OSMANLI’DA HAL VE DURUM VE KÖY ENSTİTÜLERİNİN KURULUŞU BÖLÜM III

Naci Kaptan / 21.02.2019

Bölüm I / II    https://nacikaptan.com/?p=65846
Bölüm III        https://nacikaptan.com/?p=66192
Bölüm IV        https://nacikaptan.com/?p=66254

 

BÖLÜM III

İşte böyle değerli okur ,
Tek adam sultasının , padişahlığın hüküm sürdüğü bir ülkede , Müttefikler tek adamı , padişahı teslim almış ve Vahdettin’i aşağılayarak kullanıyorlardı . Hatta İngiliz’lerin İstanbul’u işgal sürecinde görevli İngiliz komiser Londra’ya çektiği telgrafta şöyle yazıyordu ;

“İş başına öyle kişileri getiriyoruz ki dindar ve inançlı görünerek bizim çıkarlarımıza hizmet edecekler !!! ” Ve işbirlikçiler her dönemde var oluyordu … Ve  Büyük asker , fedakar komutan Gazi Paşa bu oyunların tamamını bozuyordu..

Şark Meselesi’nin çözümlenmesinde düğüm noktası olarak kabul edilen İstanbul şehri, emperyalist devletlerin her zaman ilgisini çeken bir kent olmuştur. 30 Ekim 1918 tarihinde Osmanlı Devleti’nin imzaladığı Mondros Ateşkes Antlaşması, İstanbul’un işgaline uzanan süreci başlatmıştır. Müttefiklerin paylaşamadıkları bu şehri birlikte işgal etme planları, 13 Kasım 1918 tarihinde yürürlüğe konulmuş; İstanbul önlerine gelen İtilaf Devletleri donanması 465 yıllık Osmanlı başkentini askerî bir işgal ve abluka altına almıştır.

13 Kasım 1918’den 16 Mart 1920’ye uzanan süreçte İtilâf Devletleri işgal kuvvetleri İstanbul’da denetimi büyük ölçüde ellerine geçirmişlerdir. Bu zaman zarfında başkentteki uygulamaları ile bu işgalin geçici bir işgal olmadığını, burada kalıcı olduklarını göstermişlerdir. 5 Kasım 1919 tarihine gelindiğinde İtilâf Devletleri’nin İstanbul’daki işgal kuvvetlerinin sayısı 50.000’i geçmiştir. İşgalciler, İstanbul’daki uygulamaları ile sömürü amaçlı olarak buraya geldiklerini de göstermekte idiler.

1918 yılı Kasım ayından itibaren İstanbul’un işgaline yönelik plânlar İtilâf Devletleri tarafından harekete geçirilmiştir. Nitekim, bu maksadı gerçekleştirmek amacıyla, 13 Kasım tarihinde İtilaf filosundan 2616 İngiliz, 540 Fransız ve 470 İtalyan askeri olmak üzere toplam, 3.626 asker karaya çıkarılmıştır.57 Bu kuvvetin çoğunluğunu İngiliz askerleri teşkil ediyordu. Bunlardan 2000 kişi Beyoğlu bölgesindeki kışlalarla, yabancı okul ve hastahane gibi müesseselere, bazı otel ve hususi binalara yerleştiler. Geri kalan İngiliz askeri ise, Boğaz ve Rumeli yakasında, Rumelikavağı, Yenimahalle ve Büyükdere’den Bebek’e kadar uzanan sahadaki karakollara yerleştirildiler .

İtilâf Devletleri, işgale başladıktan bir süre sonra Osmanlı başkentinde denetimi daha sıkı bir şekilde yürütmek amacıyla kimi denetim mekanizmaları teşkil etmişlerdir. İstanbul’da denetimi sağlamak maksadıyla teşkil edilen ve yukarıda bahsedilen komisyonlar, Osmanlı hükûmetine rağmen, başkentte denetimi eline geçirmeye büyük önem vermiştir. Bu komisyonlar sırasıyla polis, sağlık, gıda, cezaevi, sansür ve telgraf denetimi, levazım, pasaport, donanma ve ordu komisyonları ile liman denetiminden sorumlu idiler.Özellikle pasaport bürosu vizesi bulunmayanların Boğazda karşıdan karşıya geçmesine dahi izin vermemek gibi bir uygulamayı da başlatmıştır. İstanbullular kendi şehirlerinde bir yerden bir yere pasaport ile gitmek mecburiyetinde kalmışlardır.

İtilâf kuvvetleri İstanbul’a çıktıktan sonra, şehrin asayişi bozulmuş, Türk polisinin ve jandarmasının sözü ve hükmü büyük ölçüde azalmıştır. Türk hakimiyeti ve izzet-i nefsini kıran olaylar sık sık cereyan etmeye başlamış, millî vicdanı derinden yaralayan olaylar gerçekleşmiştir.

İşgal kuvveteleri komutanlarından İngiliz General Wilson, 17 Ocak 1919’da Osmanlı Harbiye Nezaretine yazdığı bir yazı ile Osmanlı zabıtasının kontrolünü üzerine aldığını bildirmişti. General Wilson’un Harbiye Nezareti’ne gönderdiği bu yazıdan sonra İstanbul’un inzibat ve asayişinin sağlanması konusunda bir düzenlemeye gidilmiştir. Bu düzenlemeye göre, Boğazın Rumeli yakası Beyoğlu ve Rumeli olmak üzere iki bölgeye ayrılmış ve her birine İngiliz, Fransız ve İtalyan polislerden onar polis, yine aynı devletlerin kontrol zabitlerinden müteşekkil bir komisyon eşkil edilmiş, başlarına bir İngiliz yüzbaşısı verilmiştir. İstanbul yakası da iki bölgeye ayrılmış ve idaresi bir Fransız yüzbaşısına verilmiştir. Üsküdar, Kadıköy ve Boğaz’ın Anadolu yakasındaki inzibat işleri de bir İtalyan subayının komutasına bırakılmıştır. Bütün İstanbul’un inzibat işlerinden ise General Fuller sorumlu idi. Böylece başkentin inzibatı da İtilaf kuvvetlerinin eline geçmiş oluyordu.

İşgal Kuvvetlerinin İstanbul’daki Uygulamaları
8 Şubat 1919 tarihinde ise, Rumelide bulunan İtilâf ordusunun başkomutanı Fransız Generali Franchet d’Esperey’in Galata Rıhtımından Perapalas oteline gidişi ayrıca ve teferruatıyla anlatılmaya değerdir. Fransız generali, bir zafer alayı ile, kır bir ata binmiş ve dizginlerini Roma usulünce iki askere tutturmuş olduğu halde, azınlıkların alkışları arasında, İstanbul sokaklarında dolaşarak Fransız elçiliğine gitmiş ve orada yerleşmiştir. General Franchet d’Esperey’in alayına Rumlar Yunan bayrakları ile katılmışlardı. Bu alayda Türklere düşman olan bütün unsurların yanında işgal kuvvetlerinden İngiliz ve İtalyanlar da yer almıştır.

Bu arada İtilâf askerlerinin İstanbul’u işgalinin ardından bir de selam mes’elesi gündeme gelmiştir. Osmanlı ordusu erkânı ve zabitleri, İtilaf zabitlerine sokakta rastladıkları zaman rütbe farkına bakılmayarak selamlamaları isteniyor ve buna mecbur tutuluyorlardı. Genel olarak yüksek rütbelilerin ast rütbelilerce selamlanması askerî bir kural iken bu usûl, Türk ordusuna tatbik ettirilmek istenen aşağılık bir hareket idi. Buna göre 50-60 yaşlarında bir Osmanlı paşası veya beyi 20-25 yaşlarındaki bir İtilaf Devletleri zabitine veya erine selam vermeye mecbur oluyordu. Bu selam mes’elesinden dolayı kötü bir muameleye maruz kalmamak için Osmanlı ordusu mensuplarının hemen hepsi vazife dışında sivil elbise giymeye mecbur oldular. Hatta, görevli oldukları yerlere dahi sivil elbise ile gidip, orada resmî elbise giyerlerdi. Bu da savaşta yenik çıkmanın bir sonucu olarak değerlendirilebilir.

Diğer bir uygulamada İtilâf ordusuna mensup askerlerin trenlerde ve vapurlarda birinci mevkide oturmalarıdır. Birinci mevki bileti alanların çoğu bu durumlarda ayakta gitmek mecburiyetinde kalıyorlardı. İngiliz askerleri daha da ileriye giderek Haydarpaşa hattındaki trenlerde seyahat eden yolcuların biletinden eşyasına varıncaya kadar her şeyini kontrol ediyorlar, kılık kıyafetini beğenmediklerini de trenlere bindirmiyorlardı. Yaz ve kış İtilaf zabitleri için vapur ve trenlerde boş yer bırakılması da ilke haline getirilmişti. Bu arada şunu da ifade etmek gerekirse, İngilizler yolda yürüyen vatandaşların yürüyüşüne dahi karışmakta idiler. Mesela, kaldırımdan yürümediği için İngiliz askerleri tarafından para cezasına çarptırılanlar dahi vardı. Bunları o dönemin basınından takip etmek mümkündür.

Kılık kıyafetlerine bakıldığında Fransızlar mavi, İngilizler ise haki elbise giymekte idiler. Şapkaları da farklı idi. İstanbul’da bulunan devlet erkânına ve halka psikolojik bir baskı için İngiliz ve Fransızlar zaman zaman İstanbul sokaklarında tantanalı resmî geçitler yaparlardı. Bazen de 3.000-3.500 kişi civarındaki bu birlikler ayni caddelerden bir kaç defa geçirilerek halkın gözünde bu kuvvetlerin miktarının çok olduğu izlenimi yaratılmak istenirdi. Bu olayların yaşandığı sırada Beyoğlu mıntıkasındaki kimi Türk esnafı da dükkan ve işyerlerinin tabelalarını İngilizce veya Fransızca yazarak onlara hoş görünmeye çalışıyorlardı. [1- Dr.Zekeriya Türkmen]

İŞGAL İşgal kuvvetleri Taksim meydanında

İŞGAL SÜRECİNDE YAŞADIKLARIMIZI UNUTMAMAK GEREKTİR

İstanbul’un 16 Mart 1920’de resmen işgal edilmesi asayiş problemine yol açtı. Özellikle müttefik askerleriyle azınlıkların davranışları bu sorunu körükledi; Meskenlere el koyuyorlar, Türklere hakaret ediyorlar, değerli eşyalarını gasp ediyorlardı. Ayrıca halkın, bayrak, ezan gibi kutsal değerlerine de saldırıyorlardı. Posta paketleriyle yurtdışına ‘sikke’ ve külçeler halinde altın da kaçırıyorlardı.Bu makale, işgalcilerin İstanbul’un asayişini bozan faaliyetlerini, Osmanlı arşiv belgelerini kullanarak ortaya koymayı amaçlamaktadır.

İstanbul, 16 Mart 1920’de İtilâf Devletleri’nce resmen işgal edilmişti. İngiliz, Fransız ve İtalyan Yüksek Komiserleri, sabah erkenden Sadrazam Salih Paşa’ya bir nota vererek saat 10’dan itibaren İstanbul’un işgal edileceğini bildirmişlerdi. Notanın ekinde, İstanbul’un Müttefik devletlerin askerî işgali altına alınacağı, Müttefik askerî makamlarının, müttefik yüksek komiserleri namına şehrin işgali için gereken bütün askerî tedbirlerin uygulanmasını sağlayacakları, buna göre; Harbiye ve Bahriye Nezaretlerinin işgal edileceği, buralardan verilecek emir ve tebligatların kontrol ve sansüre tabi tutulacağı, posta, telgraf ve telefonun kontrol altına alınacağı, polisin de sıkı bir kontrole tabi tutulacağı, sükûn, nizam ve asayişin muhafazası için gereken bütün nizamnamelerin düzenleme, duyurma ve uygulamasının işgal kuvvetlerince sağlanacağı vurgulanıyordu.

İngiliz Dışişleri Bakanlığı Doğu Masası memurlarından W.S. Edmonds’a göre, “Türklerin akıllarını başlarına getirmek için tek çare İstanbul’un işgal edilmesiydi”. ABD’nin Londra büyükelçisi Davis’in Dışişleri Bakanlığı’na gönderdiği 6 Mart 1920 tarihli bir telgraf işgal kararının aynı tarihte Londra’daki müttefik konferansında alındığını gösteriyordu. Sadrazam Salih Paşa ise verdiği bir karşı notayla işgali protesto ediyor, Anadolu hareketinin idarecileri veya mensupları tarafından yapılmış olan tecavüzleri onaylamadığını da belirtiyordu.

İngiltere Başbakanı Lloyd George, Londra Konferansı’nın 28 Şubat 1920 tarihli oturumunda artık güçlerini gösterme zamanının geldiğini, 5 Mart’taki oturumda ise Maraş olaylarının büyük devletlerin prestijine leke sürdüğünü öne sürmüştü. Aynı tarihte İstanbul’da bulunan İtilâf Devletleri Yüksek Komiserlerine gönderilen talimat tasarısında, Kilikya’daki Ermeni katliamını önlemek ve suçluları cezalandırmak için hem yerinde hem de İstanbul’da tedbir alınmasına karar verildiği, Kilikya’daki tedbirlerden Fransa’nın sorumlu olacağı, İstanbul’da ise Hükûmet binalarının işgalinin, Sadrazam ile bazı nazırların tutuklanmalarının düşünüldüğü bildirilerek bu konudaki görüşleri soruluyordu. Bununla ilgili olarak İngiliz Yüksek Komiseri Amiral de Robeck’in 29 Şubat’ta İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon’a çok gizli ibaresiyle gönderdiği yazıda “direnişi kırmak için İstanbul Hükûmeti nezdinde boş yere teşebbüslerde bulunmaktansa İstanbul’un fiilî olarak işgal edilmesi gerekeceği” bildiriliyordu.

İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon da, Avam kamarasında yaptığı bir konuşmada işgalin habercisi olan şu sözleri söylüyordu; “…Türkiye hükûmeti ve Türk kuvvetleri tarafından mütareke bariz bir surette ihlâl edilmiştir. Pek çok defalar hasmane tecavüzat vaki olmuştur. Payitahtla Anadolu’daki Kuvâ-yi Milliye arasında suret-i daimede esliha ve kuvâ-yı müselleha nakledilmiştir. Türk zabitanı sokaklarda öyle bir tavır takınmışlardır ki bu ancak amirlerinden telakki eyledikleri emrin neticesi olabilir”. Yine Lord Curzon’a göre, Türklerin özellikle Anadolu’da Mustafa Kemal Paşa önderliğinde giderek büyüyen Kuvâ-yi Milliye hareketinin İngilizlere kafa tutan tavrı İstanbul’un işgaline sebep olmuştu ve İstanbul’un işgali müttefiklerin kararlılığının ve gücünün ispatı olacaktı.

Lord Curzon bunları aldığı istihbarat raporlarına dayanarak söylüyordu. İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri Sir John de Robeck, 1 Mart’ta Lord Curzon’a gönderdiği gizli yazıda, gizli bir kaynaktan sağlamış olduğu bilgiye dayanarak Maraş bölgesindeki Fransız güçlerine saldıran Milliyetçi milis gücüne silah ve mermileri Osmanlı Harbiye Nezareti ile Osmanlı kolordu ve tümen komutanlarının sağladığını bildiriyordu. Fransız basınının bile, Kilikya’da Ermenilerin katledildiği yolundaki İngiliz propagandalarına ihtiyatla yaklaştığı, gerçekte İngiltere’nin Türklere gözdağı vermek istediği, İstanbul’un işgalinin hiç bir fayda sağlamayacağı, Fransız kamuoyunun işgali sanki Fransa’ya karşı girişilmiş gibi gördüğü de gerçekti.

İngiltere ile Fransa arasındaki nüfuz mücadelesinde İngilizler bir adım öne geçmişler hatta Fransızların meşhur Generali d’Esperey, İngilizlerin şikâyetleri sonucunda Fransız hükümeti tarafından görevden alınmış yerine 5 Nisan’da General Nayral de Bourgon atanmıştı. d’Esperey, General Wilson’un komutası altındaki Müttefik Kolordu’dan . Fransız Tümenini ve ayrıca iki taburu ayırıp kendi komutası altına almıştı. O, Fransız askerlerinin, müttefik olsa bile, yabancı bir komuta altında olmalarını istemiyordu. Türk basınına verdiği bir demeçte de, Yüksek Konsey’in Fransız görüşünü benimseyerek, Türklerin İstanbul’da kalmalarına karar verdiğini söylemişti. Fransız Yüksek Komiseri Defrance’a gönderilen de Robeck ve Wilson ile birlikte çalışılması emrini de reddeden d’Esperey, askerî operasyonu kendisinin yönetmesini istemiş ancak İngiliz Generali Milne’den, “Hükümetimin talimatına göre İstanbul’da harekâtta bulunmak için hiç kimseden emir telâkki edemem” cevabını almıştı.

İşgal, Panislamist eğilimlerin ve giderek güçlenen bolşevik yayılmacılığının bölgesel çıkarlarını tehdit edici boyutlara ulaştığına ve tüm bu olumsuz gelişmeleri İstanbul’dan kontrol ve denetim altına alabileceğine inanan İngilizler’in plânı da olabilirdi. Misâk-ı Millî’nin ilânı ve Maraş olayları görünür sebepler olmaktan başka bir anlam ifade etmiyordu.

Hükûmet gazetelerde yayınlanan resmî tebliğinde ise işgalin geçici olduğunu, İtilâf Devletleri’nin niyetinin saltanat makamının nüfûzunu kırmak değil aksine o nüfûzu desteklemek ve sağlamlaştırmak olduğu, Türklerin İstanbul’dan mahrum edilmeyeceği fakat karışıklıklar ve öldürme gibi olaylar olursa bu kararın değişeceğini, bu nazik zamanda herkesin kendi işine gücüne bakarak Osmanlı Devletinin enkazından yeni bir Türkiye ortaya çıkarmak için son bir ümidi cinnetleri ile mahvetmek isteyenlerin aldatmalarına kapılınmaması ve saltanat makamının emirlerine uyulması isteniyordu.

Müttefik Kuvvetler Komutanı General Wilson da ‘İstanbul Ahalisine’ başlığıyla yayınlanan bildirisinde izinsiz silah taşımanın kesinlikle yasaklandığı, sekiz santimden uzun bıçak ve hançerlerin silah sayılacağı, her türlü toplantının kesinlikle yasak olduğu ve bu emirlere uymayanların Divan-ı Harb-i Örfi’ye verilerek idamla cezalandırılacaklarını belirtiyordu. Yine işgalcilerin bir duyurusu, İtilaf Devletlerinin Galata’daki pasaport dairesinden vize almadan Anadolufeneri-Pendik hattından öteye seyahat etmenin yasak olduğunu bildiriyordu.

Bosphore gazetesinde, “Hareket-i Milliye ve Müttefikler” başlıklı yazıda İngiltere, Fransa, İtalya Yüksek Komiserlerinin dünkü beyannamesinin müttefiklerin millî hareket hakkındaki hissiyatının açık bir belirtisi olduğu ifade ediliyordu. Mustafa Kemal’in itibarını kaybettiği ve en kör taraftarlarının da artık gerçeği anlamaları gerektiğine dikkat çekilerek; “ Ah! Eğer Türkler mütarekeden sonra olsa bile hulûs ve samimiyet ile akıl ve mantığa rücû etseler idi elyevm vaziyet ne kadar başka türlü olacak idi” denilerek hayıflanılıyordu.

Orient News gazetesine göre de Anadolu hareketi, İttihat ve Terakki komitesinin halefleri tarafından idare ediliyordu ve bu teşkilat önderlerinin Bolşeviklerle de temasta bulunduklarına asla şüphe yoktu. Bunların takip ettikleri siyaset anarşi ihdas etmek ve müttefikler aleyhinde ihtilâl çıkarmaktı. Fransızca İstanbul gazetesi de İstanbul’un işgaline İttihatçıların neden olduğunu yazıyor ve şu yorumu yapıyordu; “Türkiye Harb-i Umumi’ye iştirakına ve Enver ile Talat’ın cinnetine rağmen yaşayabilir. Fakat bu, takip edeceği hatt-ı harekete bağlıdır. Eğer Anadolu’da hristiyanların katliamı, İtilâf askerlerine karşı tecavüzat ve yolsuzluklar devam eyleyecek olur ise, bunların failleri hasta adamın seng-i mezarına “Türkiye ölmüştür” kitabesini yazacaklardır”.

İngiliz basınında çıkan haberler de İngiliz kamuoyuna işgal gerekçelerini bildiriyordu. İşgalin sorumluluğu adeta günah keçisi yapılan İttihat ve Terakki’ye yükleniyor; “Millî organizasyona başlayan bu adi adamlar (M. Kemal ve arkadaşları) ne hükûmete ne de sultana itaat etmiyorlar. Kendi halkının ızdırabına sebep oluyorlar. İstanbul Üniversitesi konferansları da bu hareketi artırdı. İstanbul’un Türklerde kalacağını söyledik. Hristiyanlara saldırmayın, olay çıkartmayın dedik, fakat dinlemediler. En sonunda işgal zorunda kaldık” denilerek işgal haklı gösterilmeye çalışılıyordu.

İşgal harekâtı gece yarısından sonra başlamıştı4. Sabah saat 10’a kadar işgali planlanan yerlerin çoğu işgal edilmiş, tutuklanacak kimselerin bir çoğu tutuklanmış, sıkıyönetim ilân edilmiş bulunuyordu. 16 Mart sabahı erken saatlerde yapılan tutuklamalar tutuklunun evine korku salacak şekilde yapılıyor, bu kimseler gecelik kıyafetleriyle götürülüyorlardı. Fransız Yüksek Komiseri Defrance da İngilizlerin işgali büyük bir çalımla yürüttüklerini söylemişti.

İşgal edilen yerlerden birisi de Şehzadebaşı’ndaki mızıka karakoluydu. Buraya sabah erken saatte İngilizler tarafından askerlerimiz uyurken yapılan baskında  5 Osmanlı askeri kurşunlanarak ve süngülenerek öldürülmüş 9 veya 12 kadarı da yaralanmıştı. Bir İngiliz askeri ölmüş, bir subay yaralanmıştı. Osmanlı askerlerinin bazıları yataklarında süngülenerek öldürülmüşlerdi. Burası yalnızca mızıka karakolu değil, aynı zamanda 10. Kafkas Tümeninin karargâhıydı. İngilizlerin burayı basmalarının nedeni de Tümen Komutanı Yarbay Kemalettin Sami Beyi tutuklamak üzere aramalarıydı. Ancak onu bulamadılar. İngilizler Meclisi de basmışlar başta Rauf (Orbay) ve Kara Vasıf Beyler olmak üzere birçok kişiyi tutuklayarak Malta’ya sürmüşlerdi.

Mustafa Kemal Paşa İstanbul’un işgal edilmesine ve Meclis’in basılmasına çok sert tepki göstermiş ve Anadolu’da bulunan İngiliz subaylarının tutuklanmalarını emretmişti. Erzurum’da bulunan Yarbay Rawlinson bunların başında gelmekteydi. İşgali protesto etmek amacıyla gönderdiği yazıda da İstanbul’un İtilâf Devletleri’ne mensup askerî kuvvetler tarafından resmen ve zorla işgal edilmiş olmasını, “Millet-i Osmaniyenin hakimiyet ve hürriyet-i siyasiyesine havale edilen bu son darbe, hayat ve mevcudiyetini, ne bahasına olursa olsun, müdafaa etmeğe azmetmiş olan biz Osmanlılardan ziyade, yirminci asr-ı medeniyet ve insaniyetinin mukaddes addettiği bütün esasata, hürriyet, milliyet, vatan hissiyatı gibi bugünün cemiyat-ı beşeriyesine esas olan bütün umdelere ve bu umdeleri vücuda getiren vicdan-ı umumi-i beşere racidir” şeklinde nitelendirmişti.

Yine Mustafa Kemal Paşanın Karabekir’e, “bu telgrafı bir dakika tehîr eden hain-i vatandır” ibaresiyle çektiği telgrafta “Geyve Boğazı’nın işgali ve demiryolu köprüsünün tahribi, Geyve, Ankara, Pozantı mıntıkasındaki demiryolu hat ve malzemesine el koymak üzere hat boyundaki İtilaf kuvvetlerinin silahlarının alınarak tutuklanmaları, Konya’da Anadolu hat komiser yardımcısının derhal demiryollarına el koyması ve emrine uymayan memurları cezalandırması, İstanbul ile tel hatlarının çoğu Geyve’den geçtiğinden, Geyve santralinin askerlerce derhal işgal” edilmesini bildirerek karşı önlemlerini almıştı.

İtilâf Devletleri’nin İstanbul’da giriştikleri keyfî uygulamalar, Avrupalıların Türklere hangi gözle baktıklarını göstermesi açısından kayda değerdir. İnsanı hayrete düşüren faaliyetlerini pervasızca yürütmekten çekinmiyorlardı.Sükûn, nizam ve asayişi sağlamak bahanesiyle İstanbul’u işgal edenler, bizzat düzensizlik ve asayişsizliğin kaynağı haline geleceklerdi. İşgali gerçekleştirdikleri sırada Galata köprüsü muhafaza memurlarından Şuayip Efendi’nin Fransız askerleri tarafından öldürülmesi, daha şehri ilk işgal ettikleri gün arabasına bindikleri bir arabacıyı döverek arabadan atan beş İngiliz askerinin davranışı ileride yaşanacakların da işaretiydi. Çamlıca gibi şehre hakim tepelere mitralyöz ve makineli tüfekler yerleştirip, gayr-i müslim unsurların şikâyetleri sonucunda müslüman halkın evlerinde aramalar yaparak silah bulunan ev sahiplerini tutuklayan İngilizlerin niyetinin pek de halisane olmadığı anlaşılıyordu. Meskûn olduğunu bildikleri yerlerde bile askerî manevra ve top atışı yapmaktan çekinmeyen İngilizler, müslüman Türklere karşı İngiliz askerlerinin gerçekleştirmiş olduğu saldırılara dair izahat vermekten dahi kaçınıyorlardı.

Gayr-i müslim unsurların bu gibi şikâyet ve isteklerini yerine getirmede pek istekli olduklarını gördüğümüz işgalcilere, azınlıklara mensup kişilerin yardımcı olmaları da sık rastlanan olaylardandı. Kartal’da birçok evde arama yapan İngiliz müfrezeleri Kartal bölük kumandanı İzzet Bey’in evini dahi aramaktan çekinmemiş, iki tabancasına da el koymuştu. Bu arama sırasında İzzet Bey evden yüz metre uzakta tutulmuş ve İngiliz elbisesi giymiş iki Ermeni ve bir sivil Türk’le bazı Hint askerleri de hazır bulunmuştu.

Yeşilköy’de uçaklara tahsis edilmiş olan alanı korumakla görevli Senegalli Fransız nöbetçi askerinin durmasını ihtar ettiği fakat dil bilmediği için anlamayıp durmayan Mustafa adlı kişi açılan ateş sonucu ölmüştü. Fransız Fevkalade Komiserliği nezdinde yapılan girişimde, nöbetçilerin uçaklara tahsis edilmiş bu alana kimseyi sokmamak hususunda kesin emir aldıkları, emirleri yerine getirmelerinin tabiî olduğu bildirilerek, Osmanlı teb’ası nöbetçilerin ihtarına uydukları ve saklanmak veya yere yatmak suretiyle yasaklanmış bölgeden geçmeye çalışmadıkça bu gibi durumların tekrarlanmayacağı yolunda cevap alınmıştı. İşgalcilerin nezdinde müslüman Türklerin hayatının kıymet-i harbiyesi bulunmuyordu.

Kendi aralarında ettikleri kavgalarla da şehrin asayişini ihlâl eden işgalciler, halkın mal ve ırzına saldırmaktan da geri durmuyorlardı. 17 Mayıs 1920 tarihinde İngiliz polis memurlarından biri İçerenköy’de kasaplık yapan bir Türk’ün kapısını kırarak evine girmiş ve karısına saldırmış, feryatlar üzerine yetişen komşuların İçerenköy Jandarma karakoluna haber vermeleriyle, karakol kumandanı beraberinde bir askerle gelerek İngiliz polisin silahını almış ve tutuklayarak İngiliz Polis Kumandanlığına teslim etmişti.

Silâh bulunduran ve taşıyanlara karşı tahammül göstermeyen işgalciler, İçerenköy, Bostancı, Sahrayı Cedîd, Kısıklı mevkileri reji muhafaza memurlarına verilen silah vesikalarının İngiliz kumandanlığınca da tasdik edilmesini istiyorlardı. Yaptıkları aramalarda yalnızca silah ve cephaneyi değil işlerine gelen birtakım eşyaları da çuvallara doldurup götürmekten çekinmeyen işgalcilerin, Tuzla’da halkın bayram münasebetiyle silah atması nedeniyle yaptıkları aramalarda silâh ve mavzerlere el koymaktan başka, çorap, mendil, havlu gibi eşyalarla ziynet altınlarını da aldıkları görülüyordu. Üsküdar Bulgurlu’da Hüseyin Ağaya ait ağıla gelen beş silahlı İngiliz askerinin tehditle yedi Osmanlı altın lirası, yedi gümüş çeyreği ve beş adet yüz kuruşluk kağıt parayı, bir gümüş saati ve bir tabancayı gaspetmeleri de46 sıradan bir olaydı. Yabancı askerlerin yollarda ne görseler avuçlayıp ceplerine atmak gibi alışkanlıkları da vardı. İşportacıların arabalarını dağıtıp, kahkahalarla karışık küfürler savuruyorlardı. Resmen yağmacılık yapıyorlardı.

İngiliz askerlerinin Ümraniye’de ezan okuyan bir müezzine ateş açmaları da dinî hoşgörülerinin seviyesini gösteriyordu. Gerekçe gösterilmeden tutuklamalar yapılıyor, Kuvâ-yi Milliye’ye katılmalarından endişe edilen subaylar da bundan nasiplerini alıyorlardı. Kartal Bölük Kumandan vekili Haydar Efendi ile kaza kaymakamı Hamid Bey’in İngilizler tarafından tutuklanıp hapsedildikten 12 saat sonra serbest bırakılmaları fakat tekrar tutuklanarak Dersaadet’e sevkolunmaları da keyfî uygulamalara bir örnek teşkil ediyordu. Bir yandan asayişin sağlanması için Osmanlı makamlarından talepte bulunan, öte yandan Jandarma karakollarını kuşatıp silahlarına el koydukları askerleri görevlerini yapmaktan alıkoyan İngilizlerin, iyi niyetli olmadıkları açıktı.

3 Temmuz 1920’de Çubuklu’ya çıkarılan 800 kişilik bir Yunan müfrezesi iki gün önce Beykoz’a çıkmış olan tahminî 3000 kişilik İngiliz askerleriyle birlikte Dudullu’da İngiliz mıntıkasına taarruz eden Kuvâ-yi Milliye’ye karşı savaşıyordu. İstanbul’daki müslüman halkın Rum azınlığa karşı hazırlandıkları bahanesiyle Yunanlılar tarafından Rumlara 3000 silah dağıtılması da Yunanlıların İstanbul üzerindeki emellerinden vazgeçmeyeceklerine işaret ediyordu. İstanbul’dan başka Trakya üzerinde de hak iddia ettiklerinin bir göstergesi de, Sirkeci istasyonundan Edirne’ye giden tren yolcularının seyahat vesikaları Fransız zabıtasınca vize edildiği halde, 29 Haziran 1920 tarihinden beri Yunan konsolosluğundan da vize alınmasının şart koşulmuş olmasıydı.

Asayişi sağlamak bir yana aksine asayişsizliğe davetiye çıkaran işgalcilerin uygulamaları sosyal hayatı da olumsuz yönde etkiliyordu. İşgal kuvvetleri yoğunlukla Beyoğlu bölgesinde olmak üzere kışla, yabancı okul, hastane gibi kurumlarla bazı otel ve özel binalara hukuk dışı yollarla yerleşmişlerdi. Üst düzey İtilâf yetkilileri ve subaylar, beğendikleri bazı özel meskenleri zorla tahliye ettirerek kendileri oturmuşlardı. Bu uygulamalar neticesinde mesken sıkıntısı had safhaya ulaşmış, “Ey gaddar ev sahipleri” başlığıyla ilanların bile dağıtılmasına yolaçmıştır. İlanlarda, bundan sonra sahip oldukları evleri kiraya vermek hususunda gaddarane davranacak olanların teşkil edilen komite tarafından evleri yakılarak kendilerinin de meskensiz bırakılacakları ihtar ediliyordu.

İtalya’dan gelecek olan askerî kuvvetler için Sanayi-i Nefise mektebiyle Sıhhiye müzesinin bir an evvel boşaltılması, Millî Ta’lim ve Terbiye Cemiyetine ait binanın da polis tarafından sahibi buldurularak anahtarının aldırılmasının sağlanması aksi takdirde Saraçhane anbarının işgal edileceği yolundaki 27 Nisan 1920 tarihli Sadaret tezkeresi de manidardı. Sıhhiye müzesine ait eşyalar nakledilecek başka yer olmadığından müdüriyet binasının bir odasına konulmuş, Sanayi-i Nefise mektebinin de Eczacı ve Dişçi mekteplerine nakledilmesi kararlaştırılmıştı. İşgalcilerin mektepleri ve müze gibi yerleri işgal etmeleri kamu düzenini de bozuyor, olağanüstü şartlar nedeniyle zaten doğru dürüst yapılamayan eğitim ve öğretimin aksamasına yol açıyordu.

İngiliz askerî kıtasına ait telefon tellerini kesmek maddesinden yargılanan ve ağır hizmette istihdam edilmek suretiyle İngiliz Divan-ı Harbince altı ay mahkumiyetine karar verilen Yakacıklı Muhammed Hakkı Bostancı hapishanesine gönderilirken, ellerinde Polis Müdüriyet-i Umumiyesince tasdik edilmiş İngiliz belgeleri olan gayr-i müslimler de işgalcilerle işbirliği yapıyorlardı.

Kartal’ın Soğanlık köyünde hırsızlık, yaralama ve öldürme suçlarını işleyen iki İngiliz askeri idamla cezalandırılmışlardı. İngiliz Karadeniz Orduları Başkumandanı bu cezaları onaylamış ancak birini müebbed hapse çevirmişti. Anlaşılan hırsızlık, gasp, ırza tecavüz gibi suçları görmezden gelen İngilizler örtbas edilemeyecek bu gibi durumlarda ceza vermekten kaçamıyordu.

İşgalcilerin, Osmanlı askerî kıtalarından çeşitli tarihlerde aldıkları silahların mühim bir miktarını Kağıthane’de Terkos Su Şirketi Kumpanyasına ait fabrikanın içi ve dışındaki kuyulara atmış olması bu silahların az da olsa bir gün kendilerine karşı kullanılabileceği ihtimalinden ne denli çekindiklerini gösteriyordu.

İşgalcilerin ve başta İngilizlerin Türklere karşı bu katı tavrı Yunanlılara da cesaret veriyordu. Kadıköy’de ailesiyle birlikte seyahat eden Rüsûmat memuru Süleyman Efendi’nin üç Yunan askeri tarafından elleri bağlandıktan sonra gözü önünde ailesine tecavüz edilmesi hatta, “Yalnız sana değil Kadıköy’deki memurlarınıza da aynı muameleyi yapacağız. Defolun buradan gidin; biz sizi birden öldürmeyeceğiz. Her gün birer parçanızı kesmek suretiyle öldüreceğiz” şeklinde tehditler savurmaları durumun vahametini gözler önüne seriyordu.

İngilizlerin Rumların ihbar ettiği evlerde aramalar yapmaları tepki topluyor, azınlıkların işgalcilerle işbirliği yapması hoş karşılanmıyordu. İşgalden önce, 7 Eylül 1919’da İstanbul’a sahip olmak amacıyla “İstanbul Rum Mebusları” adı altında 40 kişilik bir Rum parlamentosu oluşturan, gönüllü olarak Yunan ordusuna katılan, çeteler kurarak müslüman halka, hatta karakollara saldıran Rum azınlığın işgalcilerle işbirliği yapması hiç de şaşırtıcı değildi.

Tuzla’da bir Yunan subayı ezan okuyan müezzine ateş ediyor, Yunanlıların mukaddesat-ı İslamiye’ye hücum ve hakaretleri ayyuka çıkıyordu. Müslüman halka saldırarak yaralayan, feslerini yere atarak çiğneyen birtakım Yunan askerlerinin bölüklerinden firar etmiş oldukları anlaşılıyordu.

İngilizlerin Gebze’de kendilerine silah çekeceği korkusuyla bir çobanı dahi tutuklamaları tam bir işgalci psikolojisi içinde olduklarını gösteriyordu. Yunan Bahriye subaylarından Malamatini Dimitri’nin Maltepe’de cadde üzerinde havaya ateş açıp kendisine müdahale etmek isteyen polislere de saldırmasından sonra götürüldüğü karakoldan kendisine İngiliz polisi süsü veren birisi tarafından çıkarılmak istenmesi, daha önce İngilizlerin bu nevi müdahaleleriyle suç işlemiş olan azınlıkların ve başkalarının karakollardan alınıp serbest bırakıldıklarının da deliliydi. İngiliz himayesinde olmak her türlü tehlikeye karşı bir zırh vazifesi görüyordu. Zincirlikuyuda Bahçıvan Kanber Ağanın evini basan İngiliz jandarmalarıyla yanlarındaki büyük ihtimalle azınlıklara mensup tercümanları, Topçular mahallesinde oturan askeriyeden emekli Mustafa Beyin evini basarak iki tabanca ve mermilere el koyanların İngiliz elbisesi giymiş olmaları, hatta ve hatta içki içip din ve devlet aleyhine konuşan ve İngiliz istihbarat memurları olduklarını söyleyen ve İngilizlerle bir ilgileri olmadığı anlaşılan Cemal ve Muzaffer adlı kişilerin varlığı, hemen herkesin bu zırhtan yararlanmak istediğine işaret ediyordu.

İngilizler hemen her işe karışıyordu. İngiliz 84. Fırka Kumandanlığı Üsküdar Jandarma taburuna mıntıkadaki asayişin temininde gösterdiği başarı dolayısıyla teşekkür yazısı yazıyor, Umum Jandarma Kumandanı Mirliva Ali Kemal Bey de adeta amirlerinden takdir almış bir memur gibi bunu Dahiliye Nezareti’ne bildirirken, “ben de ayrıca takdir ve teşekkürlerimi sundum” diyordu.

Gebze’de, içlerinde iki de kadın bulunan 23 Rum’un Amasya ve Samsun ahalisinden olup, o taraflardaki Rum ahalinin tehcirinden korkarak İstanbul’a iltica ettikleri ve Kuvâ-yi Milliye’ye mensup olduklarını zannederek jandarma ile çarpıştıkları için cezalandırılmalarının uygun olmadığı şeklindeki İngilizlerin telkini de işgal İstanbulu’ndan ilginç bir diğer kesitti.

Rumların babasına götüreceği yolunda kandırdıkları bir genç kızı Büyükada’daki Rum yetimhanesine götürmelerine İngiliz polislerinin de yardımcı olması gayri müslimleri hemen her koşulda koruyup kollamak hususunda pek istekli olduklarını tespit etmiş olduğumuz İngilizlerin karıştığı bir başka olaydı. Asayişi bozanlar, işgalcilere sempati ile bakanlar olunca yakalanıp cezalandırılmaları da mümkün olmuyordu. Ancak siyasî mülâhazalarla Malta’ya sürülmüş olan kişilerden bazıları firar edince, bulundukları takdirde derhal tutuklanmaları istenebiliyordu.

Gebze’de Jandarma ile çatışan Rumlar cezalandırılamazken, bölgedeki Yunan kıtaları müslümanların emvalini Rumlarla müştereken gasp ve karşı çıkanları kadınlara varıncaya kadar sopalarla döverek süngüyle tehdit ediyor, Yunan asker ve subaylarına selam durmaya zorluyorlardı. Yunan askerleri caddelerde yüksek sesle “Ayasofya’yı alacağız, Türkleri kovacağız” diye şarkılar söylüyor bu da müslüman halkın duygularını incitiyordu. İşgalci askerler arasında meydana gelen çatışmalar da, şehirdeki müslüman nüfus arasında yaralanmalara hatta ölümlere yol açabiliyordu.

Taksim’de, eski topçu kışlasındaki stadyumda yapılan spor müsabakaları dolayısıyla binaya asılmış olan iki Osmanlı sancağının İngiliz ordusuna mensup resmî elbiseli iki asker tarafından çekilip kopartılması ve hakaret edilerek yere atılması gibi olaylar da, işgalcilerin Türklüğe bakış açılarını yansıtıyordu.

İtilâf Devletleri memurlarının posta paketleriyle yurt dışına sikke ve külçeler halinde altın kaçırmalarıysa sahip oldukları sömürgeci zihniyetin maddî çıkar sağlamak hususunda ne denli mahir olduğunu gözler önüne seriyordu. 11 Eylül 1922’de İstanbul’daki işgalciler askerlerini akşamın saat altısından sabahın saat altısına kadar kışlalarında alıkoyma kararı almışlar ve Türk askerlerinin de aynı uygulamaya tabi tutulmalarını istemişlerdi. Herhangi bir çatışmaya meydan vermemek amacıyla alındığını düşündüğümüz bu kararın, Türk ordusunun 9 Eylül’de İzmir’e girmesinden hemen sonraya rastlaması anlamlıydı. Tabiri caizse, yolun sonuna geldiklerini anladıkları halde Türklere karşı düşmanca tutumlarını değiştirmediklerinin örneklerini veren İngiliz askerleri, Ekim 1922’de müslüman halkın feslerini başlarından alarak hakaret etmiş, Üsküdar’da bir evin penceresine asılmış olan Osmanlı sancağını kanca ile çekip ellerindeki kılıçlarla parçalamışlardı. Adeta utanılacak bir sıfatmışcasına “Sen Türk, Türk” diye hitap ettikleri müslümanlara hakaret eactmekten çekinmeyen İngiliz askerlerinin tavrı münferit olarak nitelendirilmezdi. İngiliz askerlerinin, mensubu oldukları orduya emir ve komuta edenlerden farklı bir zihniyete sahip olduklarını düşünmek fazlaca iyimserlik olurdu.

Bütün bu yaşananlara rağmen, Türk ordusunun kazandığı zaferi kutlayan müslüman Türklerin yaptıkları millî gösteriler sırasında ölçülü davranan Türk güvenlik güçleri hiç bir üzücü olayın meydana gelmesine izin vermemişlerdi. Terkos Rum metropolidinin bu hususla ilgili olarak Polis Müdüriyetine gönderdiği teşekkür yazısı, yine Tarabya Rumlarının benzer teşekkür yazısı Türklere medeniyet dersi vermek isteyenleri utandırmış mıydı bilinmez.

Türkleri ‘medenî’ saymayan ve eskiden beri onlara ‘medeniyet’ getirme iddiası taşıyan Avrupa’nın büyük devletlerinin gerçek amacı yalnızca kendi çıkarlarını korumaktı. Gerçekte, İstanbul’un ‘ikinci kez’ ve ‘resmen’ işgal edilmesinin hedefi, çıkarlarını baltaladığını ve önlerinde büyük bir engel oluşturduğunu düşündükleri Mustafa Kemal ve önderi olduğu millî hareketti. İngilizler, millî hareketin başarıya ulaşmasının yolaçabileceği olumsuzlukları düşünmek bile istemiyorlardı. Onların tercihi, millî harekete düşman bir hükümetin başa geçmesi ve millî hareketi bastırma yoluna gitmesiydi. Sonuç olarak İstanbul, çok acılar çekildiği halde “i’tidâlini” koruyabilme başarısını gösteren Türklerin elinde kalacak, sürekli olarak ‘İstanbul’un Türklerin elinden alınacağı iddiasıyla’ isteklerini kabul ettirme çabası içinde olan emperyalistler amaçlarına ulaşamayacaklardı. [2]

MUSTAFA KEMAL PAŞANIN ORDUSU GELİYOR 

Türk Ordusu’nun 9 Eylül 1922’de İzmir’e girmesinden sonra Fahrettin Paşa komutasındaki 5. Süvari Kolordusu İtilaf Devletleri kontrolündeki tarafsız bölgeye doğru ilerlemeye başladı. Bunun üzerine Müttefik kuvvetlerde bulunan Fransız ve İtalyan birlikleri derhal geri çekildi. Çanakkale’de bulunan İngiliz birlikleri General Harington’un emriyle savunma pozisyonu aldı.

İngiltere, Ankara Hükûmeti ile anlaşma yolları aramaya başladı. Ankara Hükûmeti İstanbul ve Çanakkale boğazlarının denetimini istedi. İngiltere başbakanı Lloyd George bu istekleri reddetti. Birliklere savaş pozisyonu alması emrini verdi. Fakat Harington ateş açılmaması emrini verdi. Türk birlikleri, İngiliz direnişi ile karşılaşmadan tarafsız bölgeye girerek Çanakkale Boğazı’na doğru ilerlemeye başladı. Türklerle savaşılmasını istemeyen Winston Churchill’in başını çektiği bir grup bakan istifa etti.

Diğer taraftan İzmir’in Kurtuluşu’ndan sonra Damat Ferit Paşa 21 Eylül 1922’de ülkeden kaçtı. Mudanya Mütarekesi gereği Trakya topraklarının teslimi yapılırken Türkiye’yi temsil edecek kişi olarak Mustafa Kemal Paşa’nın isteği ile Refet Paşa; İstanbul komutanı olarak da Millî Müdafaa Umumi Katibi Selahattin Adil Paşa görevlendirildi. Refet Paşa, 19 Ekim tarihinde TBMM Muhafız Grubu’ndan 100 kişilik bir kuvvetle Gülnihal vapuru ile Mudanya’dan ayrılıp İstanbul’a geldi. Ardından “İstanbul Komutanı” sıfatıyla Selahattin Adil Paşa, 81. Alay ile İstanbul’a geldi. Refet Paşa ve Selahattin Adil Paşa’nın İstanbul’a gelmesine rağmen işgal sonlanmadı. Çünkü mütarekeye göre işgal kuvvetleri barış antlaşması imzalanmasından hemen sonra İstanbul’u boşaltacaktı.

24 Temmuz 1923 tarihinde Lozan Barış Antlaşması’ndan sonra, 23 Ağustos 1923’ten itibaren İtilaf kuvvetleri İstanbul’dan ayrılmaya başladı. Son İtilaf birliği ise 4 Ekim 1923 günü Dolmabahçe Sarayı önünde düzenlenen bir törenle Türk bayrağını selamlayarak şehri terk etti.

6 Ekim 1923’te ise Şükrü Naili Paşa komutasındaki 3. Kolordu İstanbul’a girdi ve işgal resmen sonlandı. İşgal 4 yıl 10 ay 23 gün sürdü. Her yılın 6 Ekim’i böylece İstanbul’un kurtuluş günü olarak belirlendi ve kutlanmaya başlandı. 

Osmanlı Devleti’nin yıkılması ile sonuçlanan I. Dünya Savaşı’nın ardından Mustafa Kemal Paşa önderliğinde başlatılan ulusal mücadelenin daha ilk yıllarından itibaren artık yönetimde halk iradesinin egemen olacağı açıkça ilan edilmiştir.Erzurum Kongresi’nin ardından 23 Temmuz 1919 tarihinde yayımlanan bildirinin 3. maddesindeki “Ulusal Kuvvetleri etken ve ulusal iradeyi egemen kılmak esastır” kararı bu anlayışın bir ifadesiydi.

Ulusal iradeyi somut olarak gösterecek meclis, İstanbul’un işgal edilip Mebusan Meclisi’nin dağıtılması üzerine, “Büyük Millet Meclisi” adıyla 23 Nisan 1920’de Ankara’da toplandı. Olağanüstü yetkilerle donatılmış 390 kişilik meclisin başkanı aynı zamanda hükûmet ve devlet başkanı olarak adlandırılmıştı.

Meclisin 20 Ocak 1921’de kabul ettiği ve bir anayasa niteliğinde olan Teşkilat-ı Esasiye Kanunu adlı yasa ile egemenliğin Türk ulusuna ait olduğu ilan edildi. Saltanat hükûmetinin kendini halâ Türk ulusunun temsilcisi saymasına karşı bir tepki olarak meclis, 1 Kasım 1922’de aldığı kararla saltanatı kaldırdı. Cumhuriyet’in İlanı, hukuksal olarak, İkinci Dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 29 Ekim 1923 günü gerçekleşen oturumunda Mustafa Kemal’in hazırladığı anayasa değişikliği teklifinin kabul edilmesiyle Türkiye Devleti’nin yönetim şeklinin cumhuriyet olarak belirlendi. [3]

KAYNAKLAR

[1]https://www.academia.edu/5700342/Dr._Zekeriya_Türkmen_İstanbulun_İşgali_ve_İşgal_Dönemi_Uygulamaları_1918-1920_Atatürk_Araştırma_Merkezi_Dergisi_Sy_53_Ankara_2002
[2] http://www.atam.gov.tr/dergi/sayi-62/itilaf-devletlerinin-istanbulu-resmen-isgali-ve-faaliyetleri
[3] https://tr.wikipedia.org/wiki/İstanbul%27un_Kurtuluşu

Devam edecek

This entry was posted in ATATURK, CUMHURİYET - DEMOKRASİ - ÇAĞDAŞLIK, DEVRİM VE KARŞI DEVRİMLER, EĞİTİM, Ekonomi, Tarih. Bookmark the permalink.

One Response to OSMANLI’DA HAL VE DURUM VE KÖY ENSTİTÜLERİNİN KURULUŞU BÖLÜM III

  1. Ali says:

    Istanbul’un işgali ve sonrasındaki olaylar günümüzün yobazlardan oluşan yöneticilerine ve onların takipçilerine bıkmadan usanmadan anlatılmalıdı!

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *