuşturtmak için öncelikli olarak bir din devleti olmaktan kurtulmanın zorunlu olduğunu saptamıştı. Dinin siyasete alet edilmesindeki zararları gidermek için yapılması gereken, siyasetçilerin dini bir sömürü aracı gibi kullanmasını engelleyecek önemler almaktı. Öncelikle halkı uyandırmak ve İslâm Dininin gerçeklerini öğrenmesini sağlamak gerekiyordu.

MUSTAFA KEMAL, LAİK BİR DEVLETE GEÇEBİLMEK İÇİN ÖNCE HALKIN DİN KONUSUNDA TÜRKÇE BİLGİLENDİRİLMESİNİ ÖN KOŞUL OLARAK GÖRMÜŞTÜR.
(Aklın yolu birdir. Dünyada “dini inancının özünü, dini kaynak kitabında ne yazdığını – tanrısının emirlerini ve uyarılarını bilmeden” dinini yaşayan, hatta yabancı bir dilde, anlamadan- hissetmeden tanrısına dua eden hiçbir millet örneği yoktur! Türklerden başka!)
HALKIN DİNLE İLGİLİ OKUDUKLARI VEYA DİNLEDİKLERİ KENDİ ÖZ DİLİNDE, TÜRKÇE OLMAZSA VEYA ARAPÇA METNİN TÜRKÇE ANLAMI OLMAZSA, SİYASETTE DE, DEVLET YÖNETİMİNDE DE SAPKINLIKLARI AŞMAK OLANAKSIZDI.
Atatürk; “Biz, İslâm dinini, yüzyıllardan beri alışageldiği üzere siyaset vasıtası mevkiinden uzaklaştırmanın ve onu yüceltmenin gerekeli olduğu gerçeğini görüyoruz. Din bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünceye ve inanca karşı değiliz. Biz sadece din işleriyle, millet ve devlet işlerini birbirine karıştırmamaya çalışıyoruz. Kötü niyetli fiile dayanan bağnaz hareketlere asla meydan vermeyeceğiz” demiştir.
Gericilik, hiçbir zaman asıl amacından vazgeçmemiştir. Kimi zaman susmuştur, kuvvet görünce yeraltına girmiş ve saklanmıştır. Ancak gericilik bulduğu her fırsatta başını kaldırdı ve 1960’ların sonunda ve 1970’lerden itibaren yasal bir siyasal kurum olarak LÂİKLİĞİ kemirmeyi sürdürdü…
(1993’de rahmetli değerli araştırmacı gazeteci – büyük vatansever – büyük Atatürkçü Uğur Mumcu için her kentte yapılan dev yürüyüşlerde “Türkiye laiktir, laik kalacak” sloganları atılıyordu! Aradan 27 yıl geçti – ne oldu? Türkiye Laik kalabildi mi? Demek ki sadece bağırmak – söylemek – slogan atmak, ya da konferans vermek yeterli olmuyor! Oysaki Uğur Mumcu milletini defalarca bu hususta uyarmıştı, “Rabıta” adlı muazzam kitabında, dış güçlerle işbirliği yapan siyasilerden ve yobazlardan bahsetmiş, camiden çıkarken yobazların “İslâm devleti kurulacak elbet” çığlıklarına, “laikliğin, Cumhuriyetin, Türk Milletinin” düşmanlarına sürekli dikkat çekmişti! Hatta O, bu uğurda canından bile oldu. Kendisini en derin saygı ve minnet duygularıyla, rahmetle anıyorum.)
Bazı araştırmacılara göre, 1939 – 1950 arası dönemde Atatürk’ün çizgisinden vazgeçildi. Atatürk’ün son derece duyarlı olduğu “ULUSUN TAM BAĞIMSIZLIĞI İLKESİNE” aykırı ikili ve çok uluslu antlaşmalar yapıldı. Öyle ki bu antlaşmalar sayesinde ülkemizde Amerika yanlısı eğitim almamış üst düzey bir yönetici kalmadı! Türkiye, Amerika’nın vazgeçilmez müttefiki, hatta iktidarların yazgısını saptayan bir “dost” oldu!
Ben Adalet Partisi Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil’e Aybar’ın yazılı önergesine cevap verip vermeyeceğini sorduğumda, gülerek ve alaylı bir sesle, “Birader, Bakanlıkta adedi 55 olduğu söylenen İkili Antlaşmaların pek çoğu elimizde yok, Amerika’dan istedik gönderecekler. İnceledikten sonra gereken cevabı vereceğiz” dedi. Bu ACINACAK bir durumdu. Türkiye’nin son derece önemli konularıyla ilgili İkili Anlaşmalarının pek çoğunun metinleri Türkiye’de bulunmuyor, ancak bu ikili antlaşmaların tanıdığı olanaklarla Amerika, istediği hemen her alanda, Türkiye’de istediği her inceleme ve araştırmayı yapabiliyordu!
Türkiye, bu 55 İkili Antlaşmayı tek bir Antlaşmada – Metinde toplamak istedi, buna başta pentagon karşı çıktı, direndi, sonunda toplandı ama, ikili antlaşmalar varlığını sürdürmeye devam etti.
Amerika, Türk Milli Eğitimine de el atmıştı, binlerce Amerikalı Türk çocukları eğitmek ve kuşkusuz etkilemek için Türkiye’ye geldi. 1938 – 1950 devrinde iktidar olanların başlattığı ödünler süreci, 1950’ye gelindiğinde büyük oranda tamamlanmıştı!
Bu hususta yaşadığım bir olayı örnek vermek istiyorum: Hürriyet Gazetesinin patronu Haldun Simavi, bir yeniliğe daha imza atmak üzere gazetenin Ankara temsilci olan beni ABD Chicago’da üretilen rotatif ofset baskı makinesi ithal etmekle görevlendirdi. ABD’nin Chicago kentindeki bir şirket tarafından üretilen bu baskı makinesinin gazetemiz tarafından ithali ve döviz tahsisi için Türk Makamlarının bize izin vermesi gerekiyordu, ancak bunun için ÖNCE Amerika’nın (AID’in) onay vermesi gerektiriyordu!
Temsilcimiz Amerika’nın Cinnah Caddesinde (Ankara) bulunan AİD bürosuna gitti. Temsilci konunun Amerikan yetkilisiyle görüşmüş ve şu soru ile karşılaşmıştır; “Bu ofset baskı makinesiyle ne basacaksınız?” Gazete temsilcimiz, Patronumuz Haldun Simavi’nin daha önce bize tembihlediği üzere yetkiliye, “ABD ve Avrupa’da yayınlan çizgi romanlarını basıp, Türk halkına sunacağız” diye cevap vermiştir. AİD yetkilisi bu cevaba memnun olmuş ve şöyle demiştir; “Ben de gazete ve dergilerdeki çizgi serüvenlerini sever ve izlerim” diyerek onay vermiştir. Temsilcimiz, ancak bu onay belgesiyle Türk Makamlarından baskı makinesi için ithal için iznini ve dövizi alabilmiştir!
(Böyle yüz kızartıcı bir olay, ancak Hindistan, Pakistan, Hong Kong vs… gibi uzun yıllar İngilizlerin sömürge yönetimi altında kalmış, emperyalist batılılara boyun eğmiş – köleleşmiş, özgürlük nedir, bağımsızlık nedir, bunlardan tamamen bihaber olan insan kalabalıklarının yaşadıkları ülkelerde olan olaylardan biri olabilirdi!
Ama bu talihsiz – yüz kızartıcı olay “BAĞIMSIZLIK BENİM KARAKTERİMDİR; Türk Milleti esaret altında yaşacaksa ölsün, gitsin – yok olsun daha iyi; o halde parolamız Ya Özgürlük ya Ölümdür” diye dünyaya haykıran, dünyanın büyük hayranlığını, takdirini ve saygısını kazanan, hatta gelmiş – geçmiş en asil ve en kahraman Komutanlardan ve Devlet Adamlarından biri olarak tarihe geçen Büyük Atatürk’ün kurduğu T.C. Devletinde cereyan etmiştir! Bu tarihi gerçekleri bilmek ve “Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramımızı” içimize sinerek kutlamak, nasıl olacaktır? )

Prof. Çetin Yetkin, 1945 – 1950 Karşı Devrim Kitabında şunları yazmıştır; “Karşı devrim Atatürk’ün ölümüyle eş zamanlı olarak gündeme gelmiştir. Atatürk’ün bir çok eserini tersyüz eden, yıkan da İnönü’nün ta kendisidir. İmam Hatip okullarının, tekke ve zaviyelerin açılması ve okullara din derslerinin konulması gibi bir çok geriye dönüş İnönü zamanında gerçekleşmiştir.”
(Atatürk’ün, “Türk Milletinin menfaatleri ve güvenliği için tesis ettiği ilkelerine, devrimlerine – milli politikalarına ve bin bir emekle tesis ettiği VATANIN TAM BAĞIMSILIZĞINA” en ağır darbelerin vurulduğu, ABD ile, ABD’nin talepleri ve menfaatleri doğrultusunda, Türk tarafının hiçbir kaydı ve itirazı olmaksızın yapılan “İKİLİ ANTLAŞMALARIN” yapıldığı, Milli Eğitimimizin, yani Türk Milletinin geleceği Türk çocuklarının ve gençlerinin eğitim ve öğretiminin Amerikan elçisine teslim edildiği dönem, evet bunların hepsi de 12 yıl içerisinde 11 Kasım 1938 ile 1950 arasında vuku bulmuştur!
Bu tarihi gerçeklerin sayısız kanıtları ve belgeleri elbette vardır. Bizde o bilgi ve belgelere dayanarak konuşuyor ve yazıyoruz. Bazıları İnönü’ye sempati duyuyor diye, ya da babası – dedesi ondan nemalandı diye, tarihi gerçekleri gizlemek – örtbas etmek vicdan sahibi hiçbir insana yakışmaz, hatta bir bilim insanına hiç yakışmaz. O halde her Türk Vatandaş silkinip, kendine gelecek, tarihi gerçeklerle yüzleşecek, ezberlerini bozacak, kişileri ve olayları sorgulayacaktır. Şayet kandırılmak ve gaflet içinde uyutulmak istemiyorsa!)
Sn. Cüneyt Arcayürek’in son sözleriyle yazımızı bitiriyoruz:
“TÜRKİYE’NİN NEREYE GÖTÜRÜLMEK İSTENİLDİĞİNİ ANLAMAK VE BUGÜN GELİNEN NOKTANIN SORUMLULARINI ARAMAK GEREKİRSE, ŞÖYLE 1945’LERE VE ONDAN SONRAKİ YÖNETİMLERİN YAPTIKLARINA BAKMAK…YETER DE ARTAR BİLE. “
This entry was posted in ATATURK, CUMHURİYET - DEMOKRASİ - ÇAĞDAŞLIK, DEVRİM VE KARŞI DEVRİMLER, SİYASİ TARİH, TARİHE - AYDINLANMAYA - CUMHURİYETE NOT DÜŞENLER. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *