AKIL FİKİR YAZILARI Sayı 2 * HORTLATILMAK İSTENEN GERİCİLİK KÜLTÜRÜ

SAYI : 2 – YAZAR : Ali Nejat Ölçen

Halkevleri 62. Kuruluş Yıldönümü nedeniyle:

HORTLATILMAK İSTENEN GERİCİLİK KÜLTÜRÜ

1. Giriş

Osmanlı Devletinin köhneleşmiş kurumları üzerinde, çağdaş, laik cumhuriyet devleti kurulabilir miydi? Bu önemli soruya getirilecek yanıt, Mustafa Kemal Atatürk’ün kültür anlayışını açıklığa kavuşturabilir. Öyleyse, olaya, tarihsel gelişim süreci içinde bakmak gerekecektir.

10. yüzyıldan itibaren Anadolu’ya yerleşmeye başlayan kavimlerin, Türklerin yönetiminde Selçuklu ve sonraları Osmanlı Devletini oluştururken Ortaasya’dan taşıdıkları kültürle, kendilerine eklenen islâm dininin kuralları arasındaki çelişkiye nasıl bir çözüm yolu bulduklarına bakmak gerekir. Yeni edindikleri din, kendilerinin yarattığı ve geliştirdiği kültürün temel öğeleri (kadın erkek ilişkisi, aile yapısı, sanat anlayışı, doğa olaylarını yorumlama ve anlama biçimi, toplumsal düzene egemen olan gelenekler ve yönetim kuralları ile tam bir çelişki içindeydi. Bu yeni edindikleri din zaten, Muhammet’in zamanında başlayıp ölümünden 100 yıl sonra keskinleşen ve kanlı savaşlara alan oluşturan mezhep farklılıklarıyla kendi iç çelişkilerini taşımaktaydı. Üstelik, Horasan’a ve İran içlerine doğru yayıldıkça, oradaki görkemli uygarlığın etkisi altında, kalan Araplar, kendilerinin ne denli geri ve ilkel olduklarını fark ettiler.

Oralarda yalnız uygarlığın nesnel ürünleriyle değil, Eflatun ve Aristonun felsefesiyle de karşılaştılar. O bilge kişilerin varlığı Batı dünyası unutmuştu bile.

İslam, doğmayan, doğurmayan, her yerde olan ve her şeyi gören, cennet ile cehennemin mutlak hakimi ve nesnel dünyayı sadece bir oyun olarak kabul eden ve asıl yaşamın öteki dünyada Ahiretten sonra başlayacağına inanmayı koşul koyan Tanrı ile onun yer yüzündeki vekili Muhammet’e kulluk etmeyi içine sindiremeyen Gök Türk’lerden Horasan’da arta kalan Türgiş boylarının kabul etmeleri olanaksızdı. Savaş 80 yıl sürdü ve bu yeni dini kabul etmeye tutsak edildiler. Tarih böyle yazıyor. Hüseyin Namık Orkun’un Türk Tarihi kitabının 3’cü cildinin 9 uncu sayfasında böyle yazılı.

İslam dini, kuruluşundaki ilkelerden 750 yılından itibaren önemli ölçüde ayrılmaya başlamıştı. O dinin üç temel ilkesi Mutezile adını alan bir düşünce sistemiyle yadsınıyordu:

• Kuran Tanrı kelamı olamaz, hadistir.
• Akıl, vahiy’den üstündür.
• Kaza ve kader akılla değiştirilebilir.

Helenistik felsefenin etkisi altında gelişen ve Abbasi Devletinin ilk döneminde Memun ve Vasık tarafından resmi ideoloji olarak ta benimsenen Mutezile akımını, Tanrı ile insan arasındaki çatışmanın insandan yana ilk başkaldırısı olarak yorumlayanlara hak vermemek olanaksız. Selçuklu döneminde bilimin öncüleri Mutezile akımının açtığı yolda ilerlediler.

Mutezile akımı, Anadolu insanın kendi kültürünü oluşturan özgür irade kavramanın da yabancısı değildi. İslamın, sanatı (müziği, resmi, şiiri ve raksı) yasaklayan kuralları ile Anadolu insanın bu etkinlikleri yaşam biçimi haline getiren geleneğiyle nasıl bağdaşacaktı.

Arap ülkelerinden hiç birinde’ rastlanmayan Tasavvuf akımı, dinin kuralları ile saz-söz-raks arasındaki bağı kurmakta gecikmedi. Saz eşliğinde Yunus Emre’nin dizeleri, Mevlana’nın söz eşliğinde raks’ı ve ney eşliğinde ayin olayı, kuş ve çiçek biçimde resme dönüştürülen ayetler, İslamın kalıplarını aşan yeni yorumlardı. Buna ek düşün düzeyinde de Tanrı-insan ilişkisi yeni bir yoruma kavuşturuldu. Yakılmayı göze alarak “Ene’l hak” diyen Hallacı Mansur ve hatta Arap dünyasında ama İspanya’da “Tanrı evrenin batını, evren Tanrının zahiridir diyen Muhittin-i Arabi ve “Felsefeyi yasaklamanın pespayelikten başka bir şey olmadığını” söyleyen İbn-i Rüşt, İslamın içinden ileriye, aydınlığa doğru uzanan rahatlamalardı.

Nihayet iyiki Maturidi adında biri 1800’lü yılların başında ortaya çıktı ve İrade-i Külliye’nin yanına iradei Cüz’iye yi yerleştirdi. Kuran’daki Rad suresinin 11’ci ayetinde “Bir ulus kendi durumunu düzeltmedikçe, Tanrı onların durumlarını değiştirmez” ya da isra süresinin 84 ncu ayetinde “Herkes, kendi durumuna uygun hareket eder” hükümlerinden herhalde yararlanmış olmalı ki:

“Kaza ve kaderin, insanı ve toplumu kendi sorunluluğunu taşımaktan kurtaramayacağını”

belirterek, katolik Islama yeni bir pencere açmaya çalışmıştı. Bu yorum biçimi, Anadolu insanım yaşam felsefesine de uygun düşmüş olmalı ki hâlâ büyük ölçüde “iradei külliye ile iradei cüziye” kavramları birlikte düşünülür. Bu biraz da Eflatuncu felsefeye de uygun idi. Anadolu insanının, Eflatunu islam düşünürlerinden biri olarak kabul etmesinin nedeni de bu olsa gerek.

Eğer bizler, 1000 yıllık^tarih çizgisinde bu aşamaları gözden kaçırırsak, Mustafa Kemal Atatürk’ün nasıl bir kültürü, niçin ve hangi kurumlarla oluşturmamız, yeni-den yaratmamız gerektiğini ilişkin felsefesini anla-mamız olanaksızlaşır. Bu günün dinci kadrolarının, ülkemize yeniden nasıl gerici bir kültürün tohumlarını atmaya çalıştığının farkına varmamız da güçleşir.

Osmanlı devleti, dinsel yönetim ve eğitim biçimini benimsediği, kurumlarının bu kalıba göre oluşturduğu ve zamanla împaratorluk haline gelerek, farklı etnik, dinsel kavimleri egemenliği altına aldığı için, doğal olarak, ulus yerine ümmet kavramını geliştirecekti. Farklı ve birbirine zıt etnik ve dinsel kavimlerin, dirlik-düzen içinde birlikte yaşamalarının temel koşuluydu ümmetçilik. İslami ilkelerle de bağdaşıyordu.

Ümmet bilinci, Osmanlı Devletinin çöküşüne kadar sürdü. Batı dünyasına yön veren İngiltere’de özellikle 1820’li yıllarda Dış İşleri Bakaru Lord Palmerstonun ”Liberal Movement” teorisi, Balkanlardaki özerklik eylemlerinin doğuşuna öncülük ederken, Osmanlı hala ümmetçilik kuramıyla kendi bütünlüğünü korumaya çalışıyordu. Balkanlar elden çıktı. Imparatorluğun dağılmasına çare olarak, Cemalettin-i Efgani’nin başlattığı “Panislamizm” (Islam Birliği) düşüncesine bel bağlandığını görürüz. Hatta Cemalettin Efgani, Padişah Sultan Hamit II tarafından yeni kurulmuş olan Darülfünuna hoca olarak atanmıştı. Zamanın Şeyhül İslam’ın gazabına uğramasaydı Darülfünündaki hocalığı 1 yıl kadar kısa sürmezdi. “Fen”lerin “Din” e üstün olduğunu söyleyerek çevresindeki hoşnutsuzluğun tartışma neden olmuştu. Bu tarihsel öykü bir yana, burada önemli olan, Osmanlı devletinin bütünlüğünü koruması olayının gündeme gelmesiydi ye Fuat Paşanın tapındığı İngiltere, Balkanlar bağımsız devletlere ayrıldıktan sonra bile, Osmanlıyı uzaktan seyrederek Anadolu’yu paylaşmanın henüz erken olduğu ve bir Avrupa savaşma yol açmadan bu paylaşımın nasıl gerçekleşebileceğini düşünmekle yetiniyordu. Ne varki günün birinde Osmanlı Devleti, kendisini o paylamışımın içinde bulacak ve 1820 lerde genç Padişah III ncü Selimle başlayan yenileşme hareketi bütün kesin-tilerine rağmen, Anadolu topraklan üzerinde yeni bir kültürün doğuşuna ve laik cumhuriyet devletine yerini-terk etmek zorunda kalacaktı. Atatürk devrimlerini 120 yıllık bir tarihsel gelişimin sonucunda Anadolu insanın kendisini bulması, kendisine kavuşması olarak niteleyebiliriz.

2. Atatürksel Kültürün kurumları

Atatürk’ün öncülük ettiği kültürün iki nesnel boyu-tundan söz edebiliriz. Birisi ümmet bilincinin yerine ulu-sal bilincin yer alması, ikincisi de bilimin gerçek yol gösterici olarak kabul edilmesidir. 1000 yılı aşkın süre, devlet ve toplum varlığının dinsel kurallarla yönetildiği çoraklığının içinde, “kaza ve kader” yazgısının aşarak, akıl yürütmeyi yaşam ve yönetim biçimine dönüştüren bu, Atatürk devrimlerin özüdür.

İstilacı devletleri Anadolu topraklarından atarak, ulus olmayı kolaylaştıran askeri başarı, daha sonraları devrimleri gerçekleştirmeye büyük kolaylıklar sağladı. Başka ülkelerde olduğu gibi, açık biçimde karşı devrim eylemi doğmadı, ya da doğmaya cesaret edemedi. Mustafa Kemal Atatürk’ün demokratik rejime ve çok partili yaşama geçiş projesi, 1932 yılında daha ilk denemede karşı devrim biçiminde ortaya çıkan eylemle engellenmiş oldu. O eylemin dayandığı felsefe Osmanlının köhneleşmiş kurumlarına ve din yönetimindeki yaşam biçimine geri dönüşü amaçlıyor gibiydi. Türk ocaklarıyla devam eden, Halkevlerinin kapatılması, Köy Enstitülerinin yok edilmesi süreçlerinden geçerek kendi siyasal örgütlenmesini tamamlayan ve iktidarı ele geçiren kadrolar, kim ne derse desin, sabırlı ve kendi içinde tutarlı, çabalarıyla şimdilerde Türkiye’yi gerilere çekmekte, amaçlarını gerçekleştirme olanaklarına da sahip oldular.

Atatürk’ün denediği çok partili siyasal yaşamın 1945’te gerçekleşmesinden bu yana, 45 yıl ülkenin ekonomik, siyasal ve kültürel yaşamına gerici kadrolar egemen ola gelmiştir. Bir bakıma sosyolojik açıdan, gericiliğin bir başarısı olarak olayı nitelemek olası.

Atatürk bunun farkındaydı ve tarih bilgisi ona devrimlerin kurumlarını oluşturmak görevini vermişti. Ö nedenle, “ulus olma” ve “bilimsel davranma” biçiminde özetlemeye çalıştığımız Atatürksel kültürü üç boyutlu bir hacim içine yerleştirmeyi gerekli buluyor olmalıydı ki, İslamın tortusu üzerinde yeni uygarlık yaratmanın olanaksızlığını görmüştü. Daha 1915’te, Sarıkamış savaşında, her türlü lojistik destekten yoksun askerin, donanımlı Rus ordusu karşısında savaşması için, ekmek ve silah yerine, Padişahın damadı Enver Paşa, mermi işlemez muskalar dağıtmıştı. Devletin tüm kurumlarına sinmiş olan “takdir-i ilahi” felsefesinin yerine insan iradesinin ve akıl kullanmanın erdemini yerleştirmek olanaksızdı. Eskiyi tümüyle bir yana itmek ve onun mikro-kültürünü de “Folklor” olarak nitelemekten başka çare yoktu. Subjektif, içe dönük, kapalı ve ev ekonomisinin ürünü olan o mikrokültürden acaba, evrensel kültüre nasıl geçilebilirdi? Bu soruya, Mustafa Kemal Atatürk sistemi bir bütün olarak:

•Siyaset
•Dil
•Tarih

boyutlarında çözüm bulmayı bildi. Cumhuriyet Halk Fırkası, Türk Dil Kurumu, Türk Tarih Kurumu, bu üç te-mel ilkenin nesnel örgütleri olarak yaratıldı. Siyasal örgüt, laiklik, ulusçuluk, devletçilik, halkçılık ilkelerine uygun yasal koşullan var edecekti. Köklerini tarihin derinliklerinden alan ve Anadolu’da konuşulan arı Türkçe, Osmanlıcanın yerini almalı. Anadolu insan kendi tarihini öğrenmeliydi. Atatürksel kültürün temel öğeleri bunlardı ve başarıldı. Bu gün ülkenin aydınlığı hala karartılamıyorsa, Atatürksel kültürün, laikliği, halkçılığı cumhuriyeti, devrimciliği, ulusalcılığı temel alan evren-sel ilkelerinden ötürüdür. Anadolu kültürünün Batıyla ilişkiye geçerek, ona yeni ve çağdaş boyutlar kazandıracak, halkla birlikte devrimlerin amacını ve özünü kitleler benimsetecek yeni bir örgütün, genç kuşakların öncülüğünde “Halkevleri” ile “Köy Enstitüleri”nin kuruluşunu ortaya çıkarmıştı. Öyleyse, Mustafa Kemal Atatürk’ün kültür anlayışı, siyaset, dil, tarih ve halk ile bir bütün oluşturuyor. Bugün Türkiye’de, müzikte, resimde, tiyatro da ve sporda, bilim ve teknoloji alanında, içsel güçlüklere ve tıkanıklıklara rağmen bir şeyler yapabilmişse, Atatürksel kültürün özümsenme-sinden kaynaklanmıştır bunlar.

Bugün Türkiye’nin karşısına bir sorun çıkmıştır ve bu sorunun aşılması yaşâmsal önem taşımaktadır. Sorun şudur: Atatürk devrimlerinin neresindeyiz?

3. Gerici kültürün hortlatılması

1980 asker müdahalesinin, ülkeye taşıdığı en büyük tehlikenin, gerici kültürün hortlamasına ve din temeline dayalı eğitim ve yönetim biçiminin resmi devlet ideolojisi haline dönüşmesine uygun ortamı hazırlamak olduğu yadsınamaz. Bu savın nesnel karalı 1983 yılında Devlet Planlama Teşkilatında düzenlenen “Milli Kültür Raporu” dur. O raporu inceleyenler, Türkiyenin Atatürk devrim-lerinden koparılarak, ortaçağın karanlığına çekilmek istendiğini görecektir. İstatistiksel veriler de çarpıtılarak, Cumhuriyet Türkiyesinde, okullarda maneviyattan uzak eğitim yapıldığı için suç oranının arttığı savı ileri sürülmekte ve çıkış yolunun “din temeline dayalı eğitim ve yönetim biçimi” olduğu milli kültür raporuna temel oluşturmaktadır.

Raporun Kültür ve Ahlak bölümünde, sayfa 545’te: “Din ve Ahlak planlaması (önerilerek) vakit geçirmeden Türkiye’nin din haritasının çıkarılması için devlete düşen her türlü tedbirin alınması”

istenmektedir. Bu nasıl bir harita olacak, tesviye münhanileri kaç metrede bir çizilecek, dinin dereleri ve tepeleri nasıl gösterilecek ve bizler bu haritanın nerelerinde yer alacağız. Belki haritada cennet ve cehennemin-de yerini belirler de, biz de mümkün olduğu kadarı cennete yakın yerde konum edinmeye çalışırız. Ama kuşkunuz olmasın bu haritayı hazırlayanlar kendileri için cennete en yakın yeri önceden hava parası ödemeden kapmış olurlar. İstanbula belediye başkan adayı olan Refah Partili Tayyip efendi din haritasına gecekondularını inşa etmiş ya da genel başkanları Erbakan efendi Gümüş-Motor fabrikası için din haritasının en yüksek tepesini ayırmış olabilir.

Milli Kültür Raporu: “İnsanı ve onun manevi ihtiyaçlarım merkez alan bir kültür meydana getirilmelidir” diyor. Nasıl meydana getirilecek, insanın manevi ihtiyaçların merkez alan bir kültür? Bu kültür dediğimiz şey tuğla duvar mı, sipariş üzere inşa edilsin. Milli Kültür Raporu bunu da çözüyor:

“İnsana ve onun ruhuna önem vermedikçe, maddi kalkınma yeterli olmayacaktır. Model insanın yetişmesi kalkınmayı önleyici zararlı felsefe ve ideolojilerin önlenmesiyle mümkündür”

Okullarda ve kitaplıklarda yabana felsefe ve ideolojiler yasaklanınca, model insan yetişmesi kolaylayacak. DPT’nin Milli Kültür Raporundaki bu buyruğa uygun olarak bir Prof. Dr. model insanın hemen keşfetti. Bu insan homo islamicus olacakmış.

Raporun 717 nci sayfasında maneviyat eğitiminin verim artırıcı etkisinden de söz ediliyor. Şöyle:

“Japon bankaları, binlerce kişilik personeline maneviyat eğitimi yaptırarak, verimi arttırma yoluna girmiş ve başarılı olmuştur.”

Demek ki maneviyat eğitimi yaparak, bankaların kazançlarını artırmak mümkün. Yani maneviyat eğitimi, maneviyatçıların güdümünde materyalizmin emrine girecek ve bankaların faiz gelirlerinin artmasını sağlayacak. Bankaların verimi başka nasıl artar ve artan verim kimlerin cebine iner? Bunu maneviyatçı hocalara sormak gerekecek. DPT’nin hazırladığı Milli Kültür Raporunda acaba “Tarih” denilen bilime nasıl bakılıyor. Raporda tarih anlayışı ne düzeyde? Bunu görmedikçe, gerici kültürün nasıl hortlamak istediği anlaşılamaz. Sayfa 492:

“Milli kültür anlayışımızda ilmi tarih medotu esas alınmalı, meselelerin tahlili milli görüşe göre yapılmalı”.

Yani milli görüşe göre tarihsel olayları çarpıtabilirsiniz. Ya da öyle yorumlarsınız ki o tarihsel gerçek aslına uygun olmaktan çıkar. Örneğin Dil ve Tarih Fakültesinde tarih profesörü iseniz, Hammer’ih “Osmanlı Tarihi”ni Almancadan Türkçeye çevirirken:

“Hıristiyan Hükümetleriyle yaptığı anlaşmalarda
ticari çıkarlara hizmetten çok kendi kesesine
çokça para aktaran Sokullu Mehmet Paşa”
cümlesini çıkarır milli görüşe uygun çeviri yaparak
cümleyi Sokullu Mehmet Paşa deyimiyle,başlatabilirsiniz.

O zaman doğruyu söyleyen, maneviyatı düzgün, model insan mı olursunuz? Böylesi çarpık insanlardan arınmak, kurtulmak kanımca çağdaş kültürün işlevi olacak. Halkevleri gibi çağdaş demokratik kitle örgütleri bu çağdaş kültürün yeniden öncülüğünü üstlenmelidir.

Dipnotlar:

1- Şair ve şiirle ilgili ayetler:
Saffat 36. Cinlenmiş bir şair için biz Tanrılarımızı terk mi edeceğiz derler.
Yasin 69. Biz O’na (Muhammet’e) şiir öğretmedik. Şiir O’na yakışmaz
Şuara 224. Şairler, onlar da azgındırlar. İslamın kuruluş yıllarında Muhammeti alay konusu yapmış oldukları için bu ayetlere Kur’anda yer verildiği tahmin edilebilir.
2- Ümmetçilik kavramını belirleyen ayetlere örnek:
• Hacc 67. “Biz her ümmete bir din verdik
• Hak dinini kabul etmeyenlerle, boyunlarını büküp cizye (vergi) verene kadar savaşın”. Maide 92.
• Peygambere düşen görev ancak tebliğden ibarettir. Tövbe 29.

alinejat@olcen.net

webmail

This entry was posted in AKIL FİKİR YAZILARI, ALİ NEJAT ÖLÇEN. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *