YAŞAM FELSEFESİ ÜZERİNE BİR KİTAP * LAGOM * Mutluluğun formülü çok açık: Lagom + Hygge

Yazıyı Sayın Sümer Aygen paylaşmış ama kaynak belirtilmemiş.
Ben de yazıya katkıda bulundum (N.K)

LAGOM

Sadece İsveç dilinde mevcut bir kelime bu.
Bugün, yaşam tarzı imrenilen İsveç Halkı mutluluğu “lagom”da buluyor.
İsveçlilerin mutluluk sırrı “lagom.”(*)
Türkçede tam olarak karşılığı yok.
“Olması gerektiği kadar” diyebilmemiz mümkün.
Yani ne fazla, ne de az.
“Kararında” diyerek açıklayabilmek mümkün belki ”lagom”u.

Yani, “denge.”

Denge…
Duygularda denge…
Mantıkta denge…
Sevinçte denge.
Hüzünde denge.
Her şeyde denge…

Ne biraz fazla, ne de biraz az.
Tam denge…
Yani İsveçlilerin deyimiyle “lagom.”

İsveçlilerin “lagom”u, aslında bir yaşam felsefesi.
Mutluluğa giden yolun kutup yıldızı…
O sihirli dengeyi bulabilmek, kurabilmek; mutluluğun da kerterizi, huzurun da..
Her şey dönüp dolaşıyor bizi “lagom”la buluşturuyor.
Albert Einstein’ın sözündeki gibi, bisiklete binmeye benziyor yaşamak…
Dengeyi sağlayamadığımızda düşüyoruz.
Ya da tam tersi, stabilizasyon gerçekleştiğinde, basıyor pedala, uçup gidiyoruz.

Mutsuzluklarımızı sorguladığımızda hep o dengenin şaştığı durumların,
başrolde olduğu gerçeğiyle yüzleşiyoruz.
Ya çok veriyoruz; tükeniyoruz.
Ya da çok büyük beklentiler içine giriyor; hayal kırıklığı yaşıyoruz…
Verirken de, beklerken de, umarken de hep o denge hep bir şekilde kaçıyor.
Lagom felsefesi işte verdiklerimizle aldıklarımız,
umduklarımızla bulduklarımız arasında denge kurmamızı öğütlüyor.
Ya da bir başka deyişle “kararında ver, kararında ümit et” diyor bize lagom.

Nasıl ve nerede kaçırıyoruz ipin ucunu?
Bence birçok sebebi var bu durumun.
Sosyoloji perspektifinden bakarsak…
Akdeniz insanının duyguları uçlarda yaşama eğilimi önemli bir etken mesela.
Tadında bırakmıyor, her duyguyu “dibine kadar” yaşamayı seviyoruz.
İçki gibi…
Aşk bir anda kara sevdaya dönüşüyor.
Hırs aniden ihtiras halini alıyor.
Sıradan bir yenilgiyi hezimete dönüştürüyoruz içimizde…

Ya hayatı çok ciddiye alıyoruz ya da hiç önemsemiyoruz.
Ya katı mantıkçıyız ya da aşırı romantik.
Ya karamsarlığın köküne iniyoruz, ya da iyimserlikte Polyanna’yı bile geride bırakıyoruz.
Ya siyahız ya beyaz.
Dengeyi yitirince de armonisiz bir hayatın içinde buluyoruz çoğu zaman kendimizi.
Ölçü kaçıyor ve biçtiğimiz hayata sığmıyoruz.
Ya da bol geliyor yaşadıklarımız bize…
Bisikleti deviriyoruz, canımız yanıyor.
Neden düştüğümüzü sorgulamıyoruz, çektiğimiz acıyı afyon eyliyoruz…

Dengeyi bir türlü tutturamamamızda sevginin emperyalist yönü de çok önemli bir unsur…Evet, emperyalist bir duygu sevgi.
Kuşatıyor, ele geçiriyor bizi.
“Aman o üzülmesin, aman bu kırılmasın” derken bakıyoruz hayatımız bizim olmaktan çıkmış.
Yaşamak istediğimiz hayatla vedalaşıp yaşamak zorunda olduğumuz hayatın peşine takılmış gidiyoruz.
Sevgide de özveride de denge gidince, ölçü şaşınca mutsuzluk başlıyor bu sefer.
İnsan kendisini, hayallerini hiçe sayıyor..
Mutlaka bir şeye adamaya zorunlu hissediyor hayatını…
İşine, eşine, çocuğuna…
“Yemedim yedirdim, içmedim içirdim…”
“Senin için saçımı süpürge ettim…”
Vs… Vs… Vs…

Hepsi hayal kırıklığının, pişmanlığın üzerine içilen bir bardak sudan ibaret aslında.

Peki, Lagom’u nasıl hâkim kılacağız hayatımızda.
Bireyselleşebilmeyi öğrenmeden bu mümkün değil bence.
Batı düşüncesinin özünü oluşturan bireyselleşme, dengenin inşasında bir “olmazsa olmaz”…
Bireysellik özgüven verir insana.
Kendisine saygı duyar önce…
Önce kendisini sever.
Kendisini sevmeyen kimseyi sevemez.
Kendisine saygı duymayan kimseye saygı duyamaz.
Oku yay fırlatır, yay yoksa ok da olmaz.
Ve Montaigne’in dediği gibi, okunu hedeften öteye atan okçu hedefi tutturamayan okçudan farklı değildir…

Duyguların da bir sınırı vardır.
Ve kendisini bilen insan, sınırlarını doğru çizer…
Ne kadar verebileceğinin farkındadır.
Parçalamaz kendisini…
Nafile hayallerle uyutmaz benliğini.
Saygısını sevgisini israf etmez.
Hak edene, hak ettiği oranda verir.
Kendisini tüketmez…

Arthur Schopenhauer, “Yaşam Bilgeliği Üzerine Aforizmalar” isimli kitabında insanın içsel zenginliklerine dikkat çeker. İnsanın kendisini bilmesinin, bireyselleşmenin mutluluğun yegâne yolu olduğunu savunur.

Çok haklı.
Denge, aslında insanın kendisiyle yüzleşmesidir.
Kendisini bilen, duygularının da ölçüsünü bilir.
Ne aptal kahramanlığa soyunur ne de acıların çocuğu olmayı kabullenir.
Denge bir anahtardır mutluluk kapısını açan.
Kaybettiğimiz anahtarı ancak nerede kaybettiğimizi bilirsek buluruz.
Ve anahtarı nerede yitirdiğini anımsamak, kişinin kendisini bilmesiyle mümkündür.
Ve bireyselleşebilmesiyle elbette….
Sihirli kelime “lagom”dur son tahlilde….

(*) İlgi duyanlar, Niki Brantmark’in İsveç yaşam tarzını anlatan “Lagom: Not Too Little, Not Too Much, Just Right: The Swedish Guide to Creating Balance in Your Life” (Lagom: Azıcık Değil, Fazla da Değil: İsveç’ten Dengeli ve Mutlu Yaşam Sanatı) isimli kitabını okuyabilirler.

Mutluluğun formülü çok açık: Lagom + Hygge

“Bu hayatı Kuzeyliler yaşıyor kardeşim” diye gıpta ediyor herkes. İyi de neden? Dünyanın tepesindeki soğuk, karanlık ülkeler neyi, nasıl becerdi? Neden küresel mutluluk endeksinin zirvesine hep onlar yerleşiyor? İşte bakın: 2017’nin ‘Dünya Mutluluk Raporu’nda, Norveç birinci, Danimarka ikinci, İzlanda üçüncü, Finlandiya beşinci, İsveç onuncu… Tesadüf mü? Ve iki tuhaf sözcüğün, ‘lagom’ ve ‘hygge’nin bununla ne ilgisi var?

Amsterdam’da tasarım üzerine kitaplar satan bir kitapçıda raflara bakına bakına dolaşıyorum. İlginç bir başlığın öne çıktığını görmek zor değil: Kitaplar İskandinavya’nın güzellikleriyle dolu… İskandinav mobilyası, mimarisi, modası, şehirleri, ışıkları, tasarımı, ağaç evleri, kentleri, kırsalı, sokakları, ormanları, yaşam tarzı, yani neredeyse her şeyi… Elinizi attığınız hemen her kitabın kapağında İsveç, Norveç, Danimarka, Finlandiya, İzlanda boy gösteriyor (Yazıda ilerlemeden evvel bir kısa not: İsveç ve Norveç İskandinavya’nın kalbi, Finlandiya’yı kimisi dahil ediyor, kimisi etmiyor; İzlanda ve Danimarka’nın coğrafya olarak İskandinavya’yla ilgisi yok ama afili birer ‘Kuzeyli’ olarak İskandinavya’nın da dahil olduğu büyük ‘Nordik’ paketine kabul ediliyorlar.) Bizim işimiz de Nordik halklarla zaten.

Artık herkes biliyor. Orta sınıf bir Kuzeyli (geneli orta sınıf zaten), çoğu dünyalının hayalindeki hayatı yaşıyor. Maaşı dolgun. İş saatleri makul. Emekliliği rahat. Evi kendi ulusunun veya komşu halkın ürettiği pratik, işlevsel ve güzel tasarım objelerle dolu. Yaşam biçimi sağlıklı. Hastalanırsa, aldığı hizmet doyurucu. Erkek veya kadın olması fark etmez, çocuğu olduğunda, aylarca ücretli izin yapabiliyor. (İşyerinde, evde ve hayatın her alanında kadın ile erkek, dünyanın geri kalanına göre daha eşit zaten). Hafta sonlarında ormandaki kulübesinde, çoluğu çocuğu arkadaşlarıyla keyif çatıyor. ‘Dolce vita’ bu değil mi?

Tamam mevsimleri sert, doğaları çetin, ışıkları az ama o karanlıktan doğan on numara polisiyeleri okuyor, televizyon dizilerini seyrediyorlar. Toplumlarında hiyerarşi az; söz konusu Kuzeyli’nin, herhangi bir günde başbakanıyla bir kafede kahve içip sohbet etmesi olağandışı sayılmıyor. Bütün bunlar nasıl mümkün oluyor?

Nedir bu ‘lagom’ ve ‘hygge’?

Ziyaret ettiğim kitabevinde iki kitap rafta yan yana duruyor. İkisi de yeni. Birinin epey uzun bir ismi var: ‘Lagom – Not Too Little, Not Too Much: The Swedish Art of Living a Balanced, Happy Life’ (Lagom – Azıcık Değil, Fazla da Değil: İsveç’ten Dengeli ve Mutlu Yaşam Sanatı). Yazarı Niki Brantmark. İkinci kitapsa Danimarka hakkında. Benzer bir konusu ve yine tuhaf tınılı bir sözcüğü içeren bir ismi var: ‘The Little Book of Hygge: Danish Secrets to Happy Living’ (Küçük Hygge Kitabı: Mutlu Yaşam için Danimarka Sırları). Onun yazarı da memleketinin hakkını veren soyadıyla Meik Viking…

İsveç ve Danimarka… Lagom ve hygge… Dünya bir süredir bu sözcüklere ve onların ima ettiği her şeye biraz özlemle, biraz da kıskançlıkla bakıyor. Bu kitapların raflarda durduğu havalı kitabevini ziyaret eden, karnı tok sırtı pek, tasarım konusunda çoğu millete fark atan Amsterdamlılar bile bu ülkelere, bu kavramlara hayran… “Hayat İskandinavya’da yaşanıyor” diye gıpta ediyor herkes. İyi de neden? Kuzeyin bu soğuk, karanlık ülkeleri neyi, nasıl becerdi? Neden küresel mutluluk endeksinin zirvesine hep Kuzeyli ülkeler yerleşiyor? İşte bakın: 2017’nin ‘Dünya Mutluluk Raporu’nda, Norveç birinci, Danimarka ikinci, İzlanda üçüncü, Finlandiya beşinci, İsveç onuncu… Tesadüf mü? Bu ‘lagom’un, bu ‘hygge’nin hakikaten bir sırrı var mı?

Ne zengin görün, ne de fakirlik çek!

Önce ‘lagom’dan başlayalım. İsveçlilerin tüm dünyaya yaymaya kararlı olduğu ve sadece onları değil, tüm Nordik halkları temsil ettiği kabul edilen bu kavram, ‘ne az ne de çok’ demek. Biraz bizdeki ‘azı karar çoğu zarar’a benziyor. Eh, “Bunda ne var canım” diyebilirsiniz. Ama var bir şeyler işte! Herkesin dilinde olan, bu standart aile terbiyesini İsveçliler gerçekten uyguluyor; hem de hayatın her alanında.

Niki Brantmark kitabında, ulusunun bu kararlı denge halini uzun uzun anlatıyor. Bu halden, o herkesin hayran olduğu mimariye, tasarıma, ağaç evlere doğrudan ulaşan bir hat var. Sadece ‘lagom’ sever İsveçliler için değil, tüm Nordik halklar için geçerli bir hat…

Nedir bu ‘çok’ olmayan ama ‘az’ da sayılmayan yani tam kararında bulunan şey? Cevap: Her şey… Her gün içtikleri kahve de öyle, tükettikleri tatlı da, kullandıkları araba da… Belki ‘hesapçılık’ da diyebilirsiniz ama Kuzeyliler bunu ‘denge’ olarak görüyor. Doğal yaşayış tarzı… Bir orman kuşunun doyunca yemeyi bırakması, bir çiçeğin ancak vakti geldiğinde açması gibi. Yaptıklarını, abartmadan yapmayı seviyorlar.

İngiliz gazeteci Anna Hart, ‘lagom’u araştırırken İsveçli bir arkadaşına meseleyi sormuş. O da “Bir balık için su ne demekse, İsveçli için de ‘lagom’ odur” diye cevap vermiş. “Orta yol, hem iyi günde hem de kötü günde bizim hayatımızın bir parçasıdır. Tüm yaşantımız boyunca hep bir iç ses duyarız: “Kibirli olma ama çok sessiz ve çekingen de olma’ der o ses. ‘Şehirdeki en büyük evi sen yapma; çok şatafatlı şeyler satın alma ama fakir de görünme’ der.”

Koca masanın etrafında bir geniş aile

Toplumsal hayatlarına da yansıtıyorlar bunu. Kuzeyli halkların on yıllardır sosyalist ve sosyal demokrat hükümetlere sahip olması boşuna değil. Bir arada durmayı, birbirlerine güvenmeyi seviyorlar.

Son yıllarda bizdeki kafelerin gözdesi olan, kocaman, komünal masaları bir düşünün. İşte, onlar bize Kuzey’den geldi. Şimdi bir de şunu sorun kendinize: Bir kafeden içeri girdiğinizde hem o büyük masa hem de tek tek ufak masalar boşsa, siz —genelde— hangisine oturuyorsunuz? Başka insanlarla yan yana olmak, onların muhabbetlerine karışmak, belki yemek yerken dirsek dirseğe gelmek size kolay geliyor mu?

Cevabı tahmin ederim ama Kuzeyliler —genelde— işte o dev masaya oturuyor; bizse birbirilerinden ayrı görünen ama çoğunlukla yine de dip dibe duran ufak, kişisel masalara geçiyoruz.

Hayatta kalmak için

Biz samimiyetsiziz ya da medeniyetten uzağız demek değil bu. Alışkanlık meselesi. Belki karda kışta, bunca zor koşulda birbirlerine gerçekten fena halde muhtaç olmalarından, hep bir başkasının yardımına ihtiyaç duymalarından kaynaklanıyor. Hayatta kalma meselesi…

Karların kürenmesi, çocukların okula götürülmesi, sokakların temizlenmesi lazım. Tüm bunları herkesin tek başına yapması kolay değil. İşte, böyle böyle okulda hayat bilgisi kitaplarında gördüğümüz ‘imece’ kavramına geliyoruz. Beraberlik duygusuna geliyoruz. ‘Güven’e geliyoruz. Kısacası, o büyük masada yan yana oturmaya geliyoruz.

Bizde de ‘Komşu komşunun külüne muhtaçtır” derler ama en son ne zaman bir komşunuzdan yardım istediniz ya da ona yardım ettiniz, bir düşünün.

Fin hamamına giren terler mi?

Peki birbirlerine karşı duydukları hisler gerçek mi? Niki Brantmark’ın kitabı, bu hislerin de ‘lagom’ yani ‘orta karar’ olduğunu söylüyor. Samimiler ama yapmacık değiller. Sıcaklıklarıyla sizi boğmuyor; alan bırakıyorlar. Öncelikleri toplumsal yaşam ama bireyin gelişimine, ifade ve karar özgürlüğüne saygı duyuyorlar.

Kendilerinden fena halde memnunlar. “Onu yapamadım, bunu yapamadım” diye dertlenip durmuyorlar. Yaptıklarına bakıyorlar. Kafalarını yastığa koyduklarında rahat uyuyorlar.

Vücutlarıyla barışıklar. Bir gün bir Fin hamamına, bir saunaya ya da bir göle onlarla beraber girerseniz ne dediğimi anlarsınız. Teklifsizce soyunup suya girmelerinin arka planında terbiye eksikliği yok. Bunu doğal görüyorlar. “Oram kötü, buram sarkmış” diye de dertlenmiyorlar.

Aslında dünyanın geri kalan halklarına kıyasla bu konuda pek de dertlenmeleri gerekmiyor. Çünkü oraları buraları pek sarkmıyor. ‘Sağlık’ birinci öncelikleri. Doğru yemek, doğru dinlenmek, doğru uyumak, doğru çalışmak, olmazsa olmazları. Spor, hayatlarının her zaman içinde.

Nordik halkların hepsi bu konuda birbirinin aynısı sayılmaz. Nüans var. İsveç’te bir ofiste çalışmaya başlarsanız yerel çalışma arkadaşlarınızın kask ve özel kıyafetlerini kuşanıp, işe hem de biraz tempo yaparak bisikletleriyle geldiğini, sonra işyerinde duş alıp, kirlilerini çamaşır makinesine atarak masa başına geçtiklerini görebilirsiniz. Abartı gelecek ama durum bu. Bir küçük not: Bir Norveçli ise, İsveçlinin tempolu bisikleti yerine, snowboard’la güne start verebilir ama çamaşırlarını evinde bırakır. Nordikler nerede buluşuyor, nerede ayrışıyor merak edenler, bir kenara yazsın.

Bir Kuzeyli hayattan ne ister?

Sporu salonda değil, doğanın içinde yapmayı sevdiklerini tahmin etmişsinizdir. Başka bir şansları da yok aslında. Kuzey ülkelerini tarif eden en önemli unsurlardan biri doğa. Çocukluklarından beri onunla beraber var olmayı öğreniyorlar. Yüzmeyi, balık tutmayı, yıldızlar altında uyumayı, yönlerini bulmayı biliyorlar.

Tüm bunların hakkını verebilmek için doğanın ‘sürdürülebilir’ olması gerektiğinin de farkındalar. Ormana yaptıkları kulübenin sırıtmaması, şehirlerin sahaya dengeli yayılması, toprağın ve suyun bereketinin korunması, beraber yaşadıkları canlı türlerinin soyunun devam etmesi lazım. Kısacası, her şeyin dengede yaşaması lazım. Bunun için kendilerinin de ‘dengeli’ olması lazım. ‘Lagom’u korumak lazım.

Dengeyi tek başına sağlamaları yetmiyor. Toplumsal olarak da ‘lagom’a ulaşmak gerekli. Nordik halklarının, dünyanın en yüksek vergilerini verdiğini biliyorsunuzdur. Saf oldukları, devletten fena halde korktukları için falan değil. Her insanın temel ihtiyaçlarına sorunsuz bir şekilde ulaşmak istedikleri için yüksek vergiye razı geliyorlar.

Biz de soralım kendimize: Ne ister aslında her insan? Çalışma saatleri düzgün ayarlansın, tatili makul uzunlukta olsun, iyi bir eğitime ulaşabilsin, çocuğu olduğunda onunla ilgilenebilsin, hastalandığında düzgün bir hizmet alsın, yaşlandığında kimseye muhtaç olmasın… Sizin hayattan toplumsal yaşama dair başka bir talebiniz var mı? Kuzeyliler, kazançlarının önemli bir bölümünü (çoğu durumda yarıdan fazlasını) paylaşarak bu taleplerini büyük ölçüde garanti altına almış durumda. Mutluluk Endeksi’nde en yüksekte çıkmalarının sebebi bu.

Hygge: Bir ferahlık, bir açıklık duygusu

Geriye keyifle yaşamak kalıyor. İşte burada, Danimarkalıların o meşhur ‘hygge’sine geliyoruz. Bu tuhaf sözcük, samimi, sıcak ve rahat olanı tarif etmeye yarıyor. ‘Hygge’, bizde son yılların popüler tabiriyle ‘çabasız şıklığı’, ‘teklifsiz samimiyeti’, kendini çok dağıtmadan, çok da zahmete girmeden iyi vakit geçirmeyi anlatıyor.

Bizim o herkese önermeye bayıldığımız, bazen arayıp bulmak için bin ayrı yere uğradığımız, bulduğumuzda da ‘salaş işte’ diye tarif ettiğimiz mekânlara, Danimarkalılar ‘hygge’ diyorlar örneğin. Ama mutlaka bir mekâna girmeniz gerekmez; evinizde verdiğiniz ve arkadaşlarınızın samimiyetinden gözlerinizin yaşardığı o parti de fena halde ‘hygge’. Arkadaşınızın, “Ayağımı yerden kesse yeter” diyerek yıllardır kullandığı ve iyi baktığı arabaysa ‘hygge’nin hası zaten.

Bize bağımlı yaşayanlarla devam edelim. “Köpeğimle girebilir miyim” dediğinizde, garsonların suratını bin bir şekle sokmadığı ya da size dipte ücra bir masa göstermediği, bunun yerine “Bu da sorulur mu canım” der gibi dostlukla içeri alındığınız her kafe on numara beş yıldızlı ‘hygge’. Çocuğunuzun bağrış çağırışını dert etmeyen, yanınızda yörenizde oturanların sizin dünya tatlısı afacanınızı bir ‘canavar’ olarak görmediği her yer de öyle. Kısacası ‘hygge’, esasında bir ruh hali. Kimseyi açıkta bırakmayan, herkesin her şeyden beraberce keyif aldığı, tek başına olsanız da bir şekilde sarılıp sarmalandığınızı hissettiğiniz bir ferahlık, bir açıklık duygusu.

İskandinavya yoksa ikiyüzlü mü?

Kimse sütten çıkmış ak kaşık değil. Bu eşit, dengeli toplumların da kendi defoları var. Dahası, bu defolar zaman içinde epey sırıtmaya başladı. Norveç’te değirmenin suyu, deli gibi ihraç ettikleri petrolden geliyor örneğin. Gezegeni petrole bulayıp doğanın sürdürülebilir olması gerektiğini söylemek elbette ciddi bir çelişki. Tüm dünyanın sarsıldığı göçmen krizinde, dünyanın bu en mutlu halklarının önemli bir bölümünün işi yokuşa sürmesini nasıl değerlendirmeli?

Peki İzlandalıların kısa zaman öncesinde, hiç de öyle ‘azı karar çoğu zarar’ falan demeyip, bankacılık sistemini kötü yola düşürmesine, sonuç olarak da koca ülkenin batmasına izin vermelerini nereye koyacağız? Finlandiya eğitimde zirveye ulaşmaktan haklı olarak gurur duyuyor, peki toplumun dünyanın geri kalanına göre epey homojen görünmesi? Buralarda sıkıntı var.

Yazar Michael Booth, ‘İskandinav mucizesini’ işlediği ‘Almost Nearly Perfect People’ (Neredeyse Mükemmel İnsanlar) isimli kitabında, İsveçlilerin fakirleri sosyal konutlara ittiğini, ‘suç’u buralarda izole etmek istediğini, Norveçlilerin en basit, kendilerinin uğraşmak istemedikleri işleri hep göçmenlere yaptırdığını, ‘mutlu’ Danimarkalıların ise dünya kadar borcu olduğundan bahsediyor.

Her mutlu ailenin gözlerden uzak bir iç yaşantısı vardır. Bizim de bunu bilerek, bir ikiyüzlülük payını hiç unutmadan, kendi yaşamlarımıza devam etmemiz gerekiyor. Ama tüm bunlarda ‘lagom’ ve ‘hygge’nin suçu yok elbette. İyileri bir kenara ayıralım.

Ders mi alalım, kıskanalım mı?

O halde dönelim ‘lagom’ ve ‘hygge’ye… Hangi ulus, hangi aklı başında insan bu güzellikleri reddeder ki? Hem bu kadar basit, sade duygular kimin geleneğinde yok ki?

Evet, ‘lagom’ düz aile terbiyesinden bahsediyor aslında. ‘Hygge’ ise dostluktan, samimiyetten, misafirperverlikten… Hepimizin kendimizi tanımlarken kullanmayı sevdiğimiz kelimeler bunlar. Ama işte Kuzeyli toplumlar açık ara fark attı herkese. O yüzden başka bir halkı değil, onları konuşuyoruz. İngiltere’de ‘Lagom’ diye bir dergi çıkmaya başladı bile. İsveçli Ikea, ‘Live Lagom Project’i başlattı. Herkes ‘hygge’nin ve ‘lagom’un bahsedildiği kitapları okumayı seviyor. Çünkü herkes dengeyi arıyor.

Bu aslında orta sınıf insanının ‘başarı’ hikâyeleriyle gözü dönmese rahatlıkla ulaşabileceği, toplumu onun etrafına kuracağı, kendinden yukarıdakileri mahcup edip, aşağıdakileri koruyacağı bir denge. Kendi kendine yeten ama azla da yetinmeyen, ferah, rahat, dengeli, huzurlu, tempolu bir akış…

Şartlarımızı öne sürüp itiraz etmeye elbette hakkınız var: Her gün bizim gibi bir başka olayla sarsılsalar, gündemleri sürekli değişse, belki Kuzeyliler de bu dengeyi tutturamazdı. Ama sonuçta tutturdular. Bu yüzden bir süredir kazanıyor İskandinavya. Bu yüzden 2017, ‘lagom’un ve ‘hygge’nin yılı oldu. Bundan sonrası bize kalmış. İster sadece imreniriz ister örnek alırız.

27 Şubat 2018 https://gq.com.tr/dergi-konulari/mutlulugun-formulu-cok-acik-lagom-hygge

This entry was posted in FELSEFE ve GÜZEL DEYİŞLER, HAYATIN İÇİNDEN, Yeni Kitaplar. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *