UĞUR MUMCU’YU UNUTMAMAK: 26. ÖLÜM YILDÖNÜMÜNÜN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ  

 

guzide filiz tuzcu
19.01.2019

UĞUR MUMCU’YU UNUTMAMAK:
26. ÖLÜM YILDÖNÜMÜNÜN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ  

    Bir siyaset bilimci ve tarihçi olarak uzun yıllardır yapmış olduğum araştırma ve çalışmalarım, ve de bir insan olarak gözlemleme fırsatı bulduğum farklı ülke yönetimleri ve insanları bana şunu göstermiştir; hangi milletten ve hangi meslekten olurlarsa olsunlar insanlar ikiye ayrılmaktadır; en sade ifadeyle dünyada ve ülkemizde “iyiler ve kötüler” vardır. Bunun ortası yoktur. Bir başka deyişle akla – karanın, iyiyle – kötünün ortası “gri bir insan” yoktur. Bu bağlamda bir insan, ya iyidir, ya da kötüdür. Bir insan ya özüyle insandır, yani Kuran’ın ifadesiyleaklını çalıştırır – düşünür – sorgular, araştırır – bir kişinin veya bir olayın gerçeğine ulaşmak ister; dürüsttür – sözüne güvenirlidir – adaletlidir; merhametlidir – paylaşımcıdır – hiçbir canlıya haksızlık yapmak istemez; güçlünün ve zenginin değil, doğrunun ve haklının yanında yer alır ve hayatı boyunca hiç kimseye boyun eğmez – biat etmez” omurgalı ve cesur bir insandır, ya da böyle biri değildir. Yani söz konusu bu gerçek, 2 + 2 = 4 gibi   açık bir mutlak   gerçektir.

     Böylesi “güzel bir ahlâka sahip olmayanlar” ise tek kelimeyle kötüdürler; yani bunlar   “sadece şeklen insana benzeyen, ancak insani değerlerle sahip olmayan” kişilerdir! Bu tipte olanlar rahatlıkla yalan söylerler, iftira atarlar, olayları ve sözleri işlerine geldiği gibi çarpıtırlar, sözlerinde durmazlar, kalleştirler ve böyle davranmaktan ne vicdan azabı, ne de utanç duyarlar! Ayrıca doğal olarak bunlar hak ve hukuk gözetmezler, yani son derece menfaatçi ve bencildirler; bunlar için “dinmiş, vicdanmış, milletmiş, vatanmış – vatan toprağıymış, bayrakmış – bilimmiş, özgürlükmüş – bağımsızlıkmış, onur ve haysiyetmiş” hiçbir şey ifade etmeyen sözcüklerdir!   Eskiler böylelerine “Allah’tan korkmaz, kuldan utanmaz…” demişlerdir. Bu tür şeklen insan olanlar, her devrin insanıdırlar, her kim güçlüyse, her kim zenginse ve her kim iktidarda ise ona yaranmaya çalışırlar, el ve etek öperler, hatta menfaat temin ettikleri insana adeta taparlar! İşte tipik “Osmanlı zihniyet ve tavrı” da budur. Diğer yanda binlerce yıllık Kadim Türk Ulus Kültür ve Geleneğinde bu tipte “şeklen insanlar yoktur.

     Ülkemizde böyle sadece şeklen insana benzeyenlerin sayısı, maalesef ki fazlasıyla çoğalmıştır! Her kesim ve meslekte, insanın midesini bulandıran bu tür kişileri görmek mümkündür; sözde aydınlar, entel-danteller, gazeteciler, televizyoncular, siyasiler, akademisyenler, öğrenciler vs… Bunların 1938’den itibaren git gide çoğalmaları ise asla tesadüfü bir olay değildir; 1938 sonrası planlı ve programlı olarak “milli kimlik bilincinden yoksun – tarihini bilmeyen – cahil – kültürsüz; düşünmeyen – sorgulamayan, taklitçi – ezberci ve kolaycı, batı – ya da Osmanlı hayranı” insan tipi yetiştirilmek istenilmiştir, ve öyle de yapılmıştır. Batılı ülkelerde söz konusu bu “sadece şeklen insan olanların” hiç itibarları yoktur; hatta onlar, gelişmiş batılı toplumda aşağılanır ve dışlanırlar. Ancak ne tuhaf ve acıdır ki her açıdan geri kalmış, hatta gelişmesi kasten engellenmiş, “hukukun ve adaletin değil, kişilerin üstün olduğu – kast sınıfı oluşturulan toplumlarda” söz konusu bu zararlılar, asalaklar – yanar/dönerler – biat eğilimliler, yani şeklen insan görünümlü türler, “akıllı – kurnaz, işini iyi bilen – gemisini yürüten, siyasi ve makbul insanlar” sayılmaktadırlar !!!!!!!!!

     Bazılarının “bir insanın iyi tarafları da olabilir, kötü tarafları da olabilir, ak ve kara, yani kötü ve iyi diye kesin çizgiyle insanları ayırmak doğru değildir…” dediklerini duyar gibiyim! Ben bu görüşe kesinlikle katılmıyorum ve bu görüşü gerçekçi de bulmuyorum! Her insanın farklı düşünceleri, huyları, beğenileri, tercihleri, yetenekleri, kusurları vs… olabilir, bu gayet de doğaldır; ancak o insan, özüyle insan olabilmiş ise, o halde bir sorun yoktur ve o insan iyi bir insandır. İyi insan olabilmenin ölçüsü akıl ve vicdan sahibi olmaktır; yani akıl + vicdan terazisini işletebilmektir. Bunu yapabilen bir insan, körü körüne hiç kimseye inanmaz – biat etmez – kulağından tutulup yönlendirilemez, para ile – mevki ile satın alınamaz. İşte olay budur. Bir başka deyişle bu ÖZÜYLE İNSAN olan – hangi meslek sahibi olursa olsun – insanlık onurunu koruyarak, hiç kimseye boyun eğmeden, hiçbir canlıya haksızlık yapmadan – tüm canlıların yaşam hakkına saygı duyarak, hatta yaşamlarına katkı sağlayarak, alın teriyle çalışarak, huzurlu bir vicdanla yaşabilir… Böyle olmayan birine ise nasıl “iyi insan” denilebilir ki! Hatta nasıl “İNSAN denilebilir ki?

Bu bağlamda toplumu doğru bilgilendirmekle – aydınlatmakla ve yönlendirmekle görevli – başta üniversiteler   ve akademisyenler olmak üzere – tüm aydınlara son derece önemli görevler düşmektedir… Peki Türkiye’de, genel olarak aydınlar bu görevlerini yerine getirmişler midir? Maalesef ki hayır. Üniversitelerde görevli olan, bunun için araştırmalar yapan, unvan ve maaş alan bir takım üniversite hocalarının, sırf iktidarlara yaranabilmek ve kürsülerini koruyabilmek adına, bilimin – yani salt gerçeklerin gün ışığına çıkmasını engellemelerine, toplumu kör karanlıklarda bırakmalarına ne demelidir? Lütfen herkes elini vicdanına koysun ve düşünsün, bu zulmü yapanlara – yani bilim yuvalarında, bilime geçit vermeyenlere – “iyi insanlar” denilebilir mi?

      Kendi ülkesine ve gençliğine hiç bir faydası olmayan, burnu kaf dağında – kendisini halkından üstün gören, böylece aldıkları maaşları asla hak etmeyen, “gerçekleri saklamayı, toplumu yanıltıp, kandırmayı, yalan söylemeyi, anlamsız laf üreterek akılları karıştırmayı” marifet sayan sözde aydınları, “iyi insanlar” olarak nitelendirmek mümkün müdür? Elbette ki mümkün değildir: Çünkü insan “karakteriyle” bir bütündür; her insanda tek bir beyin ve tek bir kalp vardır, özünde – mayasında iyilikleri ve güzellikleri barındıran vicdanlı bir kalp, “kötülüğü – haksızlığı – yalanı – zulmü” asla içinde barındıramaz, hatta yalanın, haksızlığın ve zulmün karşısında asla sessiz kalamaz. İyilik ve kötülük, aynı su ve ateş gibidir, yan yana bulunmaları, var olabilmeleri mümkün değildir; biri varsa,   diğeri yoktur.  Onun için bir insan, ya iyidir, ya da kötüdür. Onun içindir ki eğitim sisteminde, tüm mesleki eğitimlerden ve bilgi aktarımlarından önce, her çocuğa “manevi – milli kültürel değerler öğretilmeli ve her çocuğun topluma faydalı iyi bir insan olarak yetiştirilmesi” esas alınmalıdır. Tıpkı Büyük Atatürk’ün öngördüğü ve esas almış olduğu gibi…

     Bir çocuğun, iki / üç yaşından itibaren kişilik yapısını etkileyen – şekillendiren iki temel unsur vardır; birisi elbette onun doğasıdır – yaratılışıdır (genleridir / soyudur[1]), bunun etkisi tahminen % 35 – 40’dır. İkincisi de sırasıyla anne – babası, yakın çevresi, öğretmenleri, yetiştirilme ve eğitilme tarzıdır, bunun etkisi de tahminen % 60 – 65’dir. O halde bir çocuğun “iyi bir insan” olabilmesi için, bebeklik çağlarından itibaren, ilk önce aile içinde anne ve babası tarafından, daha sonra yakın çevresi tarafından (büyük anneler ve dedeler, akrabalar, okul – öğretmen, dernek – spor kulübü, cami vs…) tarafından “İYİ BİR İNSAN OLMAK ÜZERE YETİŞTİRİLMESİ” gerekmektedir. Çocuğun etrafında, onun örnek alacağı, onu doğru yönlendirecek iyi insanlar olmalıdır. Çocuk yetiştirilmesi konusunda uzman psikologlar – sosyologlar, “çocuk, nasihat dinlemez, ancak büyüklerin sözlerini, tavır ve davranışlarını kendisine örnek alır ve kopya eder…” derler. Bunun için annelerin ve babaların, hatta bilhassa annelerin, yani “çocukların ilk öğretmenleri olacak olan annelerin” çok iyi yetiştirilmeleri ve çocuklarına iyi örnek olmaları şarttır. Örneğin; bir çocuğun aklı ermeye başladığı andan itibaren ona, “doğru olmanın – her zaman doğru konuşmanın erdemini öğreten, yalana asla tolerans göstermeyen, kendisi de her zaman doğru konuşarak ve verdiği sözü yerine getirerek çocuğuna güzel örnek olan dürüst bir annenin yetiştirdiği çocuk da, elbette ki dürüst olacaktır. Aynı anne, kitaplara – okumaya – öğrenmeye ve öğretmeye meraklı, teşvik edici olduğu zaman, çocuğu da, okumaya meraklı olacak ve kitapları sevecektir. Keza hayvan ve doğa sevgisi, merhametli ve yardımsever olmak gibi insani değerler de anne tarafından aşılanacak olan son derece önemli değerlerdir.

     Büyük Atatürk, bunun için kızların eğitimine çok büyük önem vermiştir ve her vesileyle bu konuya dikkat çekerek, geleceğin anneleri olacak kız çocuklarının çok iyi yetiştirilmelerini – hayata dair faydalı bilgilerle ve insani değerlerle donatılmalarını, meslek sahibi olmalarını ve böylece kendi ayakları üzerinde durabilen, kendine güvenen, çalışkan ve güçlü bireyler olmalarını istemiştir; istemiştir ki kızlar, “kişilikli, güzel ahlâklı, duyarlı, bilgili, milli kimliğine ve atalarına saygılı, milletine ve doğaya faydalı vatansever gençler” yetiştirebilsinler. Aynı tüm gelişmiş – medeni batılı ülkelerde olduğu gibi… Çünkü gelişmiş – medeni ve özgür ülkelerde yaşayan insanlar, çocuklarını bahsetmiş olduğumuz insani değerlerle ve faydalı ilimlerle yetiştirirler; bunun için vatandaşlar, vatanlarını – doğayı – hayvanları sever ve korurlar; bu medeni ülkelerde insana, düşüncelerine ve emeğine saygı duyulur – değer verilir:  Uğur Mumcu ve onun gibi gerçekleri araştıran, cesaretle dile getiren, yazan ve milletini aydınlatan değerli aydınlar, medeni ülkelerde büyük itibar görürler ve ödüllendirilirler,   katledilmezler!

O halde bir ülkede en büyük yatırım, “İNSANA ve ÖZGÜR BİLİME” yapılan yatırımdır diyoruz; batılılar bu gerçeği henüz ortaçağlarda “Rönesans ve Reform” atılımlarıyla keşif etmeye başlamış, böylece “insana, özgür düşüncesine, eğitimine – gelişimine ve ilme” gittikçe artan bir şekilde önem vermişlerdirOnların her açıdan ilerlemelerinin temelinde işte bu mutlak gerçek yatmaktadır. Genel olarak Türkiye’deki aydınlar, bu konulara maalesef ki pek değinmek istemezler, çünkü onların, ekmeğini yedikleri milleti aydınlatmak ve bilinçlendirmek gibi bir niyetleri maalesef ki yoktur! Oysaki bir ülkede çocuklar “doğru sözlü, akıllı, ahlâklı, özgür düşünceli, bilgili ve bilinçli yetiştirilirlerse”, bu olumlu gelişme o ülkedeki hayatın -istisnasız her alanına- yansıyacaktır; şöyle ki aile ilişkilerine – sosyal hayata – eğitim sistemine – üretime – dinsel inanca – çocukların ve doğanın korunmasına – okullara – trafikte saygıya – hatta isabetli siyasi seçimler yapılmasına kadar son derece olumlu katkıları olacağı muhakkaktır. Ancak 1938 sonrası Türkiye’sinde “birileri” böylesine bilgili ve bilinçli Türk gençleri yetişsin istemiyor!

Aynı Osmanlı devrinde olduğu gibi, bir kez daha Türk Çocukları ve Gençleri “Köklü Milli Kimliğinden, Kahraman Atalarını Tanımaktan ve Binlerce Yıllık Göz Kamaştıran Tarihinden” yoksun bırakılmıştır! Oysaki Büyük Atatürk onların öyle yetiştirilmesini istemiştir ki, her biri, köklü milli kimliğinin ve tarihinin bilincinde olsun, kahraman atalarını iyi tanısın – onları örnek alsın ve onlardan manevi güç alsın, geçmişte Türk Milletine kurulan tuzak ve tehlikelerden haberdar olsun, her daim uyanık ve dikkatli olsun ve böylece vatanının tam bağımsızlığını ve cumhuriyetini titizlikle koruyabilsin. Ayrıca O, Türk Gençlerinin vatansever olmalarını “Ben vatanıma nasıl faydalı olabilirim, Vatanıma ve Milletime nasıl hizmet edebilirim, onları nasıl koruyabilirim – nasıl kalkındırabilirim zihniyet ve gayretiyle, azimle ve zevkle çalışsınlar istemiştir. İşte Büyük Atatürk, böylesi “iyi vatandaşların – iyi görevlilerin – iyi devlet adamlarının – iyi askerlerin” yetiştirilmesini hedeflemiştir: Onun en temel hedefi, Aziz Türk Milletini en ileri medeniyet seviyesine taşıyacak olan uygulamaları bir bir hayata geçirmek ve Türkiye Cumhuriyetini dünyanın en medeni, en güçlü ve en saygın devletleri arasında görmekti. Ancak Onun bu değerli plan ve hedefleri, 1938 sonrası önemsenmemiş, hatta tamamen terk edilmiştir! Hem de T.C Devletinin iktidarına talip olan, Türk Milletinin temsil edildiği TBMM’de “Atatürk ilkelerine, milli hedeflerine ve devrimlerine ve de Türk Milletine sadık kalacaklarınadair Türk Milletine söz verip – yeminler edenler tarafından terk edilmiştir!    

     Büyük Atatürk’ün olağanüstü gayretleri, dehası, ilmi ve cesareti sayesinde Türk Milleti, dünyada bilinen en saygın – en insani siyasi rejim olan “Cumhuriyete – Milletin Kutsal İradesinin Temsil Edildiği Parlâmenter Sisteme kolayca ve zahmetsiz kavuşmuştur. Ancak Türk Milleti, halkın iradesine, Sosyal Demokrasi ve Hukukun Üstünlüğüne dayanan, eşitlikçi, adil ve çağdaş Cumhuriyet Rejiminin kıymetini maalesef ki bilememiş, onu lâyığıyla koruyamamış, Cumhuriyet kurumlarının sağlam bir şekilde yerli yerine oturmasını ve güçlenmesini sağlayamamıştır! 1938 sonrası ne yazık ki bir kez daha rehavete kapılan Türk Milleti, henüz yakın geçmişte yaşadığı “korkunç acıları, aşağılanmaları, baskıları, işgalleri, tecavüzleri, katliamları, yıkımları ve bin bir güçlükle – yokluklar içinde yaşadığı ölüm kalım savaşını – Büyük Kurtuluş Savaşımızı” çok çabucak unutuvermiş; hatta tehlikeler ve tehditler artık tamamen geçti ve mazide kaldı zannetme gafletine düşmüştür!

     Oysaki ülke içindeki ve dışındaki Türk düşmanları yok olmamışlardır, onlar ezeli düşmanlıklarından ve hedeflerinden de asla vazgeçmemişlerdir; sadece Büyük Atatürk tarafından bir müddet (1922 – 1938) ürkütülüp, sindirilip, durdurulmuşlardır. Nitekim yerli ve yabancı Türk düşmanları, 1938 sonrası farklı plan ve stratejilerle hemen harekete geçmekte hiç gecikmemişler, ancak dışarıdan saldırılarla, aleni savaş ve işgallerle kaleyi fethedemeyeceklerini anlamış olduklarından, bu defa farklı taktikler uygulayarak, örneğin “ajanlar temin ederek, diplomatik ilişkiler geliştirerek, ülke içinde sadık işbirlikçiler bularak ve kendi çıkarları doğrultusunda antlaşmaları iktidarlara imzalatarak vs…” kaleyi içten fethetmeyi hedeflemiş ve başarmışlardır.

     Genel olarak Türk Milleti ise, tüm bunlardan bihaber kalmış – aynı Osmanlı devrinde olduğu gibi “kendini yöneten – tüm kaderini ve geleceğini belirleyen yöneticilerin geçmişlerini – sözlerini – uygulamalarını araştırma ve sorgulama zahmetine girmeden”, gözü kapalı onlara inanmayı tercih etmiştir! Maalesef ki genel olarak Türk Milleti “futbol takımı tutar gibi siyasi partiler tutmuştur ve film yıldızı tutar gibi parti liderlerine, onların sahip olmadıkları özellikler atfederek, onlara hayranlık duymuş ve peşinden gitmiştir…” Böylece Türk Milleti bir kez daha fena aldanmış ve zarardan – zararlara uğramıştır… Binlerce yıllık köklü geçmişi olan, antik ataları – akrabaları muhteşem medeniyetler ortaya koyan, tarihinin hiçbir döneminde başka bir milletin emri altına girmeyen Özgür Ruhlu Aziz Türk Milleti ve onun Aziz Vatanı “Türkiye” 21. yüzyılda, “geçmişinin büyük bir bölümü sömürge yönetimi altında geçmiş, henüz yakın zamanda bağımsızlığını kazanabilmiş, örneğin Çin , Hindistan ve bazı Afrika ülkelerinden” bile maalesef gerilerde kalmıştır!

     Tarihten günümüze Türk Atalarımız, kurdukları pek çok Türk Krallığının – İmparatorluğunun – Devletinin yönetimine yabancıları getirmekte sakınca görmemiş ve sonunda devlet yönetimini ellerinden kaçırıp, dışlanmışlar ve kurdukları devletlerin hepsi de batmış – gitmiştir. Aynı durum Selçuklu ve Osmanlı Devletlerinde de aynen böyle olmuştur. Pek çok özelliğinin yanı sıra, mükemmel de bir tarihçi olan Büyük Atatürk, söz konusu bu tarihi gerçekleri gayet iyi bildiğinden, şu vasiyette bulunmuştur; “Saygıdeğer ulusuma şunu öğütlerim ki; bağrında yetiştirerek – başının üstüne dek çıkaracağı adamların kanındaki, vicdanındaki öz mayayı çok iyi incelemeye dikkat etmekten, hiçbir zaman geri kalmasın.” (Kaynak:   Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk – Söylev, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1999, s. 811.) Türk Milleti olarak bizler, Atamızın bu hayati uyarısını – öğüdünü – vasiyetini dikkate alıp, uyguladık mı?

     Demek ki yıllardır “Biz Atatürk’ün askerleriyiz, Onun izindeyiz; Türkiye lâiktir, lâik kalacak vs…” gibi sloganlar atmak yeterli olmamaktadır! Lafla peynir gemisi yürümüyor… Bu bağlamda Türk Milletinin gözünü açmaya, uyandırmaya ve onu aydınlatmaya çalışan vatansever İYİ İNSANLAR elbette var olmuştur; hem Osmanlı devrinde olmuştur, hem de 1938 – 2018 döneminde olmuştur, ancak onlar da ne yazık ki geniş halk desteğinden mahrum kaldıklarından, azınlık durumuna düşmüş, sesini duyuramamış ve çeşitli cezalara çarptırılarak, sürgün edilerek, zindanlara atılarak, korkunç işkencelere ve suikastlara maruz kalarak, ne yazık ki susturulmuşlardır!

     O halde bizler gerçekten samimi Atatürkçüler isek ve gerçekten Onun izinden gitmeye kararlıysak, her şeyden önce Büyük Atatürk’ü çok iyi tanımamız, Onun düşüncelerini, ilkelerini ve hedeflerini çok iyi bilmemiz ve sahip çıkmamız gerekir. Onun bizlere rehber olsun diye yazmış olduğu NUTUK’U çok dikkatlice, yavaş – yavaş, hatta tekrar ve tekrar okumalıyız, iyice hafızamıza yerleştirmeliyiz.. Büyük Atatürk’ümüzün son derece isabetli – zaman üstü – yanılmaz öngörülerine ve ilkelerine sahip çıkabilmek, “Türk Milletini bilgilendirmekle, millet olarak aramızda güçlü bir birlik – beraberlik   ve destek bağları   tesis etmekle” ancak mümkün olur.

     Samimi bir Atatürkçü olan Sayın Uğur Mumcu da, Büyük Atatürk’ü çok iyi tanımış ve Onun yolunda sözle değil “fiilen – cesaretle yürüyerek”, milletini aydınlatmak için savaşmış, cesur bir kahramandır. Ne mutlu ona… İyi bir insan olarak yaşamış ve iyi bir insan olarak dünyadan ayrılmış, gönüller fethederek, ölümsüzlüğe kavuşmuştur. Sayın Uğur Mumcu’nun anlamlı yaşam hikayesinde görüldüğü üzere savaş sadece kılıçla – topla – tüfekle yapılmaz, Uğur Mumcu savaşını “beyniyle, vicdanıyla – yüreğiyle sesiyle, kalemiyle” yapmıştır; onun salt gerçekleri yazan kılıçtan keskin – kutlu kalemi, Türk düşmanları için son derece ürkütücü olmuştur… Onun içindir onu sinsice – kalleşçe katlettiler.

     Sayın Uğur Mumcu, Türk düşmanlarıyla kahramanca savaşmış – onların maskelerini alaşağı indirip – deşifre etmiş, kahraman bir Türk Askeri ve Şehidimizdir. O halde Türk Milleti olarak bizim, Uğur Mumcu’ya ve onun gibi samimi Atatürkçü – fedakâr vatan evlatlarına vefa ve minnet borcumuz vardır… Onların, her birimizin üzerinde “kul hakları” vardır: Bu borcu ancak ve ancak onları anlayarak, kitaplarını dikkatlice okuyarak – sözlerinden ders çıkartarak – ibret alarak ve bilinçlenerek ödeyebiliriz. Kısacası “tam bağımsız, onurlu ve özgür bir millet   olarak yaşamamızı devam ettirmek   istiyorsak”, milli hafızamız olan TARİH BİLİNCİNE” mutlaka ve mutlaka sahip olmamız gerekmektedir. Kurtuluş bilimdedir – bilgidedir, çünkü doğru ve tarafsız kaynaktan gelen bilgi, bizleri uyanık, dikkatli ve güçlü kılacaktır. O halde aşağıda yer alan konuları “doğru kaynaklardan” öğrenmemiz ve öğretmemiz kaçınılmazdır;

1.    Tarafsız Osmanlı ve Avrupa Tarihi; padişahları tanımak, onların Türk karşıtı siyaset ve uygulamalarını bilmek,

2.    Mustafa Kemal Atatürk’ü iyi tanımak, düşüncelerini, ilkelerini ve hedeflerini iyi bilmek ve anlamak,

3.    Mustafa Kemal Atatürk’ün büyük emek vererek yazdığı, tarihi gerçekleri bizlere anlattığı ve bizleri uyardığı NUTUK’U dikkatlice ve birkaç kez okumak,

4.    1938 sonrası   “Atatürk’ün Öngördüğü Milli İlkelerin ve Politikaların” nasıl terk edildiğini; kimlerin “dışa bağımlılık” sürecini başlattığını öğrenmek…

5.    Türkiye’yi tek taraflı bağlayan ve tam bağımsızlığımıza ağır darbe indiren ABD ile yapılan, pek çok “ İkili Antlaşmaların” iç yüzünü bilmek,

6.    Türkiye’ye “sözde danışman” adı altında doluşan ABD’li görevlilerden ve başında ABD elçisinin bulunduğu, eğitim sistemimizi yönlendiren “Eğitim Komisyonundan” haberdar olmak,

7.    Batının tarihi hedefleri – kendi dışındaki milletlere (yani Beyaz, Hıristiyan ve Avrupalı olmayan) milletlere karşı asla değişmeyen, bildik zihniyet ve uygulamaları,

8.    İngilizce veya Fransızca orijinal Avrupa Birliği Türkiye İlerleme Raporlarını okumak; (üç ya da dört rapora göz atılırsa, Türk Milletine dikte edilen ölüm fermanı “Sevr’i” aratmadığı anlaşılacaktır…)

9.    Halil İnalcık, Türkkaya Ataöv, Enver Ziya Karal, Şerafettin Turan, Doğan Avcıoğlu, Niyazi Berkes, Tarık Zafer Tunaya, Faruk Sümer, Necdet Sevinç, Necdet Sakaoğlu (Osmanlıda Eğitim Tarihi) Alphonse De Lamartine (Osmanlı Tarihi), Justin McCarthy, Neşri (Osmanlı Tarihi), Uğur Mumcu, Necip Hablemitoğlu, Atilla İlhan, Oktay Sinanoğlu, Turgut Özakman, Yaşar Nuri Öztürk, Sinan Meydan, Erol Manisalı ve onların çizgisinde bilimi – yani salt gerçeği esas alan, “bilimsel gerçeklerden asla taviz vermeyen, bağımsız – değerli araştırmacıların ve hocaların kitapları” mutlaka okunmalıdır.   Zahmetsiz – emeksiz, kuru kuruya insan ve vatan sevgisi olmaz!

O halde Büyük Atatürk’ün milli düşünce ve ilkelerini cesaretle, hatta canlarını ortaya koyarak savunan “Uğur Mumcu, Abdi İpekçi, Muammer Aksoy, Çetin Emeç, Bahriye Üçok, Necip Hablemitoğlu, Ali Gaffar Okan, Adnan Kahveci, Recep Yazıcıoğlu, Eşref Bitlis, Engin Arık ve akademik ekibi, hunharca katledilen Aselsan’ın üç değerli mühendisi; geleceği henüz 1940’lı yıllarda gören ve milletini uyandırmaya çalışan değerli Türk Akademisyen Hocalar, 68 Kuşağı Kahraman Türk Gençliği (Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan…) ve bu kısıtlı yerde adını sayamadığımız daha nice değerli – aydın vatan evlâtlarını” iyi tanımadan ve onlar neden katledildiler? sorusunun cevabını bilmeden, onları anlamış ve gerçekten takdir etmiş olamayız!

Onların pek çoğu bizler için ve aziz vatanımız için canlarını feda ettiler. O halde bu değerli vatan evlâtlarını unutmamak demek, ancak ve ancak tarih bilinci kazanmakla ve onları doğru anlamakla, izlerinde yürümekle, taşıdıkları “anti-emperyalist – tam bağımsız – özgürlük bayrağını dalgalandırmakla, ve onların canları pahasına elde ettikleri bilgileri milletimize yaymakla” mümkün olacaktır.

     Biz vatanseverlere, unutulmaz bir acı veren Uğur Mumcu katliamı üzerinden tam 25 yıl geçmiştir! Sayın Uğur Mumcu’nun vatanı ve milleti için canhıraş ortaya koymuş olduğu “değerli araştırmaları, konferansları, televizyon programları, Türk ve İslâm düşmanlarıyla ilgili son derece önemli ve çarpıcı bilgileri, dincileri – yani Atatürk düşmanı tarikatları deşifre eden hayati tespitleri ve büyük emeklerin ürünü olan kitapları”, hepsi de bizleri uyaran ve yolumuzu aydınlatan birer ışıktır. Peki Türk Milleti bu ışıktan 25 yıl içinde gerektiği gibi yararlanabilmiş midir? Maalesef ki hayır. Onun “son derece kritik bilgilerle dolu bu değerli kitaplarının” yeterince dikkate alındığını, yaygınlaştırıldığını, paylaşıldığını ve milletçe okunmasının sağlandığını söyleyebilmek, maalesef ki mümkün değildir! O değerli insan, vatanı için üstüne düşen görevlerini fazlasıyla yerine getirmiştir; ancak “Türk Milleti” olarak ya bizler, üstümüze düşen görevleri yerine getirebildik mi???

      25 yıldır, Uğur Mumcu’yu anma etkinlikleri yapılıyor; onu minnetle anmak ve gündeme getirmek elbette güzel, ancak bu yeterli midir? Kanaatimce yeterli değildir! Onun tehlikeli şartlar altında araştırdığı, emek verdiği, hatta hayatını ortaya koyarak kaleme aldığı kitaplarından Türkiye’de kaç kişi haberdardır, kaç kişi bunları rahatça temin edip, okuyabilmiştir? Ben bile, pek çok sahafı gezerek, zorlukla bulabildim (ikinci el – eski-dökülen kitaplar) Neden bu kitapların hepsi yeniden sağlam ciltlerle bastırılıp, herkesin kolayca alacağı ucuz fiyatlarla satılmıyor, ya da kasaba ve köy okullarına ücretsiz dağıtılmıyor?

Bilgi paylaştıkça çoğalır; eminim ki o değerli insan da hayatta olsaydı, uğruna canını feda ettiği milletinin, “onun bu eserlerini okumalarını, aydınlanmalarını ve hayatlarına yön veren siyasetçileri sorgulayarak, isabetli tercihler yapmalarını bütün kalbiyle arzu ederdi. Zaten onun araştırmalarının – çalışmalarının temel gayesi ve hedefi de buydu. O halde madem Sayın Uğur Mumcu adına bir “Vakıf” kurulmuştur, o halde bu Vakıf tüm enerjisiyle, onun aydınlatıcı bilgilerini içeren kitaplarını geniş halk kitlelerine ulaştırmak, yaymak ve okutmak için var gücüyle çalışmalı diye düşünüyorum…

     Bu vesileyle, Sayın Uğur Mumcu’nun, tüm vatanseverlerce mutlaka, ama mutlaka okunması  gereken kitaplarını naçizane tavsiye etmek istiyorum; 1.) Suçlular ve Güçlüler (Tekin Yayınevi, 1984: 1938 sonrası Türkiye’de, yani geçmişten günümüzde neler olduğunun “gizlenen perde arkasını” anlamak isteyen her vatansever bu kitabı mutlaka bulmalı ve okumalıdır.); 2.) 1940’ların Cadı Kazanı (Tekin Yayınevi, 1995)”; 3.) Rabıta (1938 sonrası emperyalist güçler ve onların yerli işbirlikçileri tarafından sahneye konulan dinciliğin geçmişi – temeli, yani içyüzü deşifre edilmiştir: İlk Basım 1987: 30. Baskı 2017 um:ag Vakfı Yayınları); 4.) Kürt Dosyası (Tamamlayamadığı – maalesef yarı kalan son eseri: Tekin Yayınevi 1994).

Bu kitapların hepsi de kapsamlı araştırmaların değerli ürünleri olup, her biri Türkiye’nin siyasi geçmişine muazzam bir ışık tutarak, geçmişimizi güneş gibi aydınlatmakta ve bugünlere nasıl geldiğimize tam bir açıklık getirmektedir. Yazıma son verirken dürüst – değerli vatan evlâdı, onurlu ve yiğit insan, yani iyi bir insan olan Uğur Mumcu’yu en derin saygı, sevgi ve minnet duygularımla yürekten selâmlıyorum; onun bu dünyadan vatan aşkıyla ayrılan kutlu ruhunun selâmlarımızdan, dualarımızdan ve onu hiç unutmadığımızdan haberdar olmasını diliyorum…

G. Filiz Tuzcu  

[1] Güzel bir Türk Atasözümüz der ki Katranı kaynatsan olur mu şeker, her şey cinsine çeker; katır teper, köpek ısırır, sonradan sonraya beyliğe yeltenen, zalim olur, ne İNSAN   kıymeti bilir, ne hatır.”  
This entry was posted in ANILAR, CUMHURİYET - DEMOKRASİ - ÇAĞDAŞLIK, DEMOKRASİ-ÖZGÜRLÜK, DEVRİM VE KARŞI DEVRİMLER. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *