TARİHE CUMHURİYETE AYDINLANMAYA NOT DÜŞENLER * Bölüm 2/1 * Prof. Dr. Fuat Aziz GÖKSEL KONFERANS: ATATÜRK 1992.

Birinci Bölüm ; https://nacikaptan.com/?p=64901

Prof. Dr. Fuat Aziz GÖKSEL KONFERANS: ATATÜRK 1992.
Yer: A. Ü. Rektörlük Binası. 100. Yıl Amfisi 10. Kasım 1992

İstiklal marşı, Sunucu Profesör Hanım:
Üniversitemizin Atatürk’ü Anma gününde Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Öğretim Üyelerinden Sayın Prof. Dr. Fuat Aziz Göksel “Atatürk 1992” konulu bir konuşma yapacak, Sayın Hocamız’ı davet ediyorum.

FAG: Teşekkür ederim.

Üniversitelerin saygıdeğer yöneticileri, değerli meslekdaşlarım ve genç arkadaşlarım,

Önce izninizle küçük bir anımı naklederek sözlerime başlamak istiyorum. 1969 yılıydı. Bütün yeryüzünde değer yargılarının birbiriyle keskin şekilde çatıştığı ve bazılarınca bir kuşak çatışması şeklinde görülen öğrenci olayları hızını almış, doruk noktasına ulaşmıştı. Her ülkede, tıpkı 1848 Avrupa olayları gibi, her ülkede bu hareket, sonunda birbirinden çok farklı doğrultular aldı ve birbirinden hayli farklı sonuçları ortaya çıktı.

Bu dönemde bizim ülkemizde, devletin ve toplumumuzun varlığını terazinin bir kefesine koyan ve toplumun o zamanki siyasi değer yargılarını kökünden sarsan bir doğrultuda gelişti olaylar. İlk defa olarak devletin varlığını ciddi şekilde tehdit eden bir takım cereyanlar, ilk önce gençlik arasında uç verdi. Ve iş öyle bir raddeye geldi ki, o yılın 10 Kasım’ında Saime Kadın Köprüsü’nün altında gençler toplanacaklar, Ankara’ya yürüyecekler ve ondan sonra da hiç kimsenin bilmediği ve önceden tasavvur edemeyeceği bir takım kitle olayları başlayacak, diye bir gün öncesinden gazeteler yazdı. Fakültemizin o zamanki sayın dekanı, değerli öğretmenimiz Prof. Dr. Lütfi Tat, bana o gün, belki de Atatürk’ü Anma Töreni’ne öğrencilerin gelmeyeceği nedeniyle, belki de sadece öğretim üyelerine konuşmak üzere, bana bir görev verdi.

İşte sözünü etmek istediğim küçük anım budur. O gün kürsüye çıktığım zaman aynen şunu söylemiştim: “Biz, burada ölmeyen bir insanı anmak için mi toplandık, yoksa mütevazı bir gömme töreni mi tertipledik?” ve sözlerimi şöyle bitirmiştim: “Şimdi düşünmek zamanıdır. Var olacak mıyız, olmayacak mıyız? Ülkemizin ve toplumumuzun geleceği bu soruya vereceğiniz yanıta bağlıdır”.

Bu konuşmanın bir takım reperküsyonları olmuştur. Olumlu ve olumsuz reperküsyonlar olmuştur. O zaman İsmet İnönü o günkü yürüyüşe, kendi partisinin gençlik kollarının gitmesini yasaklamıştı ve olay kadük oldu. Ondan sonra olaylar hızla gelişti ve gerçekten, gerçekten toplumumuzun ve devletimizin varlığını iyiden iyiye tehdit eden boyutlara ulaştı. O zaman bizim aydınlarımız ve bütün iyi niyetli insanlarımız olayı bir iç sorun olarak görüyorlardı. Kabuğunu çatlatan Türkiye’den bahsediliyordu. Büyük yapısal değişmeden bahsediliyordu İç göç, dış göç olgularından bahsediliyordu. Ve artık eski ilaçlarla değil, yeni ilaçlarla toplumun ayarlanması ve daha zinde yürümesi gerektiğini ileri sürenler vardı ve çok çeşitli reçeteler öneriliyordu.

O zamanki aydınlarımızın ve iyi niyetli insanlarımızın en büyük gafleti Türkiye’yi okyanusun ortasında, her türlü dalgadan mahsun ve sadece kendi kaderine, kendi elleriyle sahip olmaya ehil (?) bir ülke gibi görmelerinden kaynaklanıyordu. O zamanın gafil politikacıları zannediyorlar ki, herşey kendi politikaları iktidarındadır, herşey kendi ellerindedir. Ve kendi istemleri doğrultusunda gidilecek olursa, ülke kurtulacaktır, vatan kurtulacaktır.

Anılarınızı fazla zorlamak ve ondan sonraki olayların vahametini tekrar hatırlatmak istemiyorum. O günden bu güne sürekli sendelemelerle, sürekli muhataralarla, sürekli tehlikelerle günümüze geldik. Bugün toplumumuzu ve geleceğimizi tehdit eden tehlikeler o günkünden daha az değildir ve kanaatime göre o günkünden daha ciddidir. Çünkü o zaman dış kesimler bugünkünden daha müsaitti. O zaman dünya iki büyük kampa ayrılmıştı. Nükleer silahların gölgesinde bir dehşet dengesi yaşanıyordu ve biz de bu kamplardan birinin doğal üyesiydik. O gerginlik devam ettiği sürece ve kırmızı düğmeye basacak bir el bulunmadığı müddetçe, dünyanın hiçbir yerinde büyük bir kargaşa olamazdı. Yalnız, sınır savaşları, Vietnam, Lübnan misali savaşlar devam edecekti.

Bu, o zamanki süper devletlerin bölgesel savaşlar stratejisiydi, yani bir çeşit senye ameliyesi, bir çeşit pletorik bölgeden kan alma, bir çeşit iç kanaması stratejisiydi. Ama bugün durum değişmiştir. Bugün dünya hemen hemen 1918’i izleyen yıllardaki parçalanmışlığa ve kırk çeperli kazık gibi çok çeşit çeşit çıkarların, çok çeşit çeşit ekspansiyonist ve irredantist emellerin dünya çapında bir arenada birbirine el ense çektiği bir duruma gelmiştir. Bu yüzden 1918 koşullarına çok benzer şekilde Sevr formülleri ülkemizin burnuna el altından uzatılabilmekte, bugün 1918’de olan tartışmalar yeniden temcit pilavı gibi ısıtılıp gündeme getirilebilmekte, hatta hatta 1918 sonrası provokasyonlarıyla memlekette bir iç savaşı çıkarma denemeleri yapılabilmekte, bunun teslimatı, bunun fiili başlangıcı, gözümüzün önünde apaçık görülebilmektedir.

O halde bundan sonra toplumumuzun ve devletimizin varlığını düşünmek hepimize düşen bir görevdir. Çünkü bizim varlığımız, teker teker her birimizin varlığı ve çocuklarımızın ve torunlarımızın varlığı, bu toplumun ve bu devletin varlığıyla kaimdir, tıpkı 1918’de olduğu gibi… O halde, tekrar ediyorum: Şimdi, 1969’da olduğundan çok daha fazla ve çok ciddi düşünmek zamanıdır. Bir arada, ayakta durabilmesini sağlayabilmek için, herkesin kendi kafasında stratejiler üretmesi gerekir. Herkesin kendi kafasında keşif ameliyeleri, tehlikelerin nereden geleceğini ve nereden gelmekte olduğunu iyi hesaplayan bir takım zihni hesaplar yapması gerekir ve bu şarttır. Çünkü biz, karşımda duran güzide topluluk, bu toplumun ve bu devletin geleceğinden birinci derecede sorumlu olan gençlerimizi eğitmekte, onlara varlık stratejilerini önermekle yükümlü olan bu görevi üstlenmiş olan topluluktur.

Ne oluyor, ne yapmalıyız? Ve ne yapacağız? Bu soruları herkes kendisine büyük bir ciddiyetle sormak zorundadır. Şunu arzetmek istiyorum ki, değerli meslekdaşlarım, yeryüzü var olduğundan beri, yeryüzünda ilk canlı var olduğundan beri, yaşam savaşı bitmemiştir. Barış, savaşın kamufle bir devamından başka bir şey değildir. Bunu çok iyi anlamak ve hatırda tutmak gerekir. Her canlı, birey olarak kendisi için, her tür, tür olarak kendisinin soyunu sürdürmek için savaş vermek zorundadır. Her saniye, her dakika savaş vermek zorundadır.

Atatürk’ün ve onun akranı olan kurmayların başlıca kitabı olan Clausewitz “diplomasi savaşın silahsız bir devamı ve savaş, devletler politikasının silahla devam eden bir uzantısıdır” demişti. Ve o günden, bu güne, bütün stratejlerin, bütün devlet adamlarının, siyaset bilimcilerinin çok önemle üzerinde durdukları ve bir maksim olarak benimsedikleri bir yaklaşımdır bu, ki gerçeği doğrudan doğruya karşılamaktadır.

BÖLÜM 2/1 SONU / DEVAM EDECEK

This entry was posted in ATATURK, TARİHE - AYDINLANMAYA - CUMHURİYETE NOT DÜŞENLER. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *