ANKARA’YA GELİŞİNİN YILDÖNÜMÜNDE MUSTAFA KEMAL’İN 100 YIL ÖNCE YAPTIĞI UYARI VE “SURİYE-LİBYA SAVAŞLARINA BULAŞMA”, “KANAL İSTANBUL PROJESİ” GİBİ BASKICILIK DAYATMALARI KARŞISINDAKİ YAŞAMSAL ÖNEMİ!

Prof. Dr. Özer OZANKAYA / / 28.12.2019
ADD Kurucu Üyesi ve 4. Genel Başkanı

100 yıl önce, 27 Aralık 1919 günü, Mustafa Kemal, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni açıp Kurtuluş Savaşını yöneteceği Ankara’ya varışından bir-iki gün sonra, kentin önde gelenlerine verdiği bir konferansta, güçlü bir ulus, güçlü bir devlet olabilmenin iki temel koşuluna değiniyor, bunlardan yoksunluğun yol açmakta olduğu yıkımlara işaret ediyordu: bunlardan birisi LAİK BİR DEVLET VE TOPLUM DÜZENİ kurmayı, ötekisi ise İLERİ BİLİM VE TEKNOLOJİYE DAYALI GELİŞKİN BİR EKONOMİ VE BAYINDIR BİR ÜLKE yaratmayı gerektiren koşullardı.

Mustafa Kemal’in üzerinde önemle durduğu bu iki temel koşul, yetmiş yıldanberi bilgisiz, öngörüsüz ve bencil siyaset adamları yüzünden ve onları kullanan sömürgeci Batı’nın da etkin katkısıyla yeniden BAŞ SORUNLARIMIZ olmağa başlamıştır.

Yurdumuzda özgür, bağımsız ve gönenç içinde yaşayabilmenin zorunlu gerekleri olan bu koşulları Mustafa Kemal, o konferansta açık sözlülükle şöyle dile getirmişti:

“Yabancılar kendi ekonomik ve siyasal çıkarları için, aleyhimize icad ettikleri iki düşünceyi yürütmeğe başladılar:

Bunlardan biri, sözde, ulusumuzun müslüman olmayan ögeleri eşitlik ve adalet ilkesine göre yönetme yeteneğinde olmadığı; ikincisi de sözde, ulusumuz tümüyle yeteneksiz olduğundan, bahçe halinde girdiği yerleri yıkıntı yerine çevirdiği.

Birincisi ile ulusa kıyıcılık suçlamasında bulunuyorlar, ikincisiyle yeteneksizlik. Eğer bu iki düşünce gerçekten doğru olsaydı, ulusumuzun bağımsız yaşamaya hakkı olduğu öne sürülemezdi.

Gerçekten kıyıcılık uygarlıkla bağdaşmaz.
Yeteneksizlik de bağışlanacak bir şey olamaz.

Çünkü uluslar ellerinde bulundurdukları toprakların gerçek sahibi olmakla birlikte, insanlığın vekilleri olarak da o topraklarda bulunurlar. O toprakların zenginlik kaynaklarından hem kendileri yararlanır ve dolayısıyla bütün insanlığı yararlandırmakla yükümlüdürler. Bu ilkeye göre buna yetenekli olmayan ulusların varlık ve özgürlük hakkına sahip olmamaları gerekir.”

“Efendiler, hiçbir ulus yabancı ögelerin inanç ve âdetlerine milletimizden daha çok saygılı olmamıştır. Dahası, denilebilir ki başka din sahiplerinin dinine ve ulusluğuna saygı gösteren tek ulus bizim ulusumuzdur.

“..Aleyhimize yürütülen bu düşünceler yanlıştır; bu gerçeği tarih de mantık da ortaya koymaktadır.

” Efendiler, ulusal örgütümüzün bugün izlediği amaç yurdu bölünmekten ve ulusu tutsak olmaktan kurtarmaya yöneliktir. İnşallah yakın zamanda bu amacı elde ederek üstlendiği yurt görevini yerine getirecektir.

“Ama görevini bitirmiş olacak mıdır?

“Bence bundan sonra da yurt ve ulusa karşı pek önemli görevimiz vardır:

Kısaca söylersek, iç işlerimizi düzeltip uygar uluslar arasında etkin bir öge olabileceğimizi eylemli olarak kanıtlamak gerekir.

Bu amaca ulaşabilmek için siyasal çabadan çok toplumsal çabaya gerek vardır.”

Türk ulusu, Mustafa Kemal’in önderliğinde 15 yıl gibi kısa bir zaman içinde, bu topraklara bir daha hiçbir gücün yerinden kıpırdatamayacağı biçimde kök salmamızı sağlayacak demokratik, laik ve çağdaş ölçülere dayalı devlet, aile, eğitim, ekonomi düzeni kurmaya koyulmuş, bilim, sanat, ahlak ve felsefeyi özgür kılarak gelişme olanağına kavuşturmuş, böylece sömürgecilerin her iki suçlamasının da birer kara-çalma olduğunu kanıtlamış, bize dünyanın en saygın ulusları ve devletleri arasında yer sağlamayı başarmıştı. Tümüyle Türk ve İslam ülkelerinin de bağımsızlık, özgürlük ve gönence ulaşmasının bu yola girmelerine bağlı olduğunu göstermişti.

Yetmiş yıllık baltalamalara karşın bugün Türk ulusunun ve Türkiye Cumhuriyeti Devletinin tüm saygınlık ve gücünü, Atatürk’ün bu on beş yılda kurduğu laik, yani demokratik siyasal, hukuksal, toplumsal, eğitsel ve kültürel kurumlara, “yurt ve dünyada barış” ilkesine ve tam bağımsızlığa dayalı dış politikaya, her biri gerçek büyük yatırımlar olan ve fakat son yirmi yılda acımasızca kelepir gibi satılıp üretim dışına atılan sanayi, tarım ve ticaret kuruluşlarına borçluyuz.

Ne acıdır ki, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki siyasal yöneticilerin önemli bölümü, Türk ulusunun ve devletinin saygınlık ve gücüne bir şey eklemek şöyle dursun, laik yani demokratik yönetimde, bilimsel eğitimde, sanayileşmeye dayalı ekonomide .. onu zayıflatmaya, çökertmeğe yönelik iç ve dış saldırıları önleyebilmiş değildirler; bir bölümü ise –son yıllarda örnekleri daha da sık görüldüğü üzere- ulusun birliğine ve ülkenin bütünlüğüne yönelik bu saldırıları yapan ve/ya da destekleyen kimselerdir.

Bu siyasal yöneticilerin çoğu Atatürk’ün sergilediği tarih ve toplum bilincinden, özgürlük, bağımsızlık ve laik yönetim ile ancak bunlar eşliğinde gerçekleşebilecek sanayileşme kavramlarından ders almaktan uzak kalmış, bir bölümü ise onlardan yoksun kalmakta ve ulus ve ülkeyi de yoksun bırakmakta diretmişler, böylece başlattıkları gerileme dönemi de, ulus ve ülkemizi bugün ABD yaptırımları, AB baskıları, Suriye, Libya yıkımlı serüvenleri … altına sokma ölçüsüne varmıştır.

Bağrından Mustafa Kemal’i çıkaran ve DOĞRU ANLAMI VE DÜRÜST UYGULAMASI İLE ULUSAL EGEMENLİK BAYRAĞI ALTINDA TAM BAĞIMSIZLIK VE EKONOMİK KALKINMA SAVAŞINI ZAFERE ULAŞTIRMIŞ OLAN Türk ulusu, ATATÜRK’ün tüm insanlığa yol gösterici bu düşünce ve eylemlerinin değerini kavramamış olamaz.

Ankara’ya gelişinin 100. Yıl dönümünü de saygı ve gönül borcu duygularıyla kutladığı Atatürk’ünün önderliğinde kurduğu devletin ve toplumsal kurumların iç ve dış sömürgeciler tarafından, hangi aldatıcı kılıflar altında olursa olsun, yıkılmasına ve öz yurdunda yeniden öksüzler gibi boynu bükük, kimsesizler gibi başı eğik duruma düşürülmesine razı olamaz, olmayacaktır.

This entry was posted in ATATURK, CUMHURİYET - DEMOKRASİ - ÇAĞDAŞLIK, DEVRİM VE KARŞI DEVRİMLER, TARİHE - AYDINLANMAYA - CUMHURİYETE NOT DÜŞENLER. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *