KÖY ENSTİTÜSÜ ANILARIM – Eğitimci yazar Öğretmen Mustafa Aslan Aksungur – BÖLÜM II

BÖLÜMLER
Bölüm I                 https://nacikaptan.com/?p=67366
Bölüm II               https://nacikaptan.com/?p=67944
Bölüm III – IV    https://nacikaptan.com/?p=68535
Bölüm V   – VI     https://nacikaptan.com/?p=69317

Naci Kaptan / 18 Nisan 2019

Değerli okur ,

Sizleri Güzel Anadolumuzun gerçek bir yaşam öyküsüne , tozlu çorak topraklarda, yoklukların ,yoksullukların yaşandığı , harp senelerinin acılı ve zor günlerinin yolculuğuna götüreceğim. Anadolu’nun yoksul bir köyünden Köy Enstitülerine giden uzun yolun kahramanı aşağıdaki yaşam öyküsünü Öz Türkçesiyle , Anadolu deyişleriyle sanki bir masal gibi yazıya döken Allah uzun ömür bağışlasın ki 1931 doğumlu , Köy Enstitüsü mezunu Eğitimci Yazar Öğretmen Mustafa Aslan Aksungur’un Cumhuriyet tarihimize not düşen yaşam öyküsünü paylaşacağım .

Mahmut Makal , Mehmet Başaran, Talip Apaydın ,Fakir Baykurt, Emin Özdemir, Dursun Akçam, Osman Şahin gibi değerli yazarlar üreten Köy Enstitülerinden adı duyulmamış fakat bir çok kitabı olan değerli Mustafa Aslan Aksungur da KÖY ENSTİTÜLÜ diğer yazar arkadaşları gibi Türk edebiyatı için bir değerdir.

Değerli eğitimci yazar Öğretmen Mustafa Aslan Aksungur’a teşekkür ederek , sağlık diliyor ve Güzel Anadolumuzun rüzgarlarını ,çiçek kokularını , Ağustos’un kurak sıcak güneşini , köy yaşamını ,masal tadındaki yaşam öyküsünü bölümler halinde sunuyorum. Mustafa Aslan öğretmenim , kalemin var olsun …

17 Nisan 2019 , dün KÖY ENSTİTÜLERİNİN 79. kuruluş yıldönümü idi . Milli Eğitim bakanı Hasan Ali Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç başta olmak üzere KÖY ENSTİTÜLERİNİ kuran , yaşatan ve Ülkemize aydınlığın ışığını saçan tüm emekçilerine  öğretmenlerimize selam ve saygı söyleyelim .

Naci Kaptan / 18. Nisan. 2019

BÖLÜM I

Eğitimci yazar Mustafa Aslan Aksungur

Değişik dost ve yakınlarım, uzun zamandan beri, oldukça içten ve sıcak ilgileriyle benden hep: “Yaşam Öykümün” yazılmasını istediler durdular… Dostların dürtüklemeleri ve uyarıları, bu işi böylesine savsaklamamın yanlışlığını, paslı eyseri mıhı çakar gibi çaktı beynime. Salt kendim için bile olsa bunun, Tarih önünde bağışlanamaz bir eksiklik + yanlışlık olduğu gerçeğini bilincime çıkarmaya yaradı bu uyarılar… Çıkardım.

Zaman zaman yazmayı da düşünmemiş değildim hani. Ama bu dürtüklemeler, özellikle de Cem Ateş YILDIRIM torunumun içtenlikli üstelemeleri üzerine, gündemime almak gereğini duydum. Artık duramazdım. Beynim de bana:

“Daha ne bekliyorsun Aslan’ım. Haydi, hemen işe başla!” Deyince, başladım yazmaya.


I – İlk Çocukluk Yıllarım:

İlk çocukluk yıllarım, anımsayabildiğim kadarıyla coşkulu bir yarı-sorumsuzluk içinde geçti. Biraz fazlaca sevilmiş, birazcık da şımartılmıştım. İşin iyi yanı, çevrem beni şımartsa da ben, taşkınca bir şımarıklığı pek benimseyememiş olmamdır. Şımarık taşkınlığımı, içtenliğim amorti ediyor, unutturuyordu her zaman. O günlerdeki anımsayabildiğim durumların sisini-dumanını azıcık aralayıp anlatmak, konuya biraz daha açıklık getirebilir.

Başlayalım uzun yol hikayesine :

“- Güçlü bir belleğim vardı. Sevdiğim konularda ilk gördüğüm, ilk duyduğum güzellikleri ve güzellemeleri hemen beynime yerleştiriverir onu bir daha da kolay kolay unutmazdım. O zamanlar, Fariske bucağının on sekiz köyünde, üç sınıflı ilkokul sadece bizim Uğurlu köyünde vardı.

İleri görüşlü bir köy muhtarı olan babamın muhtarlık yıllarında yaptırılmış, aralıksız olarak bugünlere değin sürdürülmüştü. Okulda okuyan ağabeyim Ali AKSUNGUR’un ağzından hemen hemen hiç düşmeyen şu aşağıda sunduğum “UNUTMA” adlı şiir yeni çıkmış, günün modası olmuştu o günlerde. Ben de özellikle köyümüz Uğurlu’daki Topluluklarda bu şiiri sık sık okuyarak nerdeyse okul öğrencileriyle yarışır olmuştum.

“UNUTMA!

Bir avuçtan fazla insan değildik
Bize dünya düşman oldu yenildik.
Bilirdiler şan vermişti eski Türk,
Sandılar ki can vermişti eski Türk!

Minareler duyguları var gibi,
Bizi kurtar bizi kurtar Yarabbi’!
v.d.. v.d.. ……………….

Diyen milli destanları yahut:

“Buldum yolda bir erik
Kaptı bir alageyik
Geyik kaçtı ormana
Ben de düştüm ardına
Geyik yolun şaşırdı
Kaf Dağından aşırdı!
v.d… v.d… .

Diyen öykülü destanı ve benzeri şiirleri bir duyuşta ezberlerdim. Kendi kendime yüksekçe bir duvar sekisine, bir kaya yükseltisinin üstüne sıçrayı-verir çıkar, uyumluca ve zevkle, şiire, şiir tadı vere vere, yüksek sesle okurdum. Bundan hem kendim doyumsuz zevkler alırdım, hem de dinleyenlerime tatlı anlar yaşatırdım…

Artık sokaklarda, meydanlarda beni gören üç-beş kişilik topluluklar, bu ve başkaca şiirleri her yerde hep bana okutmak isterler, beni isteklendirirler, şımartırlardı…

Köyün iki “Gazi” si vardı. Çanakkale Savaşında birer bacaklarını top güllesi götürmüş. O günün koşulları içinde sağaltımları yapılıp köye gönderilmişler. Kendilerine birer de “Gazi maaşı” bağlanmış. Köyde bu gazilere “Tekavit = Tekaüt” denirdi. Adlarının başına birer “Tekavit” sıfatı eklenerek:

“Tekavit Ali, Tekavit Osman” diye çağrılırlardı. Devletten Gazi maaşı aldıkları için, özellikle köyün en zenginleri sayılırdı bu iki Gazimiz…

Tekavit Ali cömert bir insandı. Beni de çok severdi. Kalabalıkça bir topluluk gördüğü yerde beni özellikle yanına çağırır, şiirler okumamı isterdi. Okuturdu. Şiirler okunup bittikten sonra bir alkış tufanı kopardı dinleyenlerimden:

“Yaşşaaa Aslan Bey. Varoool!” Sesleri yükselirdi dinleyen kalabalık köylülerimizin ağızlarından…

Beğenilmek, kıvrak bir zevk verir her insana. Hele de dört beş yaşlarındaki çocuklar için, tadına doyum olmaz bir zevk sağanağıdır beğenilmek. Ne de olsa, akranlar arasında ayrıcalıklı bir konum idi bu. Bir üstünlük idi. Üstelik de bu ayrıcalık kendi beynimizin ürünü, kendi emeğimizin ödülü olunca, sunduğu zevk daha da katmerleşiyor. İkiye, üçe katlanıyordu…

Yaşayanlar, iyi bilir bunu: Başarının verdiği zevkin doyumu, başkaca zevklerde kolayına bulunamıyor ves-selâm…

Ayrıca, Tekavit Ali, para kesesini çıkarır, bana o günün ortası delik, sarı yüz paralık paralardan para da verirdi. Ben de o paraları biriktirirdim. Her Perşembe günü Ermenek’ten gelip bizim “Gani Beleni” dediğimiz köyümüzün orta yerine konan “Pazarcı Esnafından” taktak helva alırdım. Beni seven, beni koltuklayan, sevdiğim arkadaşlarımla birlikte, keserle kırar kırar yerdik o taktak helvaları. Öyle kâfir bir tadı vardı ki o taktak helvaların, demeyin gitsin. Ne yazık ki o tadı yaşamımın bir başka aşamasında bir daha da, (hiç dememek için kolay kolay diyorum;) bulamadım gitti… Demek, çocukluk damağının zevkine, erişkinlik damakları pek erişemiyor anlaşılan…

Bir başka anımı da anlatmadan geçmeyeyim. Bu hem benim mala, mülke, özel eşyalarıma karşı olan kayıtsızlığımı ve hem de o günün yokluğu-yoksulluğu içindeki yitirdiğim servetin az-buz servet olmadığını anlatması bakımından yazıya geçirilmesi gerekir diye düşünüyorum. Sorumsuz uçarılığımın somut bir kanıtı olduğu için, özellikle kalıcılaştırmak istedim. Buyurun, anlatayım:

Babam hemen her yıl Gödüredi Yörüklerinden yaşlı yahut topal, işten- güçten düşmüş, yükten kalmış bir deve getirirdi. Köyümüz Uğurlu’nun ekini biçilmiş meralarında ahlat ağaçları arasında üç dört ay beslerdik. Tavlandırır, semirtir, sonra da keserdik. Kışlık kavurma, bastırma, sucuk yapardık.

Ana, baba bir, on iki kardeş, koca deveyi hep birlikte bir kış boyunca doya doya yerdik. Bu develerin yünlerini kırkar, el eğirtmecinde eğirir, bükerdi babacığım. Anacığım da çulfalık denilen eski el tezgâhında o ipi dokur, kumaş yapardı.

O yıl aldığımız devenin yününden dokunan kumaşı babam köyümüzün terzisi olan Mahmut Sarıaltın Çavuşa götürmüş, bana bir ceket diktirtmişti. O gün herkese biraz da fiyaka satmak için olacak, yeni ceketimi giymiş, sokağa arkadaşlarımla oynamaya çıkmıştım.

“Arasti-kesti” denilen koşu oyununa dalmıştık. Terledim. Ceketimi üzerimden çıkardım, özenle dürdüm, büktüm, “Yenice eleğim seni nerelere asayım?” özeni içinde, yolumuzun üstündeki yerli kayanın üzerine koydum. Akşama kadar oynadık arkadaşlarımızla. Bu arada bir ceketim olduğunu bile çoktan unutmuşum. Akşam eve vardığım zaman anacığım:

“Aslan! Hani çocuğum ceketin? Nerelerde koydun geldin onu..?”

Deyince aklıma geldi ceketi Çıplak-Kaya’nın üstünde unuttuğum. Anımsar anımsamaz, hemencecik koştum, vardım Çıplak-Kaya’ya. Ama ceket yok! Koyduysan bul. Yok! Toros yelleri esiyordu tek, bir defacık giydiğim o deve-tüyü renkli yepyeni, ceketimin yerinde…

O gün o Çıplak-kaya sanki bana:
“Oh olsun Aslan Beeey..!” dercesine, yüzüme çirkin çirkin sırıtıyor gibi gelmişti…

Kim bilir kim almış götürmüştü o günün behrende o yepyeni ceketimi? Bir daha da bulunamadı gitti o deve yününden eğrilip, dokunup, dikilen ilk ceketim. Bir günceğiz olsun giyip fiyakamı satabilseydim bari… Ama ne gezeer..? Oncağız hevesimi bile alamadan yerle yuf oldu. Daha sonraki günlerde de, ara, sor; bulunamadı ömrümün o ilk ceketi. Gitti-gider..! Halâ da gider.

Babam hiç üstüne düşmezdi böylesi olayların. Anlayışlı insandı. Paraya pula da kendi değerlerinden fazla değer vermezdi. Bu ağır olayın da hiç, ama hiç, bir kezcik bile olsun, sözünü etmedi… Ama anacığım..?

Anam da haklı:
Anacığım, babadan öksüz kalmış; ağasından dayak yiye yiye büyümüş bir kasaba kızı idi. Daha çocukken işe koşulmuş, yokluk içinde büyümüştü… Buna “büyümüştü” bile denilemezdi: Daha 14 yaşına bastı-basmadı, Gelin edilip, Ermenek’ten (o bir tür lüks yaşamdan) Uğurlu’ya, köyün ezgili yaşamına postalanmıştı…

Yokluğun ne menem şey olduğunu, ana-baba evinden bilirdi Anacığım. Tam bir ömür boyu başıma kaktı durdu bu vurdum-duymaz, bağışlanamaz (müseyipliğimin ürünü olan) aldırış etmezliğimi…

Bana hep müsseyyipsin derdi anam. (Müsseyip sözcüğü, bizim Taşeli’nde “Müseyyeb: İhmalci, tembel, üşengeç sözcüğünün söyleniş biçimidir. Anlamı da biraz daha katılaştırılarak, hiç bir şeye aldırış etmez, vurdum-duymaz, bulduğuna sevinmez, yitirdiğine tasalanmaz.) anlamlarıyla donangılıdır, yüklüdür. Bugün bile bizim yörelerde, Halk ağzında halen, geçerlice kullanılmaktadır. “TDK.” nun Türkçe Büyük Sözlüğüne geçmemiş. (Lâf aramızda: “Türkçe Sözlük”ü de dilimize yaraşır şekilde ve dolgunlukta donatmamız, Türklüğe yaraşır şekilde derleyip düzenlememiz, geç kalmış acil bir görev olarak bizleri beklemektedir…

Babam köyümüzün yerli kurucularından olan, büyük dedem Sayın Halit Efendi Hoca’nın torunlarından idi. Anam ise Kaza merkezimiz olan Ermenek’tendir. Onların evleniş konularını da, yeri sırası düştükçe anlatırdı anacığım:

Babamla anamın aralarında tam 18-19 yaş fark vardır. Babam: “1882” doğumlu, anam ise; “1900” doğumlu idiler.Babam daha önce, komşu köyümüz Halimiye’den bir kız alıp kaçırıyor. Halimiye, Uğurlu’nun 6– 7 km. doğusunda kurulmuş bir bucak merkezidir.Kaçırdığı kız ile babam, bir ay kadar dağda, çalı diplerinde yaşamışlar. Kızın gönlü olsa da, Ailesinin bu birleşmeye gönülleri olmamış. Karakola şikâyetçi oluyorlar. Bir ay kadar sonra jandarmalar bu çifte suçluları yakalayıp mahkemeye teslim etmişler.

Mahkeme:
“Gereği düşünüldü…” deyip babamı cezaevine kapatıyor. Tam üç yıl yatıyor Karaman Cezaevinde babacığım. Cezaevinden çıktığı zaman 31 yaşındadır. Sabıkalıdır… Bu sabıkası ve de yaşlı oluşu yüzünden, köyden kimse kız vermek istemiyor babama… Sonra köyün babamdan çekinen, babamı sevmeyen takımlarından birkaç kişi:

“Biz bu Halit Efendiyi (Halit Efendi diye çağırılırdı köyde ve yörede babam.) Ermenek’ten bir kız ile evlendiriverelim. Ermenek kızı buna kanaat etmez; ayrılırlar nasıl olsa. Bir başı dönsün bir kıçı dönsün…” Derler; anamla babamın evlenmelerine ön-ayak olurlar…

[Burada, incecik bir ayrıntıdan söz etmemiz gerekiyor:
Bu ayrıntı, köy ile kent yaşamı arasındaki büyük uçurumdur. Köylüler alt-sınıf insanı, kentliler ise üst-sınıf insanıdırlar. Yaşamları arasındaki sosyal uçurum, bu ayrışımları somutça ortaya koymaya yeter. Bunu köylülerimiz, öz kendi yaşamlarıyla dolu dolu yaşadıkları için daha yakından bilirler.

Yokluklar, geçim sıkıntıları, hasetlik, fesatlık, yoklu insanların düşünme ufuklarını kendi oylumları ölçüsünde, orantılıca daraltıyor. Dar görüşlü insanlar ise, dış güçlerle dövüşmeyi göze alamazlar. İçlerinde biriken enerjilerini iç yakınlarındaki, kendi öz yakınlarındaki, içerdeki kendilerine yakın güçlerle dövüşmeyi, onları yok etmeyi iş edinirler. Ama dışarıya karşı pıskın, (pısırık) çekingen olurlar. Evdekilere karşı Arslan, dışarıya karşı tilki bile değil, fare kesilirler…]

Böylece anamla babam, düşmanlarının yardımlarıyla evlenmişler. Ama anacığım sabırlı ve akıllı çıkar. Kocasına, evine, çocuklarına sar-sataş olur. Sever. Sevilir… Öyle yüce bir “Can” idi ki o can Anacığım; bunu: “Anlatmakla bitiremeyiz.” Desem de ben, sanırım sizler anlarsınız, anlamışsınızdır.

Görgülü ve Bilgili idi Anacığım. Köyde hemen herkes her işini anama danışırdı. Anam da kimseden bir yarar beklemeden, büyüklenme nedir hiç bilmeden, her başvuranın yardımına seve seve koşar, işini zevk ala ala bitirirdi…

Köyümüz kadınlarına yemek yapmasını, yufka açmasını, don biçmesini, dikiş dikmesini, çevre işlemesini öğretmiş… Yaşamı-boyunca, köyün kızlarının, kadınlarının gönüllü ve parasız, besbedava öğretmeni olmuş. Çok sonraları, bizler büyüyüp “adam olduğumuz” zamanlarda da sürdürdü anacığım, köy halkına yol-gösterici hizmetlerini, o yüce önderliğini, öğretmenliğini…

İnsancıldı. Severdi insanları. Biraz tutumlu, pintice idi ama kapıya gelen kim olursa olsun, tanıdık, tanımadık gelenleri de hiç boş çevirmezdi…

Köyde anacığımla birlikte yaşadığımız bir anımı daha anlatmadan geçmeyeyim. Bu bizim Türk köylüsünü bilmeyen kentli aydınlarımız için bir örnek olabilir. Anlatayım öyle geçeyim.

Köyde Hıra Abdullah koca derler bir Eren vardı. (1290 = 1874 – 1937) Bir gün anam bana:

“Hıra Abdullah koca (Yurtsever) hastalanmış. Hastaya bakmak sevaptır çocuğum. Haydi, seninle birlikte gidelim, bir bakıp gelelim hastaya!” Dedi.

Pişirdiği kükürdevikli çorbayı doldurdu bizim “Kalaylı Tas” adını verdiğimiz özel tasa, elimden yapıştı, düştük yollara… İkimiz birlikte vardık Aşağı Mahalledeki Hıra Abdullah Koca’nın evine.Hasta, yarı karanlık loş bir odada, iniltiler içinde yatıyor. Bizim geldiğimizi görünce iniltisini kesti. Sönük, fersiz bir sesle:

“-Hoş geldin Emine Hanım. Allah bana her şeyi malum eder. İnan bana, bugün senin bir kükürdevikli çorba pişirip benim ziyaretime geleceğini de bildirdi bana Allahım. İnşallah çorbasız gelmemişsindir!” Dedi.

Ben şaşakaldım:
“Allah Allah..! Bu adam Ermiş mi nedir? Haydi bizim geleceğimizi bildi diyelim, ya şu kükürdevikli çorba getireceğimizi nereden bildi acaba..!?” diye düşünürken, Anam:

“-Tabi getirdim Abdullah Efendi ağa..! Çorbasız hasta yanına gidilir mi hiç..?” Dedi.

Daha soğumamış, dumanı üstünde çorba tasını Hıra Abdullah Kocanın önüne sürdü. Hiç hasta falan değilmiş gibi, koca tastaki çorbayı iştahla yedi bitirdi hastamız…

Bu olaydan üç dört gün sonra da, duyduk ki Hıra Abdullah koca ölmüş; salâası veriliyormuş… Kendi evimizden bir can ölmüş gibi, oturmuştu Hıra Abdullah kocanın acısı o günkü çocuk yüreğime…

BÖLÜM II SONU – DEVAM EDECEK


Bölüm I                 https://nacikaptan.com/?p=67366

Bağlantılı yazı   https://nacikaptan.com/?p=33536

DÜZİÇİ KÖY ENSTİTÜSÜ ANILARIM *

KÖY ENSTİTÜLERİ kapatılmasaydı , Türkiye bugün çağdaşlığı , sanayi devrimini yakalamış olacaktı …Daha eğitimli bir toplum yapısı oluşacak , Laiklik ve demokrasinin özü halk tarafından kavranacak , eğitimli,bilinçli , yobazlara itibar etmeyen , aydınlanma devrimlerini sahiplenen bir ülke oluşacaktı…Ulus Devlet bilinci güçlenecekti. Politikacılar erdemli ve liyakatli olacaklar, ülkelerine ihanet etmeyecekler , yolsuzluk yapmayacaklardı, Türkiye Dünyada itibar sahibi bir ülke olacaktı Köy Enstitüleri kapatılmakla Türkiye ne kaybetti? Bunun yanıtı, tartışılmayacak kadar açık. Bunun yanıtı boşalan köylerde, cemaatlere teslim edilen varoşlarda. Bunun yanıtı, mahalle baskısının ve cemaatlerin gücünün hangi boyutlara ulaştığını gösteren araştırmalarda….

Naci Kaptan / 18 Nisan 2019

This entry was posted in CUMHURİYET - DEMOKRASİ - ÇAĞDAŞLIK, Dizi Yazilari, EĞİTİM, KÖY ENS.ÖĞR. MUSTAFA AKSUNGUR ANILARI, KÖY ENSTİTÜLERİ. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *