KÖY ENSTİTÜSÜ ANILARIM – Eğitimci yazar Öğretmen Mustafa Aslan Aksungur – BÖLÜM III – IV

BÖLÜMLER
Bölüm I                 https://nacikaptan.com/?p=67366
Bölüm II               https://nacikaptan.com/?p=67944
Bölüm III – IV    https://nacikaptan.com/?p=68535
Bölüm V   – VI     https://nacikaptan.com/?p=69317

Değerli okur ,
Köy Enstitülü öğretmen Mustafa Aslan Aksungur’un , Küçük ve yoksul bir köyden , aydın Cumhuriyet öğretmeni olmaya giden uzun ve zorlu hayat yolculuğunun destansı anlatımını okuyarak siz de bu yolculuğa katılın . Yola çıkmadan azık torbanızı hazırlayın. Ananızın pişirdiği mis kokan ekmeğin yanına ancak bir baş soğan . birkaç zeytin , az da peynir koyabilirsiniz .Kırbanıza su koymayı da unutmayın. Giyin çarıklarınızı , yol zorlu ve uzun …

Naci Kaptan / 29 Nisan 2019

Bölüm II sonunu şöyle bağlamıştık ;

“Ben şaşakaldım:
“Allah Allah..! Bu adam Ermiş mi nedir? Haydi bizim geleceğimizi bildi diyelim, ya şu kükürdevikli çorba getireceğimizi nereden bildi acaba..!?” diye düşünürken, Anam:

“-Tabi getirdim Abdullah Efendi ağa..! Çorbasız hasta yanına gidilir mi hiç..?” Dedi.

Daha soğumamış, dumanı üstünde çorba tasını Hıra Abdullah Kocanın önüne sürdü. Hiç hasta falan değilmiş gibi, koca tastaki çorbayı iştahla yedi bitirdi hastamız…

Bu olaydan üç dört gün sonra da, duyduk ki Hıra Abdullah koca ölmüş; salâası veriliyormuş… Kendi evimizden bir can ölmüş gibi, oturmuştu Hıra Abdullah kocanın acısı o günkü çocuk yüreğime…”

HAYDİ BAKALIM KERVAN YOLA DÜZÜLSÜN ,
YAŞAM ÖYKÜMÜZ YOLA REVAN OLSUN ;

BÖLÜM III

Köyümüzün İstanbul’dan gelme, bir de “İstanbullu Teyze” si vardı. Onun da elinden gelmeyen hüner yoktu hiç. İstanbullu Teyze, Anamdan daha bilgili, daha girişken idi. İstanbul Askeri Hastanelerinden birinde hastabakıcılık yapmış. Sağlık konularında deneyimli, tam bir Köy Doktoru sayılacak kadar bilgiliydi…

İstanbul’dan Uğurlu’ya gelişinde bir de dikiş makinesi getirmiş yanında. Köylülerin bütün dikişlerini bedava denilecek kadar küçücük karşılıklarla dikerdi. Örneğin:

“-İki yumurta karşılığında bir don yahut entari diker, herkesi sevindirirdi.

Anam yemek yapmakta üstündü İstanbullu Teyze’den, diğer öteki konularda İstanbullu Teyze anamdan daha üstün, daha bilgiliydi.

Askerlik görevini İstanbul’da, Hassa Alayında çavuşluk yaparak geçiren Mustafa Çavuş ile anlaşmışlar, sevişmişler, birleşmişler. Askerlik borcu bitince de birlikte köye alıp getirmiş İstanbullu Teyzeyi Mustafa Çavuş.

Bir adına da “Kör Keya” (Kör Kâhya) derlerdi Mustafa Çavuşun… Muhtara Keya denildiği günlerde köyde uzunca süre diyemeyeceğim, -pek yalan olmasın, belki de pek kısa bir süre- muhtarlık yaptığı ve bir gözü kör olduğu için koymuşlardı köylüler bu “Kör Keya” adını bu Mustafa Çavuşa.

İstanbullu Teyzeden başka iki karısı daha vardı Mustafa Çavuş’un. Onlardan çocukları olmuş, İstanbullu teyzeden çocuk olmamıştı. Uzun süre, hiç yüksünmeden bu kuma çocuklarına, kendi öz çocukları imiş gibi baktı İstanbullu Teyze. Hem de içtenlikle, severek, isteyerek, özenerek baktı.

Bu iki, yabandan gelme, şehirli kadın: Anamla İstanbullu Cevriye Teyze, her ikisi de hem şehirli olmaları hem de köy kadınlarından daha ileri kültürlü olmaları yüzünden olsalar gerek, hem birbirlerine daha yakın, daha sıcak dururlar, hem de birbirleriyle sık sık görüşüp konuşma gereksinimi duyarlardı. O yüzden, anamı sık sık ziyarete gelirdi İstanbullu Cevriye Teyze. Çünkü bizim ev, köydeki en güzel evlerden birisiydi… Cevriye Teyzelerin evi oturup sohbet etmeye pek elverişli değildi. Sonra, amanın bir yığın işi olurdu. Sokağa gidecek boş zamanı yok gibiydi…

Babam, çok zeki bir insandı. Cezaevinde kendi kendine okuyup yazmasını öğrenmiş, muhtarlık yapmış, uzun süre köy ihtiyar heyeti azalıklarında bulunmuş, yoksulu, öksüzü, kimsesizleri gözeten, “İnsanlığı” her şeyin üstünde tutan bir anlayışa sahipti. Bu yüzden, köyün öteki ileri gelenleri babamı çekemezler, pek de sevmezlerdi. Muhtarlık seçimlerinde taraf tutarlar, kendi istediklerini muhtar seçtirmek için çaba harcarlardı.

Latif Yazgan’ın muhtarlığı sırasında, bu taraf tutma işi biraz daha keskinleşmiş, köy adeta ikiye ayrılmıştı. Her iki taraf da birbirlerine hasım gözüyle bakar olmuşlardı…

Bir darı bozumu sırasında, darılığa sığır salınmayacak diye tellal bağırtmış Latif Muhtar. Kör Osman Pekşen ile karısı Durana karı da, karı-koca darılığa başı bağlı ineklerini götürmüşler, biçtikleri kendi avar tarlarlarına bağlamışlar. Öyle kamunun Genel otlak yerlerine salmaları falan yok haa. Muhtar Latif Yazgan, kasıtlı olarak bu kendine oy vermeyen, muhalif karı-kocaya:

“- Siz tellalı duymadınız mı? Bu sığırı niye getirdiniz buraya..?!”

Diyerek, karı-kocanın her ikisini de bileklerinden örkenle birbirlerine bağlatmış bekçiye; Köy Odasına götürmek üzere önüne katmış; iteleye, kakalaya, “Mektebin Önü” ne, (Mektebin Önü: Okulun önündeki küçücük bir alanın adıdır.) İğde Boğazı denilen yere kadar getirmiş. Mektebin Önü’nde babamla karşılaşmışlar.

Babam:

“-Bu ne hal böyle muhtar..?! Yunan esiri midir bu adamlar? Hangi devirde yaşıyoruz yahu? Sal bakalım bu zavallıların kollarını birbirlerinden..!” Demiş, çözdürtmüş bu karı kocanın kollarındaki bağı; serbest bıraktırtmış.

Muhtar köye inmiş, babam da sürmüş kısrağını, yukarıya, Elicek adı verilen darılıktaki darı tarlamıza çıkmış. Bu olayı, kendine onur konusu yapar Latif Yazgan muhtar. Köyden kendi taraftarlarından beş-on kişi toplar, yine “İğde Boğazı’nda babamın yolunu kesmek üzere darılıktan dönmesini beklemeye başlarlar. Babam gelince, daha önce hazırladıkları taşlarla, sopalarla ansızın başlarlar babama taş, sopa yağdırmaya. Babam neye uğradığını bilemez, kanlar içinde bayılır, düşer yere…

Benim haberim oldu bu olaydan. Şavk-İşeri’mizde asılı duran av tüfeğini indirdim çividen, elime aldım. İğdeboğpazı’na doğru yürüdüm. Çocuğum. Tüfeği zor taşıyorum. Çakmağını bile iki elimle zor ayırabiliyorum. Bu derecede gücü-yetmez, küçücük bir bebeyim.

Bu arada Kör Osman’ın kardeşi Kacakafa denilen Ahmet Pekşen amca, koşa koşa geldi yanıma; tüfeği kaptı elimden, aldı götürdü. Kala-kaldım ben yarı-şaşkın orta yerde bir başıma…

Olay yerine vardığımda babacığımı, başında sekiz on taş yarası ile kanlar içinde yere serilmiş, baygın yatıyor buldum.

Babama saldıran Muhtar ve taraftarları:

“Öldü bu galiba” deyip kaçışmışlar. Evlerine sokulup saklanmışlar. Ben babamın yanına vardığımda, babamın başında yalnızca Mavili Alisi (Ali Çağlar) vardı. O da başından aldığı bir taş yarasıyla sersemlemiş durumda, çökmüş kalmış, yerinden kalkamıyordu…

Köyden olayı duyan, muhtar karşıtı birkaç kişi geldi olay yerine. Bitkin halde, yerde yatan yaralı Ali Çavuş’u doğrulttular, koluna girip götürdüler evine. O yarayla on – on beş gün yattı Ali Çağlar Çavuş.

Bu yiğit dostumuzu götüren Komşulardan geriye kalan birkaç kişi de, bir sedye yaptılar orada, yatırdılar babamı sedyeye; omuzlarında getirdiler babacığımı evimize.

Yatırdık yatağa babamı upuzun… Uzunca süre baygın kaldı yatağında. Ayılınca, deriye falan soktular bu işten anlayan komşular. O olaydan sonra, tam 22 gün yataktan hiç kalkamayasıya yattı babacığım. Öldü ölecek; ölümden döndü…

Bu olay, köydeki iki taraf çelişkilerini daha da azgınlaştırdı… Ben daha okula gitme yaşlarında değilim o yıllarda. Dört veya beş yaşlarında falanım. Böylece iki düşman cephe haline sokuldu köy halkı. Bu cepheleşme, ben öğretmen olup da köye gelene kadar da, 15–20 yıl sürdürüldü… Bugün bile, bu ikiliğin esintisi, hafif te olsa hâlâ görülmektedir taraflar arasında…

Ne de olsa insanız; cahilliğimizi yenemiyor, hayvanlığımızdan kolay kolay kurtulamıyoruz…

BÖLÜM IV

İLKOKUL YILLARIM:

Üç Sınıflı Uğurlu Köyü İlkokulu:

Bizler oldukça şanslıydık. Babam ta 1924 yılında muhtar olunca, ilk işi köyümüze bir okul yaptırmak olmuş. Tabi o yıllarda yaşam çok zor. Köylü halkımız genellikle aç ve yarı-çıplak giysileriyle yoksulluk içinde yüzüyorlar. Bu açlık lafını, öyle laf olsun diye yahut genel alışılmış biçimiyle falan söylemiyorum. Tam fiziki anlamda gerçekten aç idi Halkımız. Bu doğruyu salt o yüzden söylüyorum. Bir doğrudur bu; lâf olsun diye söylenmiş bir edebiyat değildir; böyle biline..!

Halkımızın dağda ot yayıldıkları, yemlik topladıkları yıllardı o yıllar… O vakitler, Ermenek ilçesinin 43 köyü olduğunu öğretmişti bize Osman Koçak öğretmenimiz. Bu 43 köyden sadece beş köyde: Kazancı, Gargara, Halimiye, Uğurlu ve Fariske’ de okul var, 38 köy okulsuz. Bizim şansımız da köyümüzün, okullu köyler arasında bulunmasından geliyordu. Bu Şans da öyle, azımsanacak şanslardan değildir tabi…

Buracıkta, okul yapımı sırasında geçen bir olaycığı, (O günün koşullarını ve bir yönetici olarak babamın görev anlayışını belirtmesi bakımından) yararlı bulduğum için o olayı anlatmadan geçemeyeceğim. Zira bu olay, hem okul yapımının hangi şartlar içerisinde gerçekleştirildiğini ve hem de “Yöneticilik” niteliği yönünden şaşmaz bir ölçüt olduğunu düşündürttüğü için vermeyi uygun buldum. Olay şu:

Okul inşaatı sırasında (1924-25 yılları) inşaatta çivi bitmiş. Ustalar boşta kalmış. Çivi bekliyorlar. Babam inşaatta imece ile çalışan işçilerden İbici Abdullah’ına:

“- Haydi Abdullah! Haydi koçum. Al şu beş lirayı; hemen Ermenek’e git, 5 kilo çivi al getir. Ustaları boş bekletmeyelim. Boş yere yevmiyeleri işlemesin.” Demiş.

İbici Abdullah’ı:

“- Benim ayağımda ayakkabım yok muhtar. Ben yalın-ayak Ermenek’e gidemem. Bir başka komşumuzu gönder sen Ermenek’e…” Demiş, yan çizmiş.

Babam da: “- Yoo, Abdullah; olmaz..! Şimdi seni değil de bir başkasını göndermeye kalkarsam, ne derler bana? Muhtar İbici ’ye sözünü geçiremedi de bana geldi. O gitmezse ben niye gideyim, demezler mi? Haydi, al, giy şu benim pabuçlarımı, doğru Ermenek’e..!” Der ve gönderir.

Bu olaydan sonra, İbici Abdullah’ı da, babamın karşısında can düşmanı olarak yerini alır oldu.

İşte köyümüzün okulu böylesi zor günlerde, böylesi zor koşullar altında yapılmış; bizim kuşağın şansına böyle sunulmuş…

Ben okula başladığım yıl 6 yaşındaydım. İlk gittiğim günlerde, Dindebol’lu Mustafa Bolay adında, iyi bir öğretmenimiz vardı. Hanımını yanında getirmemiş, kendisi bir başına gelmişti köye. Tekaüt Ali Efendi’nin evinde bir odada kalıyordu. Anacığım zaman zaman çörek, börek yapar, pilav pişirir, evde ne varsa üzümdür, pekmezdir, ayrandır onu da katardı yanına, benim elime verir:

“- Haydi, çocuğum; al bunları götür öğretmenine ver!” Der, gönderirdi…

Ben alırdım azık çıkınını yahut sepetini elime, seve sevine götürürdüm öğretmenime.

Hemen her gidişimde de, öğretmenimi sehpanın başına oturmuş, Kur’an okurken bulurdum. Sonradan ne oldu bilmiyorum; iki ay kadar zaman geçti, geçmedi aradan, öğretmenimiz değişti. Mustafa Bolay gitti köyümüzden, yerine yeni öğretmenimiz olan Osman Koçak geldi.

Osman Koçak, karısı Naciye hanım teyzeyi ve çocuklarını da birlikte getirmişti köyümüze. Hemen hemen on yılı aşkınca da köyümüz İlkokulunda öğretmenlik yaptı. Pek çalışkan bir insandı. Son çabasıyla öğretmeye çalışırdı. Okuttuğu pek çok öğrencisi, başta Köy Enstitüleri olmak üzere, yüksekokullara gitmiş, öğretmen, polis, orman memuru, sağlık memuru, avukat, subay, Profesör… Vb. olmuşlardır. Onun yüzünden bizim köy, çevre köylerin hepsinden daha gelişkin, daha kültürlü ve daha varlıklı, kasaba görünümlü bir köy oldu. Bugün bile, Uğurlu’muzda hemen her ev, saygıyla, sevgiyle, övgüyle anarlar bu “ Çalışkan-Uğurlu-Koçak Öğretmenimiz” Osman Koçak’ı ve Ailesini…

Okulda çalışkan bir öğrenciydim. Türkçe ve matematik derslerini çok severdim. Vehbi Koçak adında bir oğlu vardı öğretmenimizin. Bizden bir sınıf aşağıdaydı. Ama öğretmen onun bizimle yarışmasını ve yarışı kazanmasını isterdi.

Bir gün Vehbi’yi tahtaya kaldırdı, bir hesap sordu. Vehbi’cik yapamadı hesabı. İfrit kesildi öğretmenimiz. Dövecek; parçalayacak nerdeyse Vehbi’ciği…

Hemen sınıfa döndü:

“-Kim yapacak bu hesabı?” Diye sordu. Vehbi’nin sınıfından parmak kaldıran olmadı hiç. Vehbi’nin sınıfından bir sınıf yukarı sınıftaydık biz. Sonra bizim sınıfa döndü:

“-Sizden yapabilecek olanınız var mı?” diye bize sordu. Bizim sınıftan da yalnızca ben parmak kaldırdım. Kalktım tahtaya bir solukta çözdüm sorulan problemi. Bu kez, benim çözüp de Vehbi’nin çözemeyişine, ifrit oldu öğretmenimiz. Daha çok sıkıldı canı öğretmenimizin. Benim çözüşüme sevinemedi nerdeyse, yerindi…

Beni yerime oturttu. Başladı Vehbi’yi dövmeye. Vurduğu her tokat Vehbi’nin yüzünde değil de, benim yüzümde şaklıyordu sanki. Hesabı çözdüğüme-çözeceğime bin pişman, çok çok üzülmüştüm o gün. Bugün bile anımsadıkça ayıplıyorum kendimi… “Keşke çözmeseydim” diye, kendi kendime hayıflandım durdum o günden bugüne…

Ağabeyimle ben, ikimiz de aynı sınıfta okuyorduk. Sarı Müfettiş diye anılan bir müfettiş gelirdi okulumuza. Okulu denetler, bizleri kontrol ederdi. Hiç unutmam: Beni tahtaya kaldırdı:

“-Yaz bakalım oğlum! Dedi: “Bu derede balık vaaar..!”

Yazıyı eksiksizce yazdım. Yazım da fena değildi. Bugün bile o inci gibi harfleri döktürüşüme, yazımı gören herkes imrenir. Müfettiş çok kıvandı, (memnun kaldı):

“- Aferin oğlum.” Dedi, oturttu beni yerime.

Öğretmenimiz keyifli. Bu “Aferin”, bana değil, öğretmenimize verilmişti aslında. Haklıydı öğretmenimiz…

Bazı yıllarda iki kez gelirdi okulumuza bu Sarı Müfettiş, bazı yıllarda bir kez gelirdi.

Ağabeyim de, ben de üç sınıflı okulumuzu bitirmiş, diplomalarımızı almıştık. O yıl, Sarı Müfettiş, hiç alışılmadık bir biçimde, bu kez yaz ortasında, yine çıktı geldi köyümüze. Tekaüt Ali Efendinin evine inmiş.

Köy öğretmen okuluna imtihanla, köylerden öğrenci alınacakmış. Seçici olarak göndermişler müfettişi, Ermenek ve köylerine. Bizleri imtihan etti ve gitti.

Güz geldi, okullar yeniden öğrenime başladı, başlayacak… Bizler, unutmuş gitmiştik imtihanı, mimtihanı falan. Babam ağabeyimle beni Ermenek’e götürmüş, Ermenek Merkez İlkokulu 4.üncü sınıfına kaydettirmişti ikimizi de. Artık Ermenek’te okuyorduk…

Atatürk’ün ölümünden birkaç hafta önceydi. Ağabeyim çifteler köy öğretmen Okulunun sınavlarını kazanmış. Okul müdürümüz Hulusi Özmen sınıfımıza geldi:

“Ali Aksungur, Eskişehir-Mahmudiye Köy Öğretmen Okulu sınavlarını kazanmış. Yazı geldi, Onu Eskişehir’den çağırıyorlar. Bu başarısını biz de kutluyoruz öğrencimizin. Haydi, geç kalma! Zamanını geçirmeden yetiş okuluna oğlum.” Dedi.

Ağabeyim sevinerek ayrıldı gitti Ermenek Merkez ilkokulundan. Ben imtihanı kazanamamışım. Gücüm kesildi, boynum eğildi. Kala-kaldım okulda yalnız başıma…

On yaşındayım. Anamdan yuvamdan ayrı, gurbette okuyorum. Ağabeyim yanımdayken, yine birbirilerimizle yoldaşlaşıyor, gurbet yalnızlığını iyi kötü yeniyorduk. O beni bırakıp gidince temelli yalnızlaştım. Kala-kaldım bir başıma…

Ne yalan söyleyeyim, sevinemedim ağabeyimin öğretmen okulu sınavını kazanmış olmasına. Bu bencilliğimi de kendi kendime kınadım durdun sonraki yıllarımda hep…

Bu insan ruhunu alt-üst eden, depreme veren o kördüğümü, bugün bile hala çöze-bilmiş değilim! Hasetlik, fesatlık, çekememezlik de değildi, o kör duygu… Bugün bile anlayamadığım bir “İnsanlık Hali” idi işte…

BÖLÜM III ve IV sonu
Devam edecek

This entry was posted in CUMHURİYET - DEMOKRASİ - ÇAĞDAŞLIK, Dizi Yazilari, EĞİTİM, GEÇMİŞİN İÇİNDEN YAŞAM, KÖY ENS.ÖĞR. MUSTAFA AKSUNGUR ANILARI, KÖY ENSTİTÜLERİ. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *