KÖY ENSTİTÜSÜ ANILARIM – Eğitimci yazar Öğretmen Mustafa Aslan Aksungur – BÖLÜM VII – VIII

BÖLÜMLER
Bölüm I —————– https://nacikaptan.com/?p=67366
Bölüm II—————- https://nacikaptan.com/?p=67944
Bölüm III – IV———https://nacikaptan.com/?p=68535
Bölüm V   – VI—— —https://nacikaptan.com/?p=69317
Bölüm VII – VIII—— https://nacikaptan.com/?p=71062

1930’lu yıllarda yoksulluğun , yokluğun toplumu sarmaladığı zamanlarda , yolun , arabanın olmadığı günlerde , köyden kasabaya , kasabadan kente gitmek için atların , eşeklerin kullanıldığı vakitlerdi. Çoğunlukla ayakta çarık elde sopa yürüyerek gidilir, kurda kuşa yem olunurdu. Okulu ve öğretmeni olan beldeler çok şanslı idi. Hele hele köylerden çıkarak okullu olmak , eğitimini sürdürmek ayrı bir zorluk idi. Ama Atatürk’ün Cumhuriyeti köylerden gelen yoksul çocuklara da okuma olanağı verdi. Köylerden gelerek Devletin en üst kademesine kadar çıkma şartları oluşturuldu. Aşağıda VII ve VIII. bölümlerini okumanıza sunduğum , Anadolu’nun yaşamını kökten özü ile bir öykü gibi bir masal gibi kaleme almış olan Köy Enstitü’lü eğitimci yazar değerli AKSUNGUR hocamın köy yaşamından Köy Enstitülerine giden yaşam öyküsüne devam ediyorum.

Naci Kaptan / 04.07.2019

HAYDİ BAKALIM YOLA ÇIKMAK ZAMANIDIR , GİYİN ÇARIKLARINIZI 


BÖLÜM VII

Başöğretmenimiz H. Yaylalı, başka (Alaylı” denilen kendi kendilerini yetiştirmiş olan) öğretmenlere göre, oldukça kültürlüydü. Zamanının Konya Öğretmen Okulu çıkışlısıydı. Gönlü tutar, üşengeçliğini yenerse, öğrencilerinin beyinlerine sokardı verdiği derslerini…

Dersin birinde: “Vitaminler” konusunu işlemiştik. Öğretmenimiz, vitaminlerin en çok yeşil sebzelerde, meyvelerde ve çiy yiyeceklerde bulunduğunu söylemişti derste:

“A vitamini, büyüme ve gelişme çağındaki insanlar için çok gerekli ve çok yararlıdır. Sizler tam gelişme çağlarınızı yaşıyorsunuz. Bol bol yeşillik yiyin!” demişti. Hafta iznimize çıktığımız o cumartesi akşamı ben Uğurlu’ya, evimize varınca, sofrada:

“Bana yeşillik getirin. Onlarda A vitamini var. Büyümemize çok katkılar sağlar…” Diye bilgiçlik satmaya kalkışmışım. Babam gülerek:

“-Aslan oğlum beniiim. Gel ben seni Gödüredi’ye götüreyim. Çayıra çakayım. Orada yeşilliğini bol bol alırsın.” (*) Demişti de gülüşmüştük.

Gödüredi, babamın sık sık gittiği bir yayladır. Konya’dan aldığı barut, saçma, kapsül, fişek, yabani hayvanları öldürmek için ağı şişelerini (zehir) vb. şeyleri Gödüredi’ye götürür satardı. Oradan da, yağ, peynir, çökelek, etlik deve, sığır gibi mallar alır getirirdi köye. Bu yüzden olsa gerek Gödüredi’ de her obada babamın pek çok ahbabı vardı. Onlar da sık sık bize gelirler, konuk olurlardı. İki, üç gün salmazdı babam onları. Ağırlardı. Alanya ve Gazipaşa Yörüklerinin yazlığa çıkış yaylalarıdır Gödüredi. Yüksek bir Orta Toros yaylasıdır. Otu, suyu, havası bol, katıksız, doğal yağı, doğal sütü, kaymağı, peyniri bol, yaşanası bir yayladır. Hâlâ bugün bile sürüler gönenir Gödüredi Yaylalarında…


(*) Ahırında seçkin bir “Kısrak” beslerdi babacığım. Kısrağından her yıl bir tay alır, altı ay o tayı anasının yanında besler, büyütür, at olarak at fiyatına satardı. O yüzden, ata binmez, yolculuklarını da kendi kısrağıyla yapardı. (m.a.a.)

Ders yılı sonlarıydı. Çifteler Köy Enstitüsüne öğrenci alınması için bizim Fariske Yatılı Bölge Okuluna da iki kontenjan ayrılıp verilmiş. Öğretmenlerimiz bizi, beşinci sınıf öğrencilerini, seçme sınavına soktular. İkinci günü yazılı sınavı kazanan üç öğrenciyi yeniden sınav odasına aldılar. Sözde sözlü sınav yapacaklar, sözlüyü kazanan öğrenciden ikisini Enstitüye gönderecekler imiş.

Yazılı sınavı, Mustafa AKSUNGUR, Mustafa Doğan ve Yusuf Baysal olarak üç arkadaş kazanmışız. Bu adaylar arasındaki Yusuf Baysal, öğretmenimiz Hüsnü Yaylalı’nın kardeşinin oğlu idi. Öz yeğenidir. Başöğretmenimiz Hüsnü Yaylalı, yukarıda söylediğim gibi beni her yerde, hep “Anıversiteli!” diye çağırırdı. İkinci Sözlü Sınav başlamadan önce, öğretmenimiz bana döndü:

“- Gel bakalım Anıversiteli! Söyle bakalım senin ağabeyin nerede okuyor?” Dedi.Hiç beklemediğim bir soru idi bu. Biraz kekeleyerek:

“-Çifteler Köy Öğretmen Okulunda okuyor öğretmenim.” Dedim.

“Sen çık öyleyse dışarıya! İki kardeş bir camiye bile giremeeez!” Dedi; çıkardı beni dışarıya.

Başımdan vurulmuşa dönmüştüm. Hırsımdan ağlayacağım nerdeyse. Büyüklerime, özellikle öğretmenlerime isyan etmesini bilmem ve de sevmem. Çıktım o anda sınav odasından dışarıya. Kapının önünde beklemeye başladım. İçerden o değerli, hak güder bayan öğretmenimiz Naciye Yaylalı’nın, yüksek perdeden çıkan hırçın sesiyle:

“- Yoo, Hüsnü Bey! Bu yaptığın davranış hem haksızlıktır, hem ayıptır! Çağır çocuğu içeriye! Yap sınavını. En ağır sorularını sor. Eğer bilemezse, bilemedin de, o vakit çıkar dışarıya! Sınavdan geçirmeden öğrenciyi sınav-dışı bırakmaya hiç hakkımız yook! ” Diyen yiğitçe gürlemesini duyuyordum.

Ne yazık ki, hiç aldırış etmiyor, kılı bile kıpırdamıyordu Hüsnü Yaylalı öğretmenimizin…


(Anımsadım o Hak güder bayan öğretmenimizin adını şimdi: Naciye Yaylalı” idi.)

Böylece, zehir zemberek sınav dışı bırakıldım Fariske Yatılı Bölge Okulunda. Hem de, “Yazılı Sınavları” kazanmış bir öğrenci olarak. Mustafa Doğan ile Yusuf Baysal’ı gönderdi Hüsnü Yaylalı Çifteler Köy Öğretmen Okuluna. O iki arkadaşımız da benden bir devre önce bitirdiler Köy Enstitüsünü. Bir devre önce başladılar öğretmenlik hizmetlerine…

Askeri Lise sınavlarına girişim ve sonuçları:

İlkokulu bitirdim. Sınavlarımı başarı ile verip, “Pekiyi derece” ile diplomamı aldım. Ama neye yarar?

Paralı okullarda okuyamam. Babamın beni o okullarda okutacak gücü, parası ve geliri yok. Kara kara düşünüyoruz hepimiz. Babam Konya’da “Kuleli Askeri Lisesi” sınavları yapılacağını öğrenmiş bir yerlerden. Bana:

“Aslan; haydi hazırlan oğlum! Konya’da, Kuleli Askeri Lisesinde parasız yatılı öğrencilik sınavları yapılacakmış. Gidelim Konya’ya; şansını bir de orada dene bakalım. İnşallah kazanırsın da, dostları sevindirir, düşmanları yerindirirsin.” Dedi, müjdeyi verdi.

Ben hazırdım zaten. Sevincimden eteklerim zil çalıyor. Dünyalar benim oldu o anda… Şu minnacık çocuk kucağıma sığdırdım Koca Yunus Emre’mizin o: “Yeşil, kızıl donanmış, yeni gelin” imizi… ( Yuvarlak Dünyamızı.)

O günlerde, Konya’ya gitmek bir memleket meselesiydi. Köyümüzden Konya’ya gidecek, bizi götürecek hiçbir araç yok. En kestirme yol, Pirlavkonda’ya (Taşkent’in o zamanki adına Pirlavkonda deniyordu.) kadar gidip orada ne bulabilirsek: Otobüs, pikap, jeep, açık kasa kamyon, kamyonet, bulduğumuz araca binip kendimizi Konya’ya ulaştırma YÖNTEMİ idi.

Kalktık hazırlandık gece yarısı. İlk-erkenden, er ile birlikte de çıkardık “Boz Katırımızı ahırdan; palanladık. Aldık yanımıza Kahveci Osman dayıyı; düştük Pirlavkonda yollarına. Sekiz on saat durmamacasına yürüdük. İkindi ezanları okunurken varabildik ancak Pirlavkonda’ya. Babam dooğruca Fakı Efendi’nin odasına indirdi bizi. İçtenlikli bir hoş-sefa ile karşıladı Fakı Efendi babamı ve bizleri. Hemencecik:

“-Siz yoldan geldiniz Halit Efendi. Açsınızdır elbette. Yorgunluk kahvesinden önce karınlarımızı bir doyuralım!” Dedi, sofrayı serdirdi. Yemeği yedik, kahvelerimizi içtik, sıra Kahveci Osman Dayı’yı köye geri gönderme işine kaldı. Babam Kahveci Osman’a döndü:

“-Osman! Haydi, yiğidim, bin katıra, tut Uğurlu’nun yolunu! Geç kalayım deme. Karanlığa kalmadan Eğne Deresi’ni geçmelisin!” Dedi, gönderdi Osman dayıyı köyümüze.

Şansa bak sen:

“Ağusdostta suya girsem, balta kesmez buz olur!

Doksanında bir yar sevsem on beşinde kız olur!” Türküsünü, benim için söylemiş sanki. SÖYLEYEN ATALARIMIZ. Görüyorsunuz işte: Nereye varsak bir olumsuzluk eşkıyası kesiyor yolumuzu…

A benim Yiğit Halkım; Halk olarak biz: “Hangi çeşmeye vardık ta, kurutmadık ki o harıl harıl akan çeşmelerin nurlu sularını..?” Pirlavkonda’da iki gün araç bekledik. Gelmedi. Bizi Konya’ya götürecek hiçbir araç bulamadık. Üçüncü gün Fakı Efendi babama:

“-Halit Efendi. Yanlış anlaşılır diye ben sana söyleyemedim. Buradan Konya’ya kolay kolay araç bulunmaz. Siz en iyisi Bozkır’a kadar gidip oradan bineceksiniz Konya’ya. Bozkır’dan Konya’ya, günü-birlik, her gün araç var. Çocuğun sınav gününü kaçırmayın.” Dedi; Bozkır’a yönlendirdi bizi.

Hemen o sabah bir hayvan kiraladı babam, Bozkır’a hareket ettik. O gece yattık Bozkır’da. Sabahımız Cuma idi. Cuma günü, Bozkır’ın Pazar günüymüş. Çevremiz ulu bir kalabalıkla doluverdi hemen. Babam bana döndü:

“-Sen buradan bir yana ayrılma Aslan oğlum. Ben hem araca bakayım, hem yiyecek bir şeyler alıp getireyim. Karınlarımızı doyuralım, hazır olalım!” Dedi, gitti.

Bir saat kadar sonra, çıkınında çarşı ekmeği, peynir, domates ve bir de kavun almış getirdi. Oturduk bal gibi bir yemek yedik Bozkır Pazarı’nda. Ben, o günkü yediğim Bozkır kavununun tadını, şu seksen dört yıllık ömrümde, bir daha hiç mi hiç, hiç bir yerde, hiçbir kavunda bulamadım gitti… Bugün bile tadı, damağıma yapışmış gibi aklımda yapışılı duruyor…

Çok sonraları da gittim Bozkır’a. Özellikle de kavun aradım, buldum, aldım, kestim, yedim. Ama o günkü tadı hiçbirinde bulamadım vesselam… Çocukluğumun damak zevki miydi, gerçekten öyle miydi, yoksa bana mı öyle gelmişti; şimdiki aklımla bile ayırtına varıp ta çözümleyemiyorum bu tatlı düğümü…

O gün öğleden sonra Konya’ya giden açık kasa bir kamyon varmış. Sözleşmiş babam kamyoncuyla. Bindik kamyona, yürüdük Konya’ya. Benim ilk kamyona binişim. Daha doğrusu motorlu araca ilk binişim idi. Daha Bozkır’ı dışarı çıkmadan, içi dışına çıktı midemin. Kus, Allah kus. Babam habasını çıkardı, örttü üstüme. Beni yatırdı da, ancak o zaman kurtulabildim öğürtüden…

Vardık Konya’ya. Şimdi ismini bilemediğim bir hana indik. Babam beni handa bıraktı, kendisi sınav gününü öğrenmek için çarşıya çıktı. İki saat kadar sonra döndü geldi hana. Sınav Pazartesi günü, “Kuleli Lisesi” nde yapılacakmış. Kuleli Lisesi’ni falan gezip görmüş babam. Huzurluydu. Sevinçliydi. İş bana kalmıştı artık. Eğer sınavı kazanamazsam, şu gövdeyi boşa taşımamalı idim. Böylesine koşullandırdım kendimi…

Kişi kararını verip koşullandırdı mı kendini biyol, artık ne uçan kurtulabilir onun elinden, ne de kaçan. Askeri Lise sınavları falan da, hiç mi hiç kurtulamaz… Kararlıydım. Kazanacaktım Kuleli Lisesinin Sınavını. Koşullandırmıştım kendimi. Pazartesi günü sınav odasına aldılar sınava girecek olan biz ayar öğrencileri. Her sıraya bir aday oturttular. Kimse kimseden kopya çekemeyecekti. Üstü kapalı sınav kâğıtlarını dağıttılar:

“Sınav süreniz bir saattir. Kopya çekmeye yeltenenler olursa kâğıtları ellerinden alınıp kapı dışarı edilir, sınav dışı bırakılır.

Heyecanlanmayınız. Heyecanlananlar, hazır bildiklerini de şaşırırlar… Haydi, hepinize kolay gelsin. Süreniz başlamıştır!” Dedi bir albay, geçti sınav kurulunun oturduğu yüksek kürsüye, o da oturdu. Üç kişilik sınav kurulunun altı gözü üzerimizde… Soruları yanıtlayıp bitirenler, kâğıtlarını kurula verip çıkıyorlar dışarıya. Ben de verdim sınav kâğıdımı bu arada, çıktım sınav odasından. Bizlere, sınav sonuçlarının öğleden sonra, saat 15.00’te açıklanacağını söylediler:

“O saate kadar isteyen kantinde bekleyebilir, isteyen gidip, gezip, dolaşıp gelebilir…” Dediler.

Biz babamla birlikte çıktık dışarıya, çarşıya gittik. Konya’yı gezdik, dolaştık biraz. Sonra, sınavın açıklanmasına yarım saat kala, saat 14.30’da vardık sınav odasının kapısına. Daha kimse gelmemiş. Biz kapıda beklerken, sınava giren öğrenciler de birer ikişer gelmeye başladılar. Saat 15.00’e doğru yığıldı kalabalık.

Saat tam 15.00’te sonuçlar duyuruldu. Sınavı kazananlar arasında benim adım da okundu. Babam da, ben de sevindik. Dünyalar bir kez daha bizim oldu o anda…


BÖLÜM VIII

Sınav Kurulu Başkanı Albay:

“Çarşamba günü saat 10’da sözlü sınavlar yapılacak. Yazılıyı kazananlar o gün saat 9.30’da yine burada bulunsunlar!” Dedi, son bildirimini yaptı. Çıktık odadan, daldık Konya sokaklarına… Babacığım, fellik fellik bizim o Sarı Müfettişi arıyor. Kimler söylediyse:

“O müfettiş, Kırmızı Kütüphaneye gelir çokçasına. Onu oradan soracaksınız. Oraya gelmemişse bile, onlar nerede olduğunu bilir, söylerler size!” Demişler. Doğru Kırmızı Kütüphaneyi boyladık. Şansımız güldü yüzümüze bu kez. Sarı Müfettişi orada, Kırmızı Kütüphane Kitaplığında kahve içerken bulduk…

“- Ooo, Halit Efendi Hoca. Hoş geldin bakalım. Bu geliş ne geliş böyle yahu.” Dedi, canı gönülden ilgilendi bizimle, babamla. Dışarıya bir masa attırdı. Çıktık oturduk üçümüz de masanın başına. Çay söylediler. Bu arada çıkardı müfettişimiz cebinden Kulüp Sigarası paketini, bir sigara uzattı babama. Babam sigarayı aldı, hemen kibrite sarıldı.

“Yoo!..” Dedi Sarı Müfettiş! “Koy o kibriti cebine Halit Efendi. O hepimizde var. Çıkar bakalım sen şu senin Kav-Çakmak Takımını da, miss gibi bir tütsüye verelim şu Kırmızı Kütüphaneyi…”

Babam, çıkardı cebindeki kav-çakmak takımını. Az iricerek bir kav tutamı kopardı kav kütüğünden. Çaktı çakmağı. Bir çakışta tutuştu kav. Ortalığı mis gibi bir kav kokusu kapladı ki, Kütüphane sahipleri bile:

“-Amaan, ne güzelmiş bu kav kokusu. Biz de isteriz hakkımızı.” Sözleriyle takıldılar babama. Söz ile ödüllendirdiler babamı… Sigaralar tüttürülüp çaylar içile dursun, babam Sarı Müfettişe:

“-Müfettiş Bey: Çocuğumuz yazılı sınavını kazandı. Çarşamba günü saat 09.00’da sözlü sınavı yapılacak. Şu sınav kuruludan bir tanıdık bulsak da emeklerimizi boşa gideremesek. Nasıl ederiz bu işi.” dedi.

Müfettişimiz:

“-Halit Efendi, orası Askeriye. Oraya kimsenin sözü geçmez. Zaten bu sözlü sınavlar, laf olsun diye yapılır. Esas olan yazılı sınavlardır. Onu da kazanmış öğrencimiz, sözlüde bir takıntı olacağını sanmıyorum.” Dedi, çekildi kenara. Kala-kaldık biz-bize, yine kendi kendimize, yine kendi köylü kaderimizle baş başa…

Sonuç ne’oldu dersiniz?

Sonuç: Tam bir “Köylü” işi oldu. Sonuçtan, koskocaman bir “Gep-gep” çıktı. Sıfıra sıfır, elde var sıfır oldu. Yazılı sınavlara girmemişe döndük. Çarşamba günü, aldık boyumuzun ölçüsünü: Boyumuzu, kilomuzu ölçtüler; “Benim yârim çok güzel, / Üç parmak boydan kısa!” türküsüyle, iki santim boydan kısa getirdiler beni; sınavı kaybettiğimi söylediler…

Ben bir Halk çocuğu idim. Halk çocuklarının kocaman subay okullarını kazanmaları olur muydu hiç..? Olmazdı. Olamazdı. Olmadı! O zaman için: “Neylersin?.. Burası Türkiye!..” bile diyemedik.

Subay çocuğu değildik. Zengin çocuğu hiç değildik. Alt tarafı bir köylü çocuğu idik. Bizlerin o yüksek-parasız okullarda yerimiz, yurdumuz olamazdı. Kırdık boynumuzu, bindik kara trene, ver elini Karaman! Dedik Karaman’a indik. Artık zor, kolay, Karaman Ortaokuluna kayıdımızı yaptırdık. Burada okumaktan gayrı seçeneğimiz kalmamıştı. Babacığım, bunca çabadan sonra yarı yıkkın bana döndü:

“- Ne yapalım Aslan. Elimizden gelen her şeyi yaptık oğlum. Ama görüyorsun işte, olmadı. Kaderimiz Karaman Ortaokuluna bağlandı seni…

Seni ben burada, “Keş Mehmet” in evine bırakayım. Ben köye gidip bir yatak, yorgan, erzak düzeyim getireyim. Ben gelinceye dek sen orada kal, bekle. Ben gelince, kendimize uygun bir ev tutarız, orada kalırsın. Okuluna devam edersin.” Dedi. Buruk, kırgın, yarı yıkkın, kederler içinde birbirimizden ayrıldık…

Keş Mehmet’in evinde on gün kadar kaldım ben. Oradaki konukluğumu anlatmak içimden gelmiyor hiç. Gelgelelim, bizler gibi köy çocuklarına kader yapılan böylesi konuklukları yaşayan binlerce öğürümüze borçlu kalmamak için, bir satırlık kısmını sunmadan geçemeyeceğim:

Evin hanımı, bir kucak çocuğu tutuştururdu kucağıma. Çekilir kendi keyfine bakardı. Bir gün böyle, iki gün, üç gün böyle, çekemedim bu çocuk bakıcılığı çilesini. O günkü hain çocukluk aklım bana:

“-Haydi, Aslan Beyim: Çocuğu kucağına verdikleri zaman kalçalarının kaba etine bir cimcik çal, ocut çocuğu kendinden. Bak o zaman çocuk bir daha senin kucağına gelmek ister mi.” Dedi, akıllardan akıl verdi bu garip Aslan Mustafa’nın aklına.Aldığım akılı aynısıyla uyguladım. Başarılı da oldu uygulamam. Anası çocuğu kucağıma vermek istediği zaman çocuk, acayip bir ses koyuveriyor, fığlayı fırlaya söyküyordu…

Artık bunu gören bu tembel ana, çocuğu kucağıma veremez oldu; vazgeçti. Böylece, çekilen iki günlük çileli dadılıktan sonra, önümüzdeki bir haftalık çocuk bakıcılığı külfetinden de yarı-yarıya kurtulmuş oldum…Şimdilerde: Acaba ben mi yanlış yapmıştım, kadın mı yanlış davranmıştı diye kendi kendimi sorgularım; eleştirir dururum. Yine de aklımın ikircikliliğini yenemedim bugüne değin…

Karaman Ortaokulu ve Müdür Celal Bey:

Babam, Cinbaş Dayım ve oğlu Mahmut Sürel, üçü birlikte geldiler Karaman’a. Bir ev tutuldu kıyılardaki bahçeler içerisindeki evlerden birinde. Yerleştik eve; oturduk.

Okulumuza iki kilometre kadar uzaktı ev. Ama olsun varsın. Okumak uğruna katlanılacaktı o dört kilometrelik okula gidiş-dönüş yolları. Katlandık. Okuyoruz. Derslerimiz de fena sayılmaz. Sınıfımızın üstünce öğrencilerinden sayılırız her ikimiz de.

Karnelerimizi aldık. İkişer kırığımız var benim de Mahmut’un da. Ama kimin kırığı yok ki sınıfta? Yine bizler, her ikimiz de sınıfın en iyileri arasında yerimizi almışız…

Derken efendim, yarı-yıla doğru, Eskişehir-Çifteler Köy Enstitüsü öğrencisi olan ağabeyim Ali Aksungur’dan bir mektup geldi bize. Mahmut’a da, bana da, her ikimize birden:

“-Ben burada Müdürümüzle görüştüm. Eğer buraya gelirseniz, sınava falan girmeden doğrudan doğruya okula alınacaksınız. Zaman geçirmeden derhal gelin..!” Diye yazıyordu ağabeyim mektubunda.

Ohh..! “Bin kapıyı kapayan Allah, bir kapıcığı açmıştı” işte… Anahtarlarını da “TONGUÇ BABA” verdi Mahmut’un da, benim de ellerimize…

Hemen, okul müdürümüz Celal Beye çıktık. Mektubu verip durumu anlattık. Müdür Celal beyin, o zamana kadar tanıyamadığımız çok iyi bir eğitimci, çok iyi bir İdareci Müdür olduğunu sor somut anlayı-verdik o gün, hemencecik. Bizleri dinledikten sonra, hemen o anda, Müdür Yardımcısını çağırttı. Bizim yanımızda Yar-Müdür’ümüze:

“-Faruk Bey, bu iki öğrencimizi izinli sayalım. Kayıtlarını silmeyelim. Gitsinler Enstitüye. Orada kayıtlarını yaptırabilirlerse, zaten Enstitü idaresi bizden kayıtlarını ister.

Buradaki kayıtlarını o vakit gönderir, sileriz. Her ne şekilde olursa olsun, eğer kayıtlarını yaptıramazlarsa, dönsün gelsinler okulumuza öğrencilerimiz; kaldıkları yerden sınıflarına devam etsinler!” Dedi.

O zaman yeteri kadar anlayamadığım bu yüce davranışı bugün takdirle, övgüyle anıyorum. Böylesi “Onurlu”, böylesi “Bilinçli” böylesi “Görev Anlayışlı” her eğitimcimizin, her yöneticimizin, boyunlarında taşınacak altından birer görev tasması yapıp ömür boyu olmasa bile, görevleri boyunca o tasmanın kölesi olmayı sürdürmelerini dilerim. Görevleri de, insanlıkları da bunu emrediyor onlara çünkü…

Bir daha da hiç karşılaşamadık bu yüce insan, bu gerçek eğitimci Müdürümüz Celal Beyle. Zaten günümüzde nesli de kesildi böylesi Halk Dostu, iyilik meleklerinin. Hacıların, hocaların deyimiyle: Kabri cennet, toprağı bol, yeri yatağı nurlu olsun…

Mustafa Aslan Aksungur
Derleyen Naci Kaptan 

04 Temmuz 2019 / Devam edecek

This entry was posted in EĞİTİM, GEÇMİŞİN İÇİNDEN, KÖY ENS.ÖĞR. MUSTAFA AKSUNGUR ANILARI, KÖY ENSTİTÜLERİ. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *