CUMHURİYET TARİHİNDEN * Altıok Anayasaya Nasıl Girmişti? Ankara’da Bir Alman Hukukçu

Dr. Alp Hamuroğlu
11 Nisan 2016

Altıok Anayasaya Nasıl Girmişti?
Ankara’da Bir Alman Hukukçu

ALTI OK NEREDEN?

Program ilkeleri olarak Altı Ok, temelinde ideoloji olan bir dizi yol göstericidir.  Her bir “Ok” ayrı bir önemdedir.  Bu ilkelerin sırası bile gelişigüzel ortaya çıkmamıştır.  Birbirlerini takip ederler, birbirlerini tamamlarlar.  Birinin eksikliğinde diğerleri anlamsızlaşır, işlevsizleşir.  Hiç birinden vazgeçilemez!

İlkelerin hepsi diğerlerini gerektirir ve aynı zamanda onların yolunu açar.  Devrimler cumhuriyetlerle sonuçlanır, cumhuriyetler hükümran ve bağımsız olmak zorundadır, bağımsızlık gelişmelerin olmazsa olmazıdır, gelişmeler devletle olur, devlet gelişme için eğitime ihtiyaç duyar, eğitim bilimsel olmalıdır, bilimsel olması laiklikle mümkündür, eğitim laik olmazsa toplumsal bir yarar sağlamaz vb.

Altı Ok’un her birinin tarihimiz içinde yeri vardır. Hem dış dünyadan alınmışlar, hem de kendi toprağımızda filizlenmiş ve yeşermişlerdir.  Bazıları Osmanlı feodal sisteminin karşıtı programın unsurlarıdır.  Bu yüzden Altı Ok’un tarihi 19. yüzyıldan başlar, zaten “Ok”lar demokratik devrimlerin ürünleri, modernitenin ve çağdaşlığın kavramlarıdırlar.

Cumhuriyet’in ilanından sonra “Millet Meclisinin üçüncü dönem toplantılarının açılmasından önceki günlerde, 15-20 Ekim 1927 günlerinde Ankara’da” yapılan Cumhuriyet Halk Fırkası’nın (CHF) kongresinde “Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Laiklik, Halkçılık”, partinin ilkeleri olarak benimsenmişti.  “Adına üçüncü kongre denilen ikinci parti kongresi de, 10 Mayıs 1931 tarihinde” toplandığında bu dört ilkeye, “Devletçilik” ve “İnkılapçılık” da eklendi.  İlk defa o günlerde sayıca altı olan ilkelere “Altı Ok” denecekti.

Cumhuriyet, 23 Nisan 1920’de Meclis’in açılmasıyla kurulmuştu, millet egemenliği saltanatın yerini almıştı.  Ama Cumhuriyet, bu biçimsel değişiklikten ibaret değildi; gerilik, eski olanlar, feodal ilişkiler ve Orta Çağ kurumları tasfiye edilecek, tarihe mal olacaktı.

Milliyetçilik, o günlerde ve yıllarda bir milletin yaratılması ve emperyalizme karşı kurtuluş savaşı verilmesiydi. Bizdeki kökü Jön Türkler hareketindeydi. Avrupa’da ise milli devletlerin ideolojisiydi.

Halkçılık, 13 Eylül 1920’de “Halkçılık Programı” olarak Mustafa Kemal’in imzasıyla Bakanlar Kuruluna “Anayasa tasarısı” olarak sunulmuştu.  Bu program, 1921 Anayasası’nın ön metnidir.  Rus Narodniklerinden esinlenilmiş, Sovyet Devriminden alınmıştı.[2]

Devletçilik, devlet uygulaması olarak kökünü Osmanlı idari yapısından almakla birlikte, 19. yüzyılın sonunda Büyük Devletlere karşı korunma güdüsüyle önem kazanmış, 20. yüzyılın 20’li yıllarından sonra da dayatan öznel ihtiyaçlardan ve topludurumdan (konjonktür) kaynaklanmıştı. Türkiye’de devletçilik, kamu girişimlerinin belirleyiciliği ile plandı.[3]

Laiklik, esas olarak Aydınlanma mücadelesinin ürünü ve sonucuydu.  Yeni Osmanlılardan başlayarak Türkiye tarihinde kendine bir yer bulmuştu. Toplumsal ihtiyaç olarak sürekli gelişme gösterdi.  Jön Türklerin elinde siyasal mücadeleye girdi.  İslam dünyasında bir ilkti.  Cumhuriyet dönemindeki yasal gelişme çizgisi, 1924-37 yılları üzerine dizildi.[4]  Türkiye’de laiklik, aynı zamanda bilime dayanmak ile toplumsal eğitimdi.[5]

İnkılapçılık ise, yapılan pratiğin, yürütülen mücadelenin siyasal adıydı. Programın nasıl gerçekleştirileceğini göstermekteydi. Çıkış noktası, isyandı.  Açıklanması, “Gençliğe Hitabe” ve “Bursa Nutku”ydu.

Cumhuriyetçilik, milliyetçilik ve laiklik ilkeleri Büyük Fransız Devriminin ilkeleriydi. Halkçılık ve devletçilik ise, Sovyet Devriminin etkisi sonucuydu.  Ayrıca devletçilik aynı zamanda 30’lu yılların başında dünyasal ekonomik durumun ortaya çıkardığı bir ihtiyaçtı.  29 Ekim 1929 günü ”Kara Cuma” ile başlayan “29-30 Ekonomik Krizi” dünyanın her yerinde bu yönde değişik önlemler alınmasını gerektirmişti.

İnkılapçılığın, sözü edilen her iki devrimin birlikte getirdiği bir ilke olduğu genel kabul görür.

Altı Ok’un her bir ilkesi, yalnız o günlerin ihtiyaçlarını karşılayan siyasetleri ifade etmiyordu, aynı zamanda sonraki, hatta bugünkü sorunlar için de bir önlemdi, çareydi, çözümdü, geleceğe yönelikti.  Altı Ok “Türk Devriminin ve anayasasının esaslarını” özetlemekteydi.  Nitekim, yakın tarihimizde geriye atıla atıla unutulmaya yüz tutmuş Altı Ok, 2000’li yıllara doğru hatırlanacak ve Cumhuriyet’e karşı Osmanlıcılık, bağımsızlığa karşı Batıya teslimiyet, halkçılığa karşı şirketler-holdingler hakimiyeti, devletçiliğe karşı özelleştirmeler, laikliğe karşı tarikatlar ve irtica, inkılap yerine karşıdevrimcilikiçin sarılınması gereken politikalar olacaktı.  Çünkü Altı Ok’un her bir ilkesi zıddına dönüşmüştü.

Elbette, önce CHP içinde olmak üzere Altı Ok karşıtlığı ortaya çıkacaktı. Dahası, partide zaten çoktan çıkmıştı. Bugün Altı Ok’a karşı olanlara göre, Oklar “eskimiş”ti, artık kullanılamazlardı!

Üstelik, Altı Ok, bugünkü ABD merkezli küreselleşen dünyada yalnız Türkiye’nin ihtiyacı ve gerekli programı değildir, ulusal devletlerin yıkıma uğratılmak istendiği bu yaşadığımız süreçte bütün ezilen dünyanın, bütün sömürülen ülkelerin de ihtiyacı olan programdır.  Altı Ok, aynı zamanda, emperyalizmin baskısına ve saldırısına karşı ayakta kalmanın, emperyalizmin planlarını boşa çıkarmanın programı olarak ezilen dünya için evrenseldir!

ALTI OK ANAYASADA OLMALI MI? YA DA “MÜLTECİ” PROF. HIRSCH

CHP Genel Sekreteri Recep Peker[6]Kemalizm demek olan Altı Ok’un 1935 Mayısında ülkenin bütün okullarında öğretilmesini ister.  Bir itiraz da yoktur, zaten ona göre Kemalizm “bir kültür ve inanç birliği”dir ve bu anlayış yönetimde genel olarak paylaşılır durumdadır.  Ancak gizlenmiş ve görünmeyen bir sorun vardır.

1936 yılı başında, Ankara’da Hukuk İlmini Yayma Kurumu’nda “Devletçilik ve Ticaret Hukuku” konulu bir konferans verilir. Konferansı veren Alman hukukçu Profesör Ernst Eduard Hirsch’tir.  Prof. Hirsch 1933 yılında Türkiye’ye davet edilmiştir, İstanbul’da çalışmaya başlamış, sonradan Ankara’ya gelmiştir.  Beş-altı yıl sonra Hukuk Fakültesine dönüşecek olan Hukuk Mektebi’nde ders vermektedir.  Kısa sayılabilecek bir süre içinde Türkçe öğrenir ve derslerinde Türkçeyi kullanır.

Hirsch, Büyük Savaş sonrasının buhranlı 30’lu yıllarında Hitler’in iktidar olduğu Almanya’da, kendi ülkesinde kalamamıştı, çünkü Yahudi asıllıydı.  Çok önemli bir hukukçu, uluslararası alanda tanınmış, saygın ve verimli bir akademisyendi.[7]

Ocak ayında verdiği sözü edilen konferansında Yargıtay kararlarını konu edinmiş, iki Genel Kurul kararını eleştiriye değer bulmuştur.  Çünkü, sözkonusu kararlarda mahkemenin, o tarihte yürürlükte olan 1926 tarihli Ticaret Kanunu’nun ticari işlerde faiz oranının miktarı ve fahiş cezai şartın indirilmesi konusunda satış özgürlüğü ile ilgili iki hükmünü yorumlamasının sorunlu olduğunu düşünmektedir. Sanki özgürlük sınırsızlık anlamına gelmektedir ve kötüye kullanılması adeta imkansızdır. Bunun için çok sonraları belirlemelerini şöyle açıklayacaktır: “Her iki kararda da yazık ki devletçilik ruhunun eksik olduğunu görmekteyim; yani konferansımda sözünü ettiğim ve bu özgürlükleri de sınırlayan sınırlar dikkate alınmamıştır.”[8]

İlgiyle izlenen konferans sonrasında bazı milletvekilleri Yargıtay üyesi bazı yargıçlarla konuşur ve neden Prof. Hirsch’in gösterdiği yolu izlemediklerini sorar. Yargıçların yanıtları, “Türkiye’de tek parti sistemine rağmen, Anayasa’nın 54. Maddesinde yargıcın bütün dava ve kararlarda yalnızca kanunla bağlı olduğunu belirten hüküm” bulunduğudur.  Yani partinin programındaki konular kanun gücünde değildir, dolayısıyla yargıçları bağlamaz, bu yüzden de Altı Ok’un ilkeleri (burada kasıt “Devletçilik”tir, ama diğer Ok’lar da hukuken aynı durumdadır) adalet mekanizması kapsamında değildir ve bağlayıcı olarak görülemez.

Bu değerlendirmeler üzerine birkaç hafta sonra Recep Peker, CHP Genel Sekreteri sıfatıyla yaptığı bir açıklamayla Altı Ok’un, Anayasa’da değişiklik yapılarak anayasa metnine ekleneceğini bildirir.  Nitekim “3 Şubat 1937 tarihli ve 3115 sayılı kanunla” bu gerçekleştirilir ve Anayasa’nın 2. Maddesine “Türkiye devleti, cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, laik ve inkılapçıdır” ibaresi eklenir (5 Şubat 1937).

“Böylece, iktidar partisinin altı ilkesi devlet hukukuna uygun biçimde Anayasa ilkesi haline gelmiş ve dolayısıyla herkes için bağlayıcı nitelik kazanmıştı[r].”  Prof. Hirsch, kitabında,   kendisi için onur saydığı bu durumu şöyle anlatacaktır:  “… farkına bile varmaksızın, Türk Anayasa hukukunun bir özelliğine katkıda bulunmuş oldum.”

Ancak bu, anayasa ile ilgili ve anayasa hukukuyla sınırlı bir durum olmanın çok çok ötesindedir.  Hirsch bunu şöyle açıklıyor:  “… devlet hayatının yürütülmesinde yol gösterici ve bağlayıcı nitelik taşıyan belli ilkelerin [Anayasa’ya] konması [ile], sözkonusu altı ilkenin parti programından Anayasaya aktarılması ile, o güne kadar, bir çeşit slogan gibi kullanılan ‘Kemalist’ deyimiyle nitelenen devlet, Anayasa hukukunca Kemalist Türkiye oldu.”[9][10]

Bizler için bundan çıkarılacak sonuç da, Türk devletinin Anayasa’sında 1937 yılından 1961 yılına kadarki süre içinde Altı Ok’un yer almasını, ülkesinden kaçmış ve Türkiye’ye sığınmış bir Alman hukukçuya borçluyuz.  Bu Alman hukukçu ile yüzlerce Alman ve Avusturyalı bilimci, akademisyen, sanatçı, aydın ve bürokratın Türkiye’ye gelmesini ve Cumhuriyet’e katkı yapmasını sağlayan ise, Cumhuriyet’in devrimciliği, Atatürk’ün önderliğidir.[11]

ALTI OK’UN SONRAKİ AKILALMAZ SERÜVENİ!

İlk ortaya çıktığı zaman da benimsemeyenler vardı mutlaka Altı Ok’u, ancak bu konuda tartışma bile yaratamamışlardı. Kurtuluş Savaşı zaferi, Cumhuriyet’in ilanı, Hilafet ve Saltanatın kaldırılması şeklindeki atılımların ve büyük kazanımların ilk hızı, o dönemde durdurulamaz, yavaşlatılamaz ve göğüslenemez gibiydi. Cumhuriyet fırtına estirmişti. Devrim sürüklüyordu. Beğenmezliklerse gizliydi. Örneğin, Mareşal Fevzi Çakmak, Atatürk’ün ölümünden sonra Altı Ok ile ilgili tepkisini öylesine şaşırtıcı, hatta öylesine inanılmaz bir şekilde dile getirmişti ki, sözlerinin uydurulduğu sanılabilirdi (ancak kaynak güvenilir).  “Onların o altı oklarını birer birer kırıp g…tlerine sokacağım.”[12]¯[13]

Oysa Cumhuriyet’in teorisyen ve pratisyenlerinden M.E. Bozkurt’un ifadesiyle, Altı Ok, Kemalizm demekti.[14]  Kemalizmin içinde ise devrim vardı, cumhuriyet vardı, halk vardı, millet vardı, devlet vardı, aydınlanma vardı.  Daha doğrusu Kemalizm bunlar demekti.  Çağ, emperyalizm çağı olduğu için Kemalizm emperyalizme karşı olmak, emperyalizmle mücadele etmek demekti.  Kemalizm bu yüzden bağımsızlık demekti.

Atatürk’ün 1938’de ölümünden sonra çok şey değişmeye başladı.  Anayasa’ya girmiş olmasına rağmen Altı Ok da bu değişimden elbette nasibini alacaktı.

Daha Atatürk sağken Celal Bayar’ın başbakan olması, devletçilik uygulamasında başkalaşımın habercisidir.

1943 yılında yapılan CHP 5. Kurultayında devletçiliğin, özel teşebbüs anlamında kullanılan “özel çıkarlara” engel olmayacağı belirtilir.  Bu geri adım, Altı Ok’a saldırının başlangıcıdır.  Bu başlangıçta da ilk hedef alınan devletçilik oluyordu. Yeni oluşmakta olan burjuvazi için en önemli konu buydu ve yumuşak nokta yakalanmıştı. Üstelik yüklenme, en kritik zamanda, en olmayacak dönemde yapılıyordu. Zaaf, yokluklar ve çaresizlikler üst üste gelmişti. Bu arada başka konularda da mırıldanmalar başlamıştı. Laiklik bazılarınca bize göre değildi, bize uymazdı, uymuyordu. Devrim yerini evrime bırakıyordu.

Ama açık ve pervasızca saldırı için beş yıl daha beklenecekti.

Savaş yıllarındaki denge siyasetinin altında saf değiştirme yatmaktaydı.  Soldan sağa, Doğudan Batıya, Asyalılıktan “Avrupalılık”a geçmeye yönelmiştik. “Ezilen dünya”yı terkediyorduk.  Bağımsızlık önemini kaybediyor, “çağdaşlaşma” da Batıcılığa dönüşüyordu.  Savaş bitince de “Batı demokrasisi”ne teslim olmuştuk.

Altı Ok’un ilkeleri CHP’nin 1947 yılındaki 7. Kurultayında masaya yatırıldı (1 Aralık). Aslında partinin programındaki değişiklikler görüşülecekti.  Bunun için Program Komisyonu kurulmuştu. Kurultay delegelerinden oluşan 30 küsur kişilik komisyon, savaş sonrası “yeni dönem” için Altı Ok’un üç ilkesinin de yeniden “tanımlanması”nı gerekli  gördü!   Yeni dönem, uluslararası koşullardaki gelişmelerle “çok partili” düzene geçişin getirdikleriydi. Üç ilke ise, “milliyetçilik, devletçilik, laiklik umdeleri”ydi. Bu üç ilke, “değişim”in hedef tahtasıydı. Altı Ok’un bu ilkelerinin ele alınmasının nedeni, partinin genel çizgisinin değiştirilecek olmasıydı. “Yeni dönem” bunu dayatmış gibiydi.

CHP Programında 5. Madde olarak yer alan “Milliyetçilik” ilkesi, savaş biter bitmez “milliyetçiliğin” karşısına çıkmış/çıkarılmış bulunan “komünizm” yüzünden artık “komünistlerle mücadele davası”ydı. “Türkiye’deki komünistler tasfiye edilecek”ti. Görüş belirten konuşmacı Rize delegesi Dr. Fahri Kurtuluş hızını öyle alamamıştı ki, önergesinde “1919 yılından bu yana komünistlik yolunda çalışanlar [da] saptanmalı” diyordu.[15] “Solculuk cereyanı milleti milleti tehdit ediyor”du! Bu yöndeki konuşmalar “pek çok alkış alıyor” ve gidişatın yönünü belirliyordu.

Milliyetçilik ilkesinin bu hale gelmesi Türkiye’nin McCarthylerinin[16] sahne aldığını göstermekten başka ne olabilirdi?

Milliyetçiliğin bağımsızlıkla ilişkisini kimse hatırlamak ve hatırlatmak istemiyordu.  Bunun anlamı, komünizme karşı hale getirilen “yeni milliyetçiliğin”, Batıcılığa ve emperyalizme hiç karşı olmadığıydı. Oysa “milliyetçiliğin” tanımı ilk yapıldığında kullanılan kavramlardan biri “müstakil”di, Kurtuluş Savaşı verilirken de emperyalizme karşı mücadele edilmişti. Dolayısıyla milliyetçilik, hükümran bir devlet olmak ve Türk toplumunun özel karakterini korumak yanında, “tam bağımsızlık”ı da içermekteydi.

Devletçilik ilkesi, 1947’de tam olarak topa tutuldu.  Özel sektörün gelişmesini “engelleyici”ydi, “iktisadi devlet teşekküllerinin işleyişi, memlekete ve millete zararlı”ydı.  Afyon delegesi Ali Veziroğlu bu sakıncaları gidermek için çözüm dediği baklayı ağzından çıkardı, “özelleştirme yapılmalı”ydı, devlet teşekkülleri özel sektöre devredilecekti.[17]

Böylece devletçilik ilkesi tamamen yok ediliyordu, ama kesmemişti ki buna, “işadamlarının” hükümetin hazırlayacağı her çeşit “kanun ve tüzük tasarıları” çalışmalarına katılması ile “hariçten getirilecek birinci sınıf otoritelerle takviye” de eklendi.  Gerçi özelleştirme program olarak kabul edilmedi ve uygulama başlamadı ama partinin devletçilik anlayışının kurultaydan hemen sonra tasfiye edileceği gerekçeleriyle kamuoyuna bir açıklama yapılacaktı.[18]

Kurultay laiklik ilkesinde hiç zorlanmadı!  “Bütün ahlaksızlıklar ve fenalıklar, dinimizin ihmal edilmesinden ileri gelmiş”ti!  “Yeni nesle mutlaka din ahlakının, din terbiyesinin verilmesiyle doğru yolu göstermek” şarttı!  “Din ülkülerini kaldırmak” hiç iyi olmamıştı!  “Anaya, babaya, büyüğe itaat kalma”mıştı, “kimse kimseyi tanımıyor”, “kimse Allah nedir bilmiyor”du!  “Dini geliştiren milletler toplumsal açıdan hep gelişiyor”du!  Amerika ve Avrupa’da “harıl harıl” dini konferanslar veriliyor, “kiliseler dolup dolup boşalıyor”du.  Türbelerin açılması ve okullara din dersi konulmasının da vakti gelmişti.[19]

“Dinden korkmamak” gerekiyordu diyen bir konuşmacı ise sözlerini, “amele arasına yayılan kızıl tohumların neşvünemasından [gelişmesinden] korkarım” diye bitiriyordu.[20]

Kurultay ertesindeki yıllarda İmam-Hatip kursları, Hac seferleri, okullarda din dersi, türbelerin tamiratı vb. başlayacaktı.

Ayrıca din komünizme karşı da lazımdı!

Ne yazık ki, Altı Ok’un üç ilkesiyle ilgili onlarca önerinin birkaçı hariç hepsi kurultayda kabul edilecekti.

Saldırıya uğrayan Altı Ok’un yalnız sözkonusu edilen bu üç ilkesi hedef alınmıştı ama diğerlerinin de istenmezliği ortadaydı.  Onlar en azından zedelenmeye, silikleştirilmeye veya unutturulmaya çalışıldılar.  Cumhuriyet ilkesi “tek dereceli seçimin belirlediği demokrasi” temelinde ele alınmıştı.[21]  Halkçılık, devletçiliğe karşı olan görüşlerle, adı verilmeden yok edilmişti.  Bir de, halkın CHP’yi “sevmemesi” üzerinde durularak, partinin kendini halka sevdirmesinin yolları bulunmalıydı.  Aslında yol arayanlar, yolu biliyordu, devrimlerden ve ilkelerden vazgeçmek!  İnkılapçılığa gelince, onun yerine “tekamülcülük” daha uygundu.  En doğrusuyla söylemek gerekirse, birkaç kişi dışında kimse devrimci olduğunu düşünmüyor gibiydi ve “devrimcilik” yerini karşıdevrime bırakıyordu.[22]

CHP programından Anayasa’ya getirilmiş Altı Ok, Anayasa’daki varlığını sürdürüyordu, ama CHP içindeki varlığı fiili olarak erimiş ve buharlaşmıştı.  Altı Ok’taki bu 1947 çözülmesinin dalgaları güçlenerek devam edecekti.

M.E. Bozkurt’un tanımına göre, Altı Ok bırakılıyorsa, “Kemalizm” de bırakılıyor demekti.  Nitekim, Atatürk’ün ölümünden sonra, sözcük olarak bile “Kemalizm”i kullanmamak için yeni bir terim arandı.  Bulundu da; “Atatürk Yolu”![23]

“ALTI OK”SUZ ANAYASA! 27 MAYIS’IN ANAYASASI

“27 Mayıs Devrimi”nden (1960) sonra 1961’de yapılan yeni anayasada Altı Ok yoktu.  Altı Ok’un yerini, “milli, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti” almıştı (Madde 2).[24]

Zaten “savaş sonu yenileşmesi” Türkiye ve CHP’de devam ediyordu.  İlk kez 50’li yıllarda tek tük duyulmaya başlayan “Ortanın Solu”, 60’lı yıllarda CHP’ye sinecekti.  Aslında Ortanın Solu yükselişinin sınıfsal ve maddi temelleri vardı ve bununla birlikte o sıralarda CHP içinde bunun ve Batıda benzer yerleşmiş siyasal kavramların ideolojik bir zemini de örülmüştü.  Savaş sırasında başlayan güçler arasında “denge kollamak” siyaseti ve sonrası dönemde iyice yükselen Batıcılık, Cumhuriyet’in bağımsızlık anlayışını bozmuş, bağımsızlık geleneğini zedelemişti.  Bu, aynı zamanda partinin yapısı ve işlevini de değiştiriyordu.[25]

20’li, 30’lu yıllarda Cumhuriyet mücadelesi içinde yer alanlar için kendileri “sol” oluyorlardı[26], sosyalizm ise olumsuz görülmez ve hatta benimsenirdi, ama 1950’den sonra CHP kendini “sol” görmek ve tanımlamak istemiyordu.  Örneğin, CHP lideri İsmet İnönü, “dünya liberalizmden sıyrıldı, ayrıldı.  Bir başka rejime doğru gidiyor.  Bunun adı sosyalizmdir.  Biz partiye bu adı koyamayız.  Koyamıyoruz” diyordu.[27]

Batının devrimcilikle hiç ilgisi kalmamış “sosyal-demokrasisi”, 50’li yıllarda ne önemli, ne saygın, ne de itibarlıydı.  “Sosyal-demokrasi”, “sol” muamelesi görüyor, “sol” zannediliyordu.  (Mütareke döneminde olduğu gibi[28]) 50’lerde bu adı taşıyan partiler kurulmuştu.[29]  Ancak iz bırakmamışlardı, bu partilerden eser kalmamıştı.  Ama 60 sonrasında “sosyal-demokrasi” ve “ortanın solu” tam bir patlama yapacaktı.  Yükselen halkçı ve antiemperyalist gerçek sola karşı bunların bir duvar görevi yapması istenmişti.  Ayrıca 27 Mayıs’ın siyasal arenayı çeşitlendirmesi cesaretlendirmiş olmalıydı, artık CHP’de Kemalizm ve Altı Ok yoktu, bunların sözü edilmiyordu. “Reddi miras” açıkça söylenen ve yazılan bir terimdi.  Ancak buna karşılık, geniş kabuller gören yeni, yepyeni akımlar, ideolojiler olacaktı. Zaten “CHP’de her fikirden insan bir arada bulunduğu”, ama “ana prensipler üzerinde konuşulmadığı” (Nadir Nadi tarafından) çok önceleri yazılmıştı.[30]  Bu “zaaf” gideriliyordu!

Bu gelişmenin bugün vardığı nokta, CHP’nin, “Altı Ok olan tarihi ve geleneksel amblemi”ni bile değiştirebileceğinin düşünülmesiydi.

50’li yıllardaki DP’nin Batıya güçlü bir şekilde açılmasının CHP açısından hiç bir sakıncası olmamıştı, olmuyordu.  Düşünülse de itiraz edilmiyordu.  Özel konuşmalar dışında, ne Kore Savaşına katılmak, ne NATO’ya girmek sorunluydu.  CHP içinde Altı Ok’un milliyetçilik ilkesinin bağımsızlık yönünün yok oluşu devam ederken, hatta derinleşirken, CHP, doğal olarak DP’nin yol arkadaşıydı.  Atatürk’ün “çağdaşlaşması” da, artık Batıcılıktan başka bir şey değildi.  Böylece Atatürk de Batıcı yapılmıştı!

CHP’nin çizgisi, her şeyden önce CHP’nin sorunudur.  CHP’nin Altı Ok’u Anayasa’da tutmaması ya da Anayasa’dan atması öncelikle CHP’nin sorunudur.  Ancak bu süreçte neden, devrim saydığımız, Kemalist olduğunu söylediğimiz 27 Mayıs, Altı Ok’a sarılmadı?  Neden 61 Anayasasında Altı Ok yer alamadı?

Altı Ok’un serüvenindeki en önemli soru budur.

27 Mayısçılar, bana kalırsa, Altı Ok’a karşı olmak bir yana, çoğunluğu itibarıyla herhalde Altı Ok’çuydu.  Bunun yanı sıra, 27 Mayıs, savaş sonrasının ve “çok partili dönem”in Kemalizmiydi, Batıyı seçmiş Türkiye’nin “Atatürk’e dönüşü”ydü.

27 Mayıs’ın en önemli ve en etkili ürünü olan, “ihtilal”in en büyük kazanımı olan 61 Anayasası ise, sonuçta, çağdaş düşünceyi yansıtması bir yana, demokratikti, ilericiydi, devrimciydi.  “Devrimle gelmiştir; Atatürk devrimini canlandırmıştır; özgürlük ve hukuk devleti getirmiştir ve emekçi sınıfları siyasete katmıştır.”[31]  61 Anayasası, 1970’e doğru olan yıllarda ekonomik, siyasal ve toplumsal bakımlardan gelişen, ilerleyen, açılan ve yükselen Türkiye’nin siyasal ve hukuksal altyapısı olacaktı.

Bunlara rağmen Altı Ok Anayasa’daki yerinde kalamadı.  Şunlar söylenebilir.

Atatürkçü olmakla birlikte, 27 Mayısçı subaylar bu ve benzer kavramları, çeşitli nedenlerle ele alabilecek ve tartışabilecek durumda değillerdi.  60 sonrasının benimsenecek, benimsetilecek siyasal-ideolojik kavramlarının belirlenmesi ve savunulması   aydınlara bırakılmıştı!

Anayasa taslak metnini hazırlayanların arasında Altı Ok ve benzer ilgili kavramlar konusunda nasıl bir tartışma yaşandığını bilmiyoruz.[32]  Bu konuda öğrenebildiğim tek şey, “A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi İdare Hukuku Profesörü Tahsin Bekir Balta’nın başını çektiği görüş”ün “yeni anayasa” yapma girişimine karşı çıkmış olduğudur.  Balta, 27 Mayıs’ın Kurucu Meclis’i tarafından 24 Anayasası’nın gözden geçirilerek benimsenmesini savunmuştu.  1924 Anayası’nın “bazı kurumlarının açıklığa kavuşturulması ve tadilatın yeterli olduğunu ifade etmişti”.[33]  Bunun altında ise, 1937’den beri Anayasa’da olan Altı Ok’un yerinde kalması isteği yatıyordu.[34]  Balta, o günün şartlarında Altı Ok’un Anayasa’da kalabilmesini sağlamanın yolunu, yürüttüğü bu stratejiyle yapmayı doğru bulmuş olmalıydı.  Çünkü Anayasa’da değişiklikler “gerekli”ydi, bazı değişiklikler günün ihtiyaçları açısından “kaçınılmaz”dı.  Ve bu arada Altı Ok’un yok edilmesi hesapları herhalde gözlerden kaçmıyordu.  Altı Ok’a karşı olan “liberal çevreler”, belki Altı Ok sözünü etmeden Altı Ok’un dışlanmasını sağlayan anayasa “yenilenmesi”ni savunmuşlar, dayatmışlar ve kabul ettirebilmişlerdi.

Altı Ok’un anayasada yer almamasıyla ilgili duruma açıklık getirmek için, yeni anayasa hazırlanmasında önerilen tasarılara bakılması gerekir.  İstanbul ve Ankara Üniversitelerinin ön tasarılarında, Temsilciler Meclisi Anayasa Komisyonu’nun tasarısında, bu üç tasarının hiç birisinde Altı Ok’a yer verilmemiştir.[35]  Böylece, “yeni anayasa”da Altı Ok’un yer alabilmesinin hiç bir şansı kalmamış oluyordu.[36]

Bunun nedeni konusunda tahminler, tasarıların hazırlanmasında emeği geçen akademisyenlerin o günkü CHP çizgisine bağlı ya da yakın olmalarında yoğunlaşıyor.  Yukarıda açıklandığı gibi, 1961 yılında CHP “Kemalist” ve “Altı Okçu” değildi.  Anayasa’da Altı Ok’un mutlaka olmasını isteyen ve savunan bir CHP yoktu.[37]  “Sosyal bir devlet” ibaresinin daha “modern” bir tanımlama olduğu düşünülmekteydi.  “Yeni anayasa”nın, Batılı siyasal kavramlar kullanıldığında benimsenmesinin kolaylaşacağı ve “hoş görüneceği” sanılmaktadır.  Batıcı kavramlarla yeni anayasanın Batıya uyumlu olacağının ve Batının uygun bulacağının tuzağına düşülmüştür.  Batılı terimlerle Batılı olmaya çalışmanın hiç bir gereği yoktu.  Ayrıca tasarıları hazırlayan kişiler toplumdan ve tartışmalardan kopuk bir çalışma süreci içine girmişlerdi.  Bu, yeni anayasa “proje[sine] ilk şeklini veren profesörlerin manastıra çekilmiş papazlar gibi kendi başlarına kalmaları”[38] gibi ifadelerle eleştiri konusu bile olmuştur.

Altı Ok’un yeni anayasada yer almamasındaki esas neden, Perinçek’in ifadeleriyle, ve özetle, “1945’ten sonra Atlantik sistemi[nin] adım adım kurulmaya başla”masıyla, “yeni bir rejime geçil”mesiyle ilgilidir.[39]

61 Anayasasında Altı Ok’un yer alamamasının  sonuçları, öncelikle, “geleceğe dönük bir program” olan devrimciliğin, “geçmişe bağlılık” haline getirilmesiyle siyasal atılımlara set çekilmesi, halkçılık ilkesinin Batılı ve Batıcı bir kavram olan “sosyal devlet”e feda edilmesiyle sınıfsal uçurumların derinleşmesinin yolunun açılması, devletçiliğin yok edilmesiyle milli devletimizin ve bütünlüğümüzün korunmasının tehlikeye girmesi, milliyetçiliğin bağımsızlıkçılıktan arındırılarak tasarlanmış olmasıyla emperyalist saldırıya karşı savunma zaafiyetinin büyümüş olmasıdır.[40]

Anayasa tartışmaları “başkanlık”, “özerklik” vb. konular üzerinde pazarlıklarla yürütülmektedir.  Oysa bugünkü anayasa sorunsalının altında, “Altı Ok’lu Anayasa” ile Cumhuriyet’in “okları”nın olmadığı anayasa modelleri yatmaktadır.  Çünkü “yeni anayasa” yeni rejimdir.  “Yeni anayasa” savaşı ise, aslında Kemalizmle Cumhuriyet düşmanlığı arasında, Atatürk milliyetçiliği ile liberalizm arasında, bağımsızlıkçılıkla teslimiyetçilik arasında, Türkiyecilikle Batıcılık arasında yapılmaktadır.  “Altı Ok’un içinde yer almayacağı anayasa”cıların hepsi aynı taraftadır.  Zaten bu konuda “anayasa yapma yetki alanı içinde” bulunanlar arasında Altı Ok’un anayasada olması gerektiğini savunan herhangi bir parti ve kişi de yoktur.

Yeni anayasa tartışmaları, aslında, ideoloji tartışmasının meydanıdır, ideolojiler arası “anayasa meydan savaşı” yaşanmaktadır.[41]

Türkiye’ye yeni bir anayasa yapılacaksa bu yapıcılar bu işin karşılığı değildir. Türkiye’nin hayati ve siyasal ihtiyacı, içinde Altı Ok’un bulunduğu bir anayasadır
[1] Hirsch, s. 300-301.
[2] Halkçılık ilkesi konusunda geniş bilgi için bkz. Teori, Kapak: Kemalizmde Halkçılık, sayı 107, Aralık 1998, s. 3-53.
[3] Türkiye’de devletçilik konusunda ayrıntılı bilgi içik bkz. Korkut Boratav, Türkiye’de Devletçilik, Savaş Yayınları, Ankara 1982; Bilsay Kuruç, Mustafa Kemal Döneminde Ekonomi / Büyük Devletler ve Türkiye, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2012, 4. Bölüm (s. 299 vd.) ve 8. Bölüm (s. 387 vd.); Şevket Süreyya Aydemir, İkinci Adam, Birinci Cilt, Remzi Kitabevi, İstanbul 1966, s. 393-414; Tevfik Çavdar, Türkiye’de Liberalizm (1860-1990), İmge Kitabevi, Ankara 1992, s. 211 vd.
[4] 3 Mart 1924, Halifeliğin kaldırılması, Şeriye ve Evkaf Vekaletinin kaldırılması, Tevhid-i Tedrisat Kanunu, Diyanet İşleri Reisliği’nin kurulması; 30 Kasım 1925, tekke ve zaviyelerin kapatılması; 17 Şubat 1926, Medeni Kanun; 22 Ekim 1927 CHF Nizamnamesinin kabul edilmesi, 10 Nisan 1928, Anayasa’ya laiklik ilkesinin konması; 1 Kasım 1928, Latin alfabesinin kabulü; 13 Mayıs 1931, laikliğin CHF Kurultayında parti programında yer alması; 1932 ezan ve kametin Türkçe okunma zorunluluğu; 26 Kasım 1934, eski lakap ve unvanların kaldırılması; 3 Aralık 1934, “Bazı Kisvelerin Giyilemeyeceğine Dair Kanun”; 27 Mayıs 1935, pazar gününün tatil günü yapılması; vb.
[5] Laiklik ilkesi konusunda geniş bilgi için bkz. Toktamış Ateş, Laiklik / Dünyada ve Türkiye’de, Ümit Yayıncılık, Ankara 1994; İsmet Zeki Eyüboğlu, Atatürk Devrimleri Işığında Laiklik, Say, İstanbul 1994; Mehmet Bedri Gültekin, Laikliğin Neresindeyiz, Öğretmen Yayınları, Ankara 1987; Burhan Oğuz, Tarihsel Gelişimiyle Dünyada ve Türkiye’de Laiklik, Engin Yayıncılık, İstanbul 1996; Özer Ozankaya, Türkiye’de Laiklik / Atatürk Devrimlerinin Temeli, İstanbul 1995; M. İskender Özturanlı, Türkiye’de Laikliğin Serüveni, İleri Kitabevi, İzmir 1995, Doğu Perinçek, Kemalist Devrim – 2 / Din ve Allah, Kaynak Yayınları, İstanbul 1994; Doğu Perinçek, “Laikliğin Toplumsal, Siyasal ve Felsefi Boyutları”, Teori, sayı 8, Ağustos 1990, s. 17-52 (bu yazıda bugün için yer yer doğru bulunmayacak bölümler ve görüşler olsa da laiklik geniş bir boyutta ele alınmış, en önemli özellikleriyle açıklanmıştır).
[6] Asker, siyaset ve devlet adamı Mehmet Recep Peker (1889-1950), Kurtuluş Savaşına katıldı, Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra bakanlıklar yaptı, 1946-47 yıllarında başbakan oldu.
[7] Profesör Ernst Eduard Hirsch (1902-1985), 1933 yılında otuz bir yaşındayken Almanya’dan ayrıldı, aynı yıl ekim ayında Türkiye’ye geldi.  1943 yılına kadar İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinde, 1943’den sonra da Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesinde öğretim üyesi olarak çalıştı.  Türk hukuk sistemine önemli katkılarda bulundu.  Bu arada, 1943 yılında Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına geçti (1941 yılında Alman vatandaşlığından çıkarılmıştı).  1952’de Almanya’ya döndükten sonra da Türkiye ile bağını kaybetmedi.  1967’de emekli olana kadar Berlin Özgür Üniversitesinde çalıştı, uzun yıllar Rektörlük ve sonra da Hukuk Fakültesi Dekanlığını yaptı.
Çok sayıda eseri arasında 1966’da yayımladığı Die Verfassung der türkischen Republik, 1961 (“Türkiye Cumhuriyeti 1961 Anayasası”) adlı kitabı da bulunmaktadır.
Türkiye dönemini de anlattığı anıları Aus der Kaisers Zeiten durch Weimarer Republik in das Land Atatürks.  Eine unzeitgemässe Autobiographie adıyla 1982 yılında yayımlandı.
[8] Hirsch, s. 301.
[9] Aynı eser, s. 302.
[10] Altı Ok’un Anayasa’da yer almasına Prof. Hirsch’in vesile olduğu kendi anlatımından gösterilmiş bulunuyor.  Atatürk’ün bunu yerinde bulmamış ve benimsememiş olması sözkonusu olamaz.  Bu girişimden bilgili olduğu muhakkaktır, eğer o süreçte devredeyse desteklemiş olduğunun da düşünülmesi gerekir.  Bununla birlikte Perinçek, Altı Ok’u Anayasa’nın başına Atatürk’ün koydurduğunu yazmaktadır (2012, s. 268).  Kaynak göstermediğine göre bu bir yorum olsa gerektir, ancak böyle bir değerlendirme elbette Atatürk’ün anlayış ve pratiğine uymaktadır.  Kaldı ki, Altı Ok’un Anayasa’da yer alması, Anayasa’nın bağlayıcılığı sayesinde çok partili rejimde Cumhuriyet’in korunması bakımından yararlı olur, kurulacak başka partiler de ”Altı Ok çerçevesi içindeki farklılıkları [a.b.ç.] temsil” ederdi (s. 263).  Bu, geleceğe yönelik öngörüde bir tedbir olarak anlam taşıyordu.
(Bu notu, Hirsch’in açıklaması ve Atatürk’le ilgili Perinçek’in bu konudaki ifadesi arasında bir uyuşmazlık bulunmadığını, bunların birbiriyle uzlaşmaz ve birbirini tamamlamaz şeyler olmadığını düşündüğümüzü belirtmek için ekledik.)
[11]  Alman bir müzisyen, piyanist, eğitimci, besteci olan Eduard Zuckmayer örneğinden yola çıkarak 30’lu yıllarda Türkiye’ye sığınan Alman ve Avusturyalıları konu edinen bir dosyamız Bilim ve Ütopya dergisinin 260. sayısında yayımlanmıştır, bkz. Şubat 2016, s. 38-48.
[12] Niyazi Berkes, Unutulan Yıllar, İletişim Yayınları, İstanbul 1997, s. 360.
[13] Altı Ok’ta yer alan ilkelerin her birini aslında daha ilk sözü edildikleri zamandan başlayarak olumsuz değerlendirenler olmuştu.  Ok’un her biri ayrı ayrı tepki de görmüştü.  Bu anlamda “eleştiriler” ve karşı çıkmalar oldukça fazladır ve bunlar çok geniş bir zamana da yayıldığı için burada ele alınamayacaktır.  Özellikle cumhuriyetçilik, devletçilik ve laiklik ayrışma yaratacak ölçüde tartışma ve hatta çatışmalara yol açmıştı.  Altında “eski rejim” ve ekonomik çıkarlar yatıyordu.
[14] Mahmut Esat Bozkurt, Atatürk İhtilali, Kaynak Yayınları, İstanbul 1995, s. 226.
[15] CHP Yedinci Büyük Kurultayı, Ankara 1948, s. 397; akt. Yetkin, s. 408.
[16] McCarthycilik, ikinci savaş sonrasında ABD’de yaratılan gerici, antikomünist cereyanın adıdır.  Amerika’yı on yıla yakın “cadı avı”na benzer bir şekilde kasıp kavurduğu gibi, dünyanın birçok yerinde, özellikle ABD etki ve hakimiyetinin olduğu yerlerde benzerlikler taşıyarak kendini göstermişti.
[17] CHP Yedinci Büyük Kurultayı, s. 407; akt; Yetkin, s. 410.
[18] Ulus, 17 Ocak 1948; akt. Boratav, s. 279-80.  Kurultayda devletçilik konusunun ayrıntılı bir şekilde ele alınması, yansıtılması ve sonuçları ile ilgili olarak aynı eserdeki “Devletçiliğin Resmen Tasfiyesi” başlıklı bölüme bakınız, s. 273 vd.
[19] CHP Yedinci Büyük Kurultayı Tutanağı, Ankara 1947; akt. Hatipoğlu, s. 216-17.
[20] Çorum delegesi Abdülkadir Güney, Seyhan Milletvekili Sinan Tekelioğlu, CHP Yedinci Büyük Kurultayı, s. 448-454; akt. Yetkin, s. 414-417.
[21] Hatipoğlu, s. 210.
Bu eserde, öncesiyle birlikte kongre süreci, konuşmalar, eğilimler, değerlendirilme, sonuçlar ve sonraki gelişmeler ayrıntılı ve somut olarak anlatılmıştır, bkz. s. 204-226.
[22] Yetkin, s. 399.
[23] CHP’nin 10. Kurultayında parti programının giriş bölümü, Hikmet Bila, Sosyal Demokrat Süreç İçinde CHP ve Sonrası, Milliyet Yayınları, İstanbul 1987, s. 208; akt. Hatipoğlu, s. 228.
[24] Tanilli, 1976, s. 315.
[25] CHP’nin bu dönemdeki ve sonrasındaki değişim ve dönüşümünün sergilenmesi, açıklanması ve yorumu konusunda ayrıntılı bilgi için bkz. Hatipoğlu.
[26] Hatta bu „sol“a, muhalefeti bile dahil etmek mümkündür.  Örneğin, „Liberal bir sistem peşinde görünen Serbest Fırka Başkanı Fethi Bey“, „Fırkamız Sol’a mütemayildir, … tamamen Sol’a müteveccihiz“ („eğilimliyiz“, „yöneliğiz“) diyordu (Aydemir, s. 397).
Ayrıca, 1950’de iktidara gelmeden önceki dönemde DP de “sol”du.  Bu, hem Adnan Menderes’in kendilerini tanımlamak için belirttiği, hem de CHP tarafından DP’ye yakıştırılan bir söylemdi.  Hatta CHP yönünden DP, “komünist” olmakla bile suçlanıyordu!  Bkz. Doğu Perinçek, Osmanlı’dan Bugüne Toplum ve Devlet, Kaynak Yayınları, İstanbul 1986, s. 255.
[27] Cüneyt Arcayürek Açıklıyor – 2 / Yeni İktidar Yeni Dönem (1951-1954), Bilgi Yayınevi, Ankara 1983, s. 224.
[28] “Sosyal Demokrat Fırkası”, bkz. Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, Cilt II, Mütareke Dönemi, Hürriyet Vakfı Yayınları, İstanbul 1986, s. 230-234.
[29] Cemil Alpay’ın liderliğinde “Sosyal Demokrat Parti”, 1952; Hatipoğlu, s. 230.
[30] Tevfik Çavdar, “Cumhuriyet Halk Partisi (1950-1980)”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, cilt 8, İletişim Yayınları, İstanbul 1983, s. 2026; akt. Hatipoğlu, s. 232.
[31] Perinçek, 2012, s. 267.
[32] 61 Anayasası’nın hazırlanması sürecindeki tartışmalarda Altı Ok’la ilgili görüşler ayrı bir araştırma konusu olacak önemdedir.  Elbette olabilir ancak böyle bir çalışma yapıldığı yolunda bir bilgimiz yok.
[33] İlber Ortaylı, İmparatorluğun Son Nefesi / Osmanlı’nın Yaşayan Mirası Cumhuriyet, Timaş Yayınları, İstanbul 2014, s. 248.
[34] Cüneyt Akalın, 27 Mayıs Bir Devrimdir / 50. Yılında 27 Mayıs, Kaynak Yayınları, İstanbul 2010, s. 100-101.
[35] Tanilli, 1976; A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi İdari ilimler Enstitüsünün tasarısı, s. 139 vd., İ.Ü. Anayasa Komisyonunu tasarısı, s. 163 vd., Anayasa Komisyonu tasarısı, gerekçesi ve raporu, s. 222 vd.
[36] Bununla birlikte Altı Ok’un bazı ilkeleri bu Anayasa’da ayrıntılı bir şekilde ele alınmış, özel maddelerle beslenmiştir.  Özellikle laiklik ilkesi (19. Madde).  Laiklik, diğer Altı Ok ilkelerinden koparılmış olduğu gibi, bu ayrıntılandırma ve genişletmeyle, başka anlamlar da yüklenmiş, örneğin, laikliğin aslında veya esas olarak “din özgürlüğü” olduğu yorumlarına kapı açılmıştır.  Bununla ve bağımsızlık gerekmeksizin tanımlanmış olmasıyla Batıcıların da savunabildiği ve Batıcılığın tekelinde olması amaçlanan bir laiklik yaratılmış olmaktadır, emperyalizme karşı olmayanların (genel olarak Batıcıların, hatta Amerikancıların) savunabildiği laiklik. (Laikliğe yüklenen değişik anlamlar ve laiklikle ilgili çarpıtıcı yorumlar konusunda değerlendirmeler için bkz. Perinçek, 1990, s. 19 vd.)
[37] CHP’nin “Altı Ok’çu olmayan” bu özelliği konusunda bir karşılaştırmayı Prof. Hirsch’in şu cümlelerindeki tespitle yapabiliriz:  “1950’de yapılan tarihi seçim sonucunda ezici bir çoğunlukla iktidara gelen Demokrat Parti, seçimi kaybetmiş partinin programından alınarak Anayasa’nın 2. Maddesine konmuş olan Kemalist Türkiye’nin bu altı özellliğini, rahatlıkla Anayasa’dan çıkarabilirdi.  Ama bu olmadı.” Bkz. s. 302.
[38] Nadir Nadi, 27 Mayıs’tan 12 Mart’a, Cumhuriyet, İstanbul 2000, s. 22.
[39] Perinçek, 2012, s. 267.
[40] Bu konuda yukarıda yazılanların ayrıntılandırılmış anlatımı için bkz. Perinçek, 2012, s. 254-269.
[41] Bu konuya ve konuyla ilgili kavramlara açıklık getirmesi bakımından güncel bir yazı olarak bkz. Doğu Perinçek, “İdeolojisiz Anayasa Olur Mu?”, Aydınlık, 6 Ocak 2016, s. 8; ayrıca, anayasa ile ilgili olarak genel ve özlü bilgi için bkz. Perinçek, 2012, s. 38 vd., 269 vd. ve 274 vd.
Dr. Alp Hamuroğlu
(Teori, N:313, Şubat 2016)

http://www.gercekedebiyat.com/haber-detay/altiok-anayasaya-nasil-girmisti-ankarada-bir-alman-hukukcu-dr-alp-hamuroglu/2110

 

This entry was posted in ATATURK, CUMHURİYET - DEMOKRASİ - ÇAĞDAŞLIK, DEVRİM VE KARŞI DEVRİMLER, Tarih. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *