AKIL FİKİR YAZILARI * Virüs, kapitalizm, faşizm, yaşizm-1-2-3-4 * Faşizmin bir alt uygulaması olarak “YAŞİZM” Bu ayrımcılığın İngilizcedeki kavramsallaştırması ageism, Almancada ise Altersdiskriminierung *

BÖLÜM I

Virüs, kapitalizm, faşizm, yaşizm-1

İrfan Aktan iaktan@gazeteduvar.com.tr

Virüsün beraberinde getirdiği “ayrım”, sistemlere, toplumsala değdiği zaman da muhtemelen şimdiye kadar eşi-benzeri görülmemiş genişlikte, küresellikte bir yaşlı ayrımcılığına kapı aralıyor. Dünya genelinde, virüse karşı savaşta yaşlıların gözden çıkarılmasına varan çeşitli uygulamalara, Türkçede karşılığı olmadığı için izninizle “yaşizm” diyeceğim.

“Salgın saatinin akrebi uğursuzca geceyarısına yaklaşırken, ben yabancı bir tehdidin ya da atom canavarının insanlığı yok olmayla yüz yüze getirdiği 1950’lerin bilim kurgu romanlarını hatırlıyorum. Bilimciler alarm vermeye çalışırlarken, politikacılar tehlikeyi görmezden gelirler. (…) Şimdi de bizi, kapımızda gerçek -ve bilim kurgu romanlarındaki kadar korkunç- bir Canavar beklerken, vaktinde uyanabilecek miyiz?”

ABD’li yazar Mike Davis, bundan 15 yıl önce, 2005 yılında yayınlanan Kuş Gribi-Kapımızdaki Canavar isimli kitabını bu soruyla bitiriyordu.

Kitap boyunca dünyadaki eşitsizliğin, kapitalist sistemin, insan sağlığını değil kâr maksimizasyonunu önceledikleri için olası salgınlara karşı aşı araştırmalarından ziyade tekraren tüketilebilir ilaçların üretimine ağırlık veren ilaç şirketlerinin sağlığa yönelik korkunç yaklaşımını irdeleyen Davis, şu an dünyanın boğuştuğu korona virüsü tehdidine karşı da dolaylı olarak insanlığı uyarıyordu: “İnfluenza ekolojisinin uğursuz dairesini kapatan (…) negatif bir öğe daha söz konusudur: ekonomik küreselleşmenin ölçüsü ve etkisine denk düşen kapsamda bir uluslararası halk sağlığı sisteminin bulunmaması.”

Sahi ilaç/aşı üretiminden sağlık kurumlarına kadar, bu alanın tek tek rejimlerin biçimine bakılmaksızın, küresel bir kabul ve sorumlulukla ticaretin dışına çıkarılması talebi neden hiçbir zaman güçlü olamadı?

Soruyu ortaya yere bırakıp Davis’in Laurie Garret’ten yaptığı şu alıntıyla devam edelim: “Bir zamanlar ‘dünya sağlığının vicdanı’ olan Dünya Sağlık Örgütü 1990’larda yolunu kaybetti. Moralini kaybetmiş, yolsuzluk söylentileriyle kaynayan ve liderlikten yoksun örgüt sendeleyip bocalama sürecinde…”

TİTANİK’TEKİ TAHLİYE SANDALLARI

Halihazırda ABD’de görüldüğü üzere gelişmiş kapitalist devletler, herkes için erişilebilir bir sağlık sistemi kurmak yerine ilaç şirketleri lehine çalışırken, Davis’in naklettiği gibi “birçok Üçüncü Dünya ülkesi hükümeti, generallerinin dipsiz kuyuyu andıran yeni silah iştahları söz konusu olduğunda halk sağlığına ödenek ayırmaya pek niyetli gözükmemektedir.”

Davis’in bugünkü felaketin haberciliğini yapan analizinden yapılabilecek çok alıntı var ama kapitalizmin yarattığı sınıf hiyerarşisinde yangından, salgından, felaketten kimlerin nasıl etkileneceğine dair kuş gribi deneyimi üzerinden yaptığı benzetme, üstünden atlanılacak gibi değil: “Dünya halk sağlığı kaynakları, daha önceki HIV/AIDS felaketinde olduğu gibi kuş gribi tehlikesi karşısında da, Titanik’teki tahliye sandalları gibi örgütlenmişlerdir: Şirketin katı tutumu nedeniyle birinci sınıf yolcularının bir kısmı, hatta mürettebatının bir kısmı boğularak hayatını kaybedecektir; üçüncü sınıfta yolculuk eden yoksullarınsa tek bir cankurtaran sandalları bile olmayacak, bu yüzden hepsi buz gibi sularda yüzerek hayatlarını kurtarmaya çalışmaktan başka bir şansa sahip olamayacaklardır.”

Yine Davis’in, kitabının daha başında aktardığı gibi, “Hiç kimse kalabalık yığınlar adına yas tutmaz ya da bir soyutlamanın karanlık yönleriyle ilgilenmez. Bazı toplumsal hayvanlardan farklı olarak insanların kolektif bir keder güdüsü ya da hemcins türlerimizin yok edilmesi karşısında otomatik olarak harekete geçen bir biyolojik dayanışması yoktur. Aksine, en kötü halimizle veba salgınları, tsunamiler, katliamlar, soykırımlar ve yakın yıkılan gökdelenler, bizlere ahlâksız ve çoğu zaman hoş bir yücelik duygusu verir. Bir felaket karşısında kedere kapılmak için öncelikle onu kişiselleştirmemiz gerekir.”

VAHŞİ KAPİTALİZMİN ‘GEREKSİZLERİ’ ELEME VİRÜSÜ

Dolayısıyla bir felaketin sonuçlarının insanlığın ortak kederine dönüşebilmesi için, kaderin de ortak olması gerekiyor. Oysa korona virüsü salgınının insanı ortak bir kaderde buluşturmadığı, dolayısıyla virüsün ortak düşman olmadığı yavaş yavaş anlaşılıyor. Çünkü virüs, daha sonra tartışacağımız üzere sadece belli bir kesimi, esas olarak da yoksul, korunaksız yaşlıları vuruyor.

Virüsün beraberinde getirdiği bu “ayrım”, sistemlere, toplumsala değdiği zaman da muhtemelen şimdiye kadar eşi-benzeri görülmemiş genişlikte, küresellikte bir yaşlı ayrımcılığına kapı aralıyor. Dünya genelinde, virüse karşı savaşta yaşlıların gözden çıkarılmasına varan çeşitli uygulamalara, (İspanya’daki bir bakımevinde terk edildikleri için daha sonra yataklarında ölü bulunan yaşlılar) Türkçede karşılığı olmadığı için izninizle “yaşizm” diyeceğim. Bu ayrımcılığın İngilizcedeki kavramsallaştırması ageism, Almancada ise Altersdiskriminierung imiş. (yaşından dolayı ayrımcılığa uğramak).

Anlaşılan her meselede olduğu gibi bunda da ayıbı örterek “ilerlenmiş”, “bizde yaşlıların eli öpülür, onlara hürmet edilir” yalanıyla yola devam edilmiş olduğu için, Türkçede “yaşizm” gibi bir kavramsallaştırmaya ihtiyaç duyulmamış. Oysa kavramı olmasa da bu ayrımcılık hem çocuklara hem yaşlılara karşı hep vardı ve korona virüsü sayesinde en çıplak haliyle görünür oldu. Üstelik dünya ölçeğinde…


BÖLÜM II

Virüs, kapitalizm, faşizm, yaşizm-2


Birinci Dünya Savaşı sonrası yaşanan toplumsal kaygı üzerinden yükselen, daha doğrusu Almanlar tarafından yükseltilen Adolf Hitler’in, şu günlerde korona virüsünün yaptığıyla da örtüşen bir vahşet politikası vardı.

Korona virüsü salgınını, insanlığın yaşlıları, “gereksizleri”, “işe yaramazları”, “üremeyenleri”, “üretemeyenleri” sırtından atma vesilesine, bahanesine dönüştürmek isteyenler var. Az gelişmiş ülkeleri bırakın, ABD’den İngiltere’ye, İtalya’dan İspanya’ya kadar çok sayıda güçlü devlet bile, zamanında yeterli tedbirleri almayarak, kapitalist çarkı kısa bir süreliğine dâhi durdurmanın maliyetine katlanmayarak insanların bir kısmını “feda” ediyor.

Teksas Vali Yardımcısı Dan Patrick, güya kendisini de katarak, “Yaşlılar ölmeye hazır, bütün ülkeyi feda etmeyelim” diyerek kapitalizm uğruna gerekirse yaşlıların gözden çıkarılabileceğini en açık ima eden kişilerden biriydi. Sağcı liderlerin neredeyse tamamı bilimin işaret ettiği yola direksiyon kırmamak için direndi, direniyor. Çünkü o yol, insan hayatı yerine kısa vadeli kârı feda etmeyi gerektiriyor. Oysa yediğiyle acıkan kapitalizm açısından insani bedeli ne olursa olsun, “durmak yok, yola devam.”

Devam edilmek istenen bu yolda vücut direnci düşük, sağlık sistemine erişimi zor, çoğunluğu yoksul yaşlılara yer yok.

FELAKETE DÜŞEN FAŞİZME SARILABİLİR

1918’de ABD’de başlayıp dünyaya yayılan ve sadece bir buçuk yıl içinde 50 milyonu aşkın insanı öldüren İspanyol gribi, korona virüsünden farklı olarak yaşlıları değil, gençleri vurmuştu. (Salgına İspanyol gribi denmesinin nedeni, hastalığın İspanya’dan çıkması değildi. Hastalık ABD’de çıkmıştı ama o dönemin otoriter rejimleri bu konuda yazılıp-çizilmesini yasakladıkları için, salgına karşı sansürün devreye konmadığı tek ülke olan İspanya’da mesele tartışıldı ve hastalık bu ülkeyle anılır oldu.)

Birinci Dünya Savaşı’nın sürdürülemez hale gelmesinde önemli bir etkenin, İspanyol gribinin gençleri vurması olduğu söylenir. Zira salgın ordulara sıçramış ve sayısız asker, birbirlerini yok edemeden, grip tarafından öldürülmüştü.

Peki sonrasında nasıl oldu da insanlık, Birinci Dünya Savaşı ve onu takip ederek milyonlarca insanın daha hayatını kaybetmesine yol açan İspanyol gribi deneyimiyle mutlak bir barış ve tüm insanlığı kapsayacak geniş bir halk sağlığı sisteminde ortaklaşamadı?

2004 tarihinde yayınladığı Kaygı Üzerine isimli kitabında Renata Salecl, savaş ve salgın hastalıklar sırasında artan kaygının, toplumları otoriter iktidarlara sarılmaya ittiğini tarihsel örneklere yaslanarak aktarıyor.

Salecl, Birinci Dünya Savaşı’ndaki “askeri krizin” daha sonra yerini ekonomik ve “zihinsel” krize bıraktığını, bunun da toplumsal kaygıyı beslediğini vurguluyor ve şöyle devam ediyor: “Âdemoğlu handiyse yapayalnız kalmıştı, zira Tanrı’ya olan inancını kaybetmişti. Gelgelelim bilime, ilerlemeye ve akla inancın kaybolması da bir o kadar önemli olmuştu. Avrupa’nın da ölümü gibiydi bu. Ne var ki kaygı zamanları Avrupa’da yeni totaliter liderlere yer açmıştı. İtalyan faşizmi ve Almanya’da Hitler’in iktidara gelişi, kaygı çağına çözüm bulma girişimleriydi. Öte yandan uyguladıkları politikalar ikinci kaygı çağının doğmasına katkıda bulunmuştu. Nitekim İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, bir kez daha, bilhassa Yahudi Soykırımı ve Hiroşima deneyimiyle yoğunlaşan bir kaygı çağına girilmişti. Bir kez daha, görülmedik gaddarlıkta bir şiddete yol açan kitle imha silahları, savaş bittikten sonra ortaya çıkan kaygı duygusunu tırmandırmıştı. (…) Tabii ki en son kaygı çağı, 1990’larda en zalim şiddet biçimlerine tanıklık etmiş olmamızla ve son birkaç yıldır yirminci yüzyılın yeni savaşları ve şerleriyle -terörist saldırı ve ölümcül virüs kullanımı tehdidiyle- meşgul oluşumuzla ilgilidir…”

Birinci Dünya Savaşı sonrası yaşanan toplumsal kaygı üzerinden yükselen, daha doğrusu Almanlar tarafından yükseltilen Adolf Hitler’in, şu günlerde korona virüsünün yaptığıyla da örtüşen bir vahşet politikası vardı.

Hitler’in “ari ırk” hedefi sadece Yahudileri, eşcinselleri, çingeneleri değil, aynı zamanda sakatları, “işe yaramaz” yaşlıları da yok etmeye odaklıydı. Eylül 1939’da devreye konan politikaya göre hastalar, sakatlar, “işe yaramazlar”, doktorlar tarafından tedavi edilmeyerek, aç bırakılarak ölüme terk edilecekti. Büyük tepkiler sonrası rafa kaldırıldığı söylense de, Nazilerin bu politikayı 1945 yılına kadar sürdürdüğü ve 200 bine yakın engelliyi bu şekilde öldürdüğü söylenir.

Bu açıdan bakıldığında, Birinci Dünya Savaşı sonrası Almanya’da oluşan kitlesel kaygının yücelttiği Nazizmin, kapitalizmle uyumlu bir vahşet uyguladığı ve “gereksiz yük” olarak görülen sakatları, “işe yaramazları” da hedef aldığı görülüyor.

Korona virüsü de kapitalizmin artık sömüremediklerini, kâr elde edemediklerini, yoksullaştırarak bağışıklık sistemlerinin zayıflamasına yol açtıklarını aramızdan alıyor. Teksas Vali Yardımcısı Dan Patrick’in açıktan söylediğini dünya liderleri zaten kabullenmiş görünüyor.

Bakın, dünyanın en zengin ülkesi olan ABD’nin Los Angeles kentinde, korona virüsü teşhisi konan ama sigortası olmadığı için evine yollanan 17 yaşındaki bir genç, hayatını kaybetmiş.

O halde karşımızdaki esas düşman virüsten ziyade kapitalizm. Üstelik vahşi kapitalizmin, virüsü işlevsel bir silaha dönüştürmesi son derece olası: Faşizmin bir alt uygulaması olarak yaşizm.

İtalyan doktorların, yoğun bakım ünitelerinde hangi hastayı gözden çıkarabilecekleri konusundaki mecburi tercih sırasında yaptıkları da bu kapsamda. Düşünsenize, korona virüsünden yoğun bakımda tutulan iki hasta ama tek bir solunum cihazı var. Sağlık personeli bir tercih yapmak zorunda ve bunun da kriteri yaş. İhtiyarın ağzındaki solunum cihazını alıp gence takıyorlar… Bu, ne yazık ki evrensel bir ahlaki sorunsal olarak karşımızda duruyor.

Genci yaşlıya tercih eden aslında doktorlar değil, böylesi bir salgının her an kapımızı çalabileceğine ilişkin güçlü delil ve emarelere rağmen olağanüstü dönemde devreye girecek şekilde acil durum sistemi inşa etmeyi fazladan maliyet olarak gören kapitalizmin kendisi. Silaha, savaşa, şatafata, tüketime ayrılan payın yüzde biri sağlığa ayrılsa, insanların plastikten farkı olmayan ucuz tüketim maddeleriyle değil sağlıklı gıdayla beslenmesi sağlansa, önleyici aşı araştırmalarına ağırlık verilse, muhtemelen İtalyan doktorlar yaşlının solunum cihazını söküp gence takmak gibi travmatik, korkunç bir tercihi yapmak zorunda kalmayacaklardı.


Dağların büyükannesi: Yama-Uba (La abuela de las montañas: Yama-Uba)

BÖLÜM III

Virüs, kapitalizm, faşizm, yaşizm – 3


Ayrıcalıklı sınıflar daha fazla yiyebilsin, yediğiyle acıkan kapitalistler daha fazla tüketebilsin diye yaşlılar sistem dışına, yahut Narayama’da olduğu gibi dağ başında, korona virüsünün pençesine terk edilmek üzere.

Böylece aşının bulunmasını bekleyerek zaman kaybedilmeyecek, sürü bağışıklığı sağlanacak, “dayanıklı” genç işçi-köleler fabrikaları dolduracak, kapitalist çark durmaksızın dönebilecek.

Sağlık Bakanı’nın, virüs vak’alarına ilişkin istatistikler paylaşırken, ölenlerin şehrini sır gibi saklayıp yaşlarına ısrarla vurgu yapmasıyla, daha sonra İçişleri Bakanlığı’nın 65 yaş üstü yurttaşlara sokağa çıkma “sınırlandırması” getirmesiyle, yaşlılara yönelik saldırganlık bir nevi meşrulaştı ve korona virüsü ile “yaşistlerin” ittifakı hızla sokağa taşındı.

Sokak serserileri yaşlıların önünü kesip tehditler savuruyor. “Bu seferlik seni affediyoruz” denilerek korkutulan, kafasına kolonya dökülüp alay edilen, binmesine müsaade edilmediği için toplu taşıma aracının önüne yatan, sadece yaşlı olduğu için bir polisin sözlü şiddetine maruz kalan, dışlanan, horlanan, virüsün hedefiyken kaynağı olarak lanse edilmeye çalışılan yaşlılar sadece hastalıktan, “yaşist” politikalardan ve bahse konu saldırganlıktan korktukları için içeride.

Bu iş üç-beş sokak serserisinin, “terbiyesizin” veya İçişleri Bakanı’nın ifade ettiğinin aksine “etkileşim hastasının” işi değil.

Bu, yeryüzü kaynaklarının paylaşımı mücadelesinde, sınıflar arası savaşın ötesinde, artık yaşlar arası bir gerilim noktasının da yeni halkası. Bu anlamda yaşizmi, kapitalizmin bir virüsü olarak okumak mümkün. Türkiye örneğinde ise durum biraz daha ilkel saldırganlığı andırıyor. Meseleyi idrak edecek tefekkür yeteneğinden yoksun, “devletine-milletine bağlı” güruh, dün Çinli sandıkları herhangi bir uzak Asyalıya, bir mülteciye, bir Kürde, bir “vatan hainine” yaptığını şimdi dedelerine yapıyor.

Elbette iktidarın vak’a sayılarını aktarırken ısrarla yaşlıları vurgularken aslında hitap ettiği “kod” bu değil. Başka.

YAŞLILARI ÖLÜME TERK: NARAYAMA TÜRKÜSÜ

Yaşizmin tarihsel bir arkaplanı var. Mazisi nereye kadar uzanıyor, bilemiyoruz. Fakat 19. yüzyıl Japonya’sındaki Ubasuteyama geleneği fikir verici olabilir. Shichirô Fukazawa’nın 1956 yılında yazdığı Narayama isimli romanı, daha sonra 1958 ve 1983 yılında iki ayrı filmin konusu oldu. Bizler daha çok Keisuke Kinoshita’nın yönettiği 1983 yapımı “Narayama Türküsü” filmini biliyoruz. Kıtlığın hâkim olduğu 19. yüzyıl Japonya’sının uzak bir dağ köyünde geçen hikâyede insanlar 70 yaşına geldiklerinde, aileye daha fazla yük olmamaları için yüksek bir dağın tepesine götürülüp ölüme terk edilirler. Yaşlıların çoğu bu kadere razı olmak durumundalar, zira gençliklerinde kendileri de anne-babalarını götürüp o dağa bırakmışlardır. Kaderine razı olmayan yaşlıların elden ayaktan düşmediklerini kanıtlamak için “gençlik rolü” oynamaları da sonucu değiştirmez. Zira kıt kaynaklardan dolayı nüfus sabit tutulmalıdır!

Peki halihazırda dünya, Narayama Türküsü’ndeki gibi, gerçekten de yaşlıları sırtında taşımayacak kadar kıt kaynaklara mı sahip?

Bu soruya “evet” yanıtı verenler, kapitalizmden ve dolayısıyla korona virüsünden yana saf tutmuş sayılır. Zira dünyanın kıt kaynakları, insanları doyurmaya fazlasıyla yetiyor. Fakat ayrıcalıklı sınıflar daha fazla yiyebilsin, yediğiyle acıkan kapitalistler daha fazla tüketebilsin diye yaşlılar sistem dışına, yahut Narayama’da olduğu gibi dağ başında, korona virüsünün pençesine terk edilmek üzere.

Böylece aşının bulunmasını bekleyerek zaman kaybedilmeyecek, sürü bağışıklığı sağlanacak, “dayanıklı” genç işçi-köleler fabrikaları dolduracak, kapitalist çark durmaksızın dönebilecek.

Bu sene Parazit filmiyle Oscar alan Güney Koreli yönetmen Bong Joon-ho’nun 2013 yapımı Snowpiercer filmindeki tren gibi… Filmde, dünya buzul çağına dönmüş, hayatta kalan insanlar ise Snowpiercer adında, “olağanüstü tasarımlı” ve hiç durmayan bir trende yaşıyorlar. Fakat katı eşitsiz koşullarda! Film, trenin en arka kompartımanında yaşayan yoksulların, insani şartlarda yaşamak için öne doğru gidiş mücadelesini, bu esnada acımasızca katledilişlerini ve ilerledikçe gördükleri olağanüstü şatafatı, ayrıcalığı anlatıyor.

Alttakiler, daha doğrusu arkadakiler, ileriye gitmelerinin her şeyi mahvedeceğine inandırılmak isteniyor. “Yaşıyorsunuz işte, daha ne istiyorsunuz?”


BÖLÜM IV

Virüs, kapitalizm, faşizm, yaşizm-4

Her halükarda korona virüsü vesilesiyle milyarlarca insanın içine düştüğü mevcut korku ve kaygı, tek tek devletleri değil, muhtemelen tüm dünya sistemini geri dönülmez bir biçimde etkileyecek, hatta belki de yeniden belirleyecek, düzenleyecek. Bu açıdan bakıldığında korona virüsü sadece bir vesile.

“Savaştayız, paniğe kapılmayın, güçlü olun” dedi, 16 Mart tarihli konuşmasında, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron.

Evet çözüm varsa panik anlamsızdır. Peki ya çözüm yoksa? O zaman panik devrimci bir potansiyel de taşıyabilir. Hiçbir çaresi olmayan insandan panik yapmamasını istemek, durumu kabullenmesini, refleks göstermemesini istemektir ve bu istek de çoğunlukla iktidarlara özgüdür.

Bununla birlikte, Macron’un da dediği gibi, gerçekten de bir savaştayız. Ama bu savaşın bir cephesinde korona virüsü, diğerinde de “insanlık” yok. Meseleye virüsün gözünden baktığımızda, karşı cephenin vaziyetini idrak etmek daha kolay. Virüsün karşısındaki “düşman” tüm insanlık mı, insanlığın bir kısmı mı, hatta insan mı?

Korona virüsü, korkulanın aksine üzere mutasyona uğramazsa insanlığın bir kısmını, yeni nesli, çocukları kısmen “pas” geçiyor. Hasta ediyor ama istisnai hallerde öldürüyor. Özellikle 40 yaşına kadarki nesil içinden kronik hastalığı olmayan, sağlıklı, sınıfsal konumu sayesinde iyi beslenmiş ve vücudu dayanıklı gençler çoğunlukla yatağa düşmüyor ama kendilerinden zayıf ve yaşlıları enfekte ettiği zaman yatağa düşürüyor, hatta öldürüyor.

O halde korona virüsünün şimdilik “insanlık düşmanı” değil, belli gruptaki insanların düşmanı olduğunu kabul edebiliriz.

Virüsün hedef aldığı yaş grupları da aynı kaderi paylaşmıyor. Kronik hastalık, sağlığa erişim olanakları, sağlıklı beslenmiş olmak ve en önemlisi de “karantina” sürecinde dışarıda çalışmama ayrıcalığına sahip olanlar, avantajlı grup. O halde korona virüsü çocuk ve gençleri kısmen “pas” geçtiği gibi, “avantajlı” erişkinlerin de bağışıklık sistemini ve diğer korunma kalkanlarını kolay kolay delemiyor.

Kronik hastalığı olan yaşlıların da önemli bir kısmının gençliklerinde çalışma koşulları, kötü beslenme, kötü yaşam standartları mağduru olduğunu unutmayalım.

Hastalığın pas geçmediği bir kesim de “cahiller.” Tedbir almayı gereksiz gören milyonlarca insan var. Türkiye, İran bunun örnekleriyle dolu. İtalya’da da hakeza. Fakat cehalet de, çoğunlukla eğitim olanaklarına erişememişlerin, otoriter rejimlerin baskısı, kapitalist sistemlerin manipülasyonu altında sorgulama kabiliyetini büyük ölçüde yitirenlerin mağduriyetidir.

Kendisine korona virüsü teşhisi konan İran Sağlık Bakanı Yardımcısı İraj Harirçi, virüsün “demokratik” olduğunu ve “yoksul-zengin ayrımı yapmadığını” söylemişti.

Milyonlarca yoksulun hayatını hiçe sayan İran teokratik rejimini daha iyi “aklayan” bir söz olamazdı! Kendisi hastalığa yakalanmış ve “bakın, ben de yakalandığıma göre demokratik bir virüs” diyor.

Oysa İran’ın ayrıcalıklı sınıfı kendini büyük ölçüde muhafaza ederken, günlük yevmiyeyle geçinen, yahut dini motivasyonla korunmayı gereksiz bulan milyonlarca İranlı, mayınlı tarlada sahipsiz ve “yürümeye” zorlandı, zorlanıyor.

Aynı sonuç, farklı bir yaklaşımla İngiltere’de, ABD’de, İtalya’da, Türkiye’de ve daha pek çok ülkede yaşandı, yaşanıyor.

ALT SINIFLARIN KOKUSUNA KARŞI KOLONYA!

Türkiye’de olduğu üzere ayrıcalıklılar ve onların muhafızı, müttefiği olan iktidar sosyal mesafelenmeye dikkat çekerken, sınıfsal mesafelenmeyi de muhafaza etmeye özen gösteriyor: Şirketler kurtarılacak, halka da hak ettiği üzere kolonya dağıtılacak. Alt sınıfların açlıktan kaynaklı ağız kokusu egemenleri rahatsız etmesin diye kolonya, evet.

Türkiye’nin bu yaklaşımının maliyetini görmemiz çok kolay olmayacak. Zira tek sesli bir medya dolayısıyla, kaç insanın heba olduğunu büyük olasılıkla hiçbir zaman tam olarak bilemeyeceğiz. Otoriter rejimler böylesi günler için var işte. Sermaye, iktidarı böylesi kara günler için ayakta tutmuşken, şimdi de sermayeyi ayakta tutma işi iktidarda. Kazan-kazan modeli bu.

AKP dışındaki Türkiye siyaseti ise yakın zamana kadar meselenin ciddiyetini idrak edebilmiş değil. Muhalefet, bugün bile ezberlenmiş yöntemlerle, ezbere söylem ve nutuklarla, klasik salon toplantılarıyla, üzerine etraflıca düşünülmemiş “fikirlerle” yoluna devam edeceği günleri sabırsızlıkla bekliyor.

VİRÜS GÜNLERİNDE MUHALEFET: YÜZÜNE FENER TUTULMUŞ TAVŞAN

İktidar sermaye lehine tarafını ilan ederken, muhalefet tam olarak meseleye nereden gireceğini kestiremiyor, bir Twitter kullanıcısının ifadesiyle “yüzüne fener tutulmuş tavşan gibi” olduğu yerde kalakalıyor.

Oysa korona virüsü vesilesiyle insanlık açısından bir çağ kapanıp yeni bir çağ açılıyor. Bu yeni çağa ayak uyduramayan siyasetlerin de, “kurtarmayı” vaat ettikleri kesimlerin de işi çok zor.

Çünkü halihazırda bildiğimiz dünyanın sonunu seyrederken, aynı zamanda yeni dünyanın kuruluş hazırlıkları da yapılıyor. Dünya ölçeğinde muhalif hareketler virüs mağdurlarının canının derdindeyken, otoriter rejimlerin, gelişmiş kapitalist güçlerin yeni dünyaya dair tasarımları ihmal ettiğini düşünmek, hele hele hiçbir mücadeleye gerek olmadan, korona virüsünün görünür kıldığı tablo sayesinde kapitalizmin ve iştirakçilerinin berhava olacağını beklemek, giyotinin altına kafa uzatmaktan farksız.

VİRÜS ÇAĞI

İçinde olduğumuz binyıl, ABD’deki 11 Eylül saldırılarıyla başlamış ve iktidarlara nerede olursa olsun “tehlike” fark edildiği anda “teröre karşı”’ insan haklarını, hukuku, her türlü bağlayıcı kaideyi rafa kaldırılarak “müdahale” etme fırsatı yaratmıştı. 11 Eylül’ü “yeni çağın başlangıcı” olarak yorumlayanlar, belli ki bugünleri öngörememişti. Oysa yeni çağın 11 Eylül’le değil, yakın tarihli pek çok salgından da daha büyük etkiler yaratan korona virüsüyle başladığı görülüyor.

İnsanlığın giderek “ölümsüzlüğü” tartışmaya başladığı bir çağda meydana gelen 11 Eylül saldırıları, bir anda bu “ütopyayı” ikiz kulelerle birlikte erteletmişti. Koronavirüs ise bunu büyük ölçüde yerle yeksan etmişe benziyor. Tabii virüs, “ari”, salgınlara karşı belki doğuştan bağışıklığı olan yeni bir nesil “üretim” hayalini de tetikleyebilir ama bu, büyük ve ayrıcalıksız kitlelerin değil, yine egemen seçkinlerin, kapitalist baronların hülyası olarak paralel evrende sürecek.

Her halükarda korona virüsü vesilesiyle milyarlarca insanın içine düştüğü mevcut korku ve kaygı, tek tek devletleri değil, muhtemelen tüm dünya sistemini geri dönülmez bir biçimde etkileyecek, hatta belki de yeniden belirleyecek, düzenleyecek.

Bu açıdan bakıldığında korona virüsü sadece bir vesile.

KORONADAN SONRA İYİ BİR DÜNYA KURULABİLİR Mİ?

Geçen haftaki söyleşimizde Doç. Dr. Evren Balta’nın da söylediği gibi: “Korona virüsünün yaşlıları, bağışıklık sistemi zayıf olanları, hastaları veya sağlık sistemine erişimi olmayan alt sınıfları yıkıma uğratması sadece bu virüsün özelliği değil, bu aynı zamanda insan eliyle yarattığımız toplumsal eşitsizliklerin dışavurumu. Bu virüs hepimize dokunuyor ama hepimizi aynı şekilde öldürmüyor, aynı şekilde etkilemiyor!”

Yani aynı kaderi paylaşmıyoruz. Virüs herkesi kaygılandırıyor ama herkese dokunmuyor. Korona virüsü ortak düşman değil, düşmanı görünür kılan bir tehdit.

Macron, “karşımızda bir düşman var ama görmüyoruz” diyordu. Haklı. Tıpkı ezilenlerin, kölelik koşullarında çalıştırılanların, “işe yaramazların” da karşılarındaki düşmanı idrak edememeleri, gözlerinin önündeki esas virüsü görememeleri gibi. Korona virüsünden sonra iyi bir dünya kurulması, ezilenlerin bu farkındalığa sahip olup olmamalarına bağlı olacak.

SON


KAYNAK
https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2020/03/31/virus-kapitalizm-fasizm-yasizm-1/
https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2020/04/01/virus-kapitalizm-fasizm-yasizm-2/
https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2020/04/02/virus-kapitalizm-fasizm-yasizm-3/
https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2020/04/03/virus-kapitalizm-fasizm-yasizm-4/
This entry was posted in AKIL FİKİR YAZILARI, FAŞİZM, Saglik. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *