LAİK DEVLET DÜZENİNİN DOĞRU TANIMI VE DİNİN SAYGINLIĞI İÇİNDE ZORUNLULUĞU * Sonuç, ABD/AB sömürgeci siyaset Batısı ile toplumumuzun çağ-dışı baskıcı, sömürücü odaklarının elbirliği ederek Cumhuriyet ilkelerine, yani demokrasiye aykırı her türlü baskıcı yöntem ve örgütleri hortlatmaları, demokratik Atatürk Cumhuriyeti kurumlarını işlemez kılmaya, giderek yıkmaya girişmeleri olmuştur.

www.nacikaptan.com

LAİK DEVLET DÜZENİNİN DOĞRU TANIMI VE
DİNİN SAYGINLIĞI İÇİNDE ZORUNLULUĞU

Prof. Dr. Özer OZANKAYA

GİRİŞ: DEMOKRASİNİN MİLİTANCA SAVUNMAYI GEREKTİRDİĞİNİ
ANLAMAMANIN BEDELİ YIKICI OLUYOR!

Hiçbir kalıcı uygarlık yapıtı yoktur ki bir “büyük düşünce” üzerine dayalı olmasın!

Atatürk’ün olgunlaştırıp sistemleştirdiği ve uygulanabilirliğini de eylemli olarak kanıtladığı ATATÜRKÇÜ UYGARLIK PROJESİ de Türkiye Cumhuriyetine temel olan böyle büyük bir düşüncedir.

Bu uygarlık projesi niteliğindeki Atatürkçü Düşünce, 3 Mart 1924 LAİKLİK YASALARI ile kurumlaştırılmıştır.

Ama yine hiçbir büyük çaplı yenileşme ve gelişme atılımı yoktur ki, eskiyen, geçerliği kalmayan ulusal ve uluslararası düşünce ve kurumların kalıntılarının direnciyle karşılaşmasın ve fırsat verildiğinde baskı ve ezinçle engellenmek istenmesin.

Atatürk, özenle vurguladığı gibi “yalnız Türk ulusu için değil, bütün uygar insanlık için üzerinde dikkatle durulmaya değer” nitelikteki bu uygarlık projesini,iç ve dış gerici sömürgecilere karşı koruyucu önlemleri başarıyla almıştı.

Bunların en başında olmak üzere, eğitim ve kitle iletişim kanallarını bilim ve demokrasi ilkelerine dayandırmayı, yetişen kuşakları ve yetişkin kitleleri her gün, her an bilimsel ve demokratik düşünce ve değerlerle beslemeği, cumhuriyetin yargısı ve kolluk güçlerini de bu düşünce ve değerlerin güvenliği ile görevlendirmeği başarmıştı.

Ne yazık ki demokrasinin ta kendisi olan ve Atatürk’ün 15 yıllık kısa süreli yönetiminde büyük ölçüde kök salması sağlanabilen bu büyük düşünceyi, 1946’da başlayan ‘sözde çoğulcu’ dönemde, ne kendi meşru varlıklarını ona borçlu olan siyasal partiler, ne bilim, eğitim ve öğretim kurumları, ne özerk ve bağımsız davranması gereken Cumhuriyet kurumları ve özellikle de basın, sürekli olarak yeni kuşaklara aktarmak, yetişkin kuşakların zihinlerinde hep canlı tutmak ödevini gereğince yerine getirmemişlerdir.

Sonuç, ABD/AB sömürgeci siyaset Batısı ile toplumumuzun çağ-dışı baskıcı, sömürücü odaklarının elbirliği ederek Cumhuriyet ilkelerine, yani demokrasiye aykırı her türlü baskıcı yöntem ve örgütleri hortlatmaları, demokratik Atatürk Cumhuriyeti kurumlarını işlemez kılmaya, giderek yıkmaya girişmeleri olmuştur.

Demokratik ilke, hak ve özgürlüklerin, bir kez kazanıldıktan sonra vitrinde tutulacak biblolar değil, uğruna her gün, her an mücadele vermeğe hazır olunması gereken değerler olduğunu göz ardı etmenin bedelinin ne denli ağır olduğu, devletin yıkılma, ulusun bölünme, ülkenin parçalanma, özgür düşüncenin boğulma eşiğine getirilmekte olmasıyla ortaya çıkmış bulunuyor!

Atatürk’ün deyimiyle ‘Türk ulusunun yüreğine gönderilen zehirli hançerler’ niteliğindeki bu saldırılar, 87. Yıldönümünü yüreklerimiz acı içinde olarak kutladığımız 3 MART LAİKLİK, yani DEMOKRASİ YASALARI’nı işlerlikten kaldırmak isteyen saldırılardır.

3 MART LAİKLİK YASALARININ YAŞAMSAL ANLAM VE ÖNEMİ!

3 Mart günü, Türk Demokrasisinin en önemli temellerinden bir bölümünü atan ve laiklik yasaları olarak bilinen devrimlerin yıldönümüdür.

Türk ulusu ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti, bugün özgür ve uygar uluslar topluluğu içindeki yerini, bu yasalar üzerinde yükselen laik siyasal, hukuksal, kültürel kurumlar sayesinde ve onlar ayakta bırakıldığı ölçüde alabilmiştir.

Laik devlet gerçekleşmedikçe ne özgürlük, ne de ulusal bağımsızlık elde edilemezdi, çünkü özgürlük ve bağımsızlık için devletin, hukukun ve eğitimin laikleşmesi zorunluydu. Türk demokrasi devrimleri, gerekli yasal ve kurumsal düzenlemeleri yaparken, aynı zamanda kamuyounun bu kavramlar üzerine aydınlanmasını sağlıyordu.

Cumhuriyete, yani “ulusal egemenlik” düzenine karşı olan orta-çağ düzeni yandaşları, 1924 yılına gelindiğinde, henüz kaldırılmış olmayan halifelik makamına bir rol yaptırmaya koyulmuşlardı: İstanbul basını ile birlikte “Halifelik gibi bir ma­nevi zenginliği elimizden çıkarmayalım!” diye yaygara koparıyorlardı.

Ama halifelik kurumunun ulusal egemenlik ilkesiyle, insan hak ve özgürlükleri ile, hu­kuka bağlı devlet anlayışıyla, ulusal bağımsızlıkla, kadınların toplumda onurlu yer almasıyla, … bağdaşıp bağdaşmadığı konusunu tartışmaya hiç girişmiyorlar, bu kurumun Kurtuluş Savaşı’nda sömürgeci işgalcilerle ulusa karşı işbirliği yaptığını unutturmak istiyorlar, halk yığınlarının yüzlerce yıllık bilgisizlik ve edilgenliğine güveniyorlardı.

Mustafa Kemal ise herkesi aydınlatmaya çalışıyordu:

“Efendiler, yabancılar halifeliğe saldırmıyorlar. Ama Türk ulusu saldırıdan kurtulamıyor… Çanakkale’de, Suriye’de, Irak’ta, İngiliz bayrakları altında Türklerle vu­ruşanlar islam uluslarıydı. (Sömürgeci düşmanlar) Türk ulusuna kolaylıkla saldırabilmek için halifeliğin devam etmesini yeğliyorlar.”

Özetle, Cumhuriyetin ilânını engelleyemeyen, ama tezelden yıkmak için pusuda yatanlar, halifelik kurumunu neye mal olursa olsun sürdürmek için çabalarda ve etkinliklerde bulunu­yorlardı. Bu amaçla birdenbire herkesten çok “Cumhuriyet” ve “ulusal egemenlik” yandaşı kesilmiş, kurdukları partiye, hem de “İlerlemesever (Terakkiperver) Cumuriyet Partisi” adını vermişlerdi! Ama halifeliğin sürmesini istiyor, halife’yi siyasal erk konumuna getirmeğe çalışıyorlardı.

Tıpkı günümüzün sömürülen ülkelerinde, düne değin “Demokrasi kâfir düzenidir” diyerek İslam adına ulusal egemenlik ilkesine ve Cumhuriyet ilkelerine savaş açanların, Siyaset Batısı’nın “Ilımlı İslam” aldatmacası arkasında sözde demokrasiyi benimsemiş görünmeleri, ama şeyhlik, dinsel hukuk, aşiret, hanedan, kadınların toplumdan dışlanması … gibi tümden baskıcı, çağdışı, sömürü kurum ve kurallarını yürürlükte tutmakta süregitmeleri gibi.

Bu oyunu bundan yüz yıl önce görerek bozan Mustafa Kemal, onlara ilişkin değerlendirmesini SÖYLEV’de şöyle belirtir:

“Efendiler, .. gelecek kuşakların, Türkiye’de Cumhuriyetin ilânı günü ona en acımasız bi­çimde saldıranların başında, cumhuriyetçi olduklarını öne sürenlerin yer aldığını görerek şaşıracaklarını hiç sanmayınız! Tersine, Türkiye’nin aydın ve Cumhuriyetçi çocukları, böyle cumhuriyetçi geçinmiş olanların gerçek düşünce yapılarını çözümleyip saptamada hiç de durak­samaya düşmeyeceklerdir.

Onlar kolaylıkla anlayacaklardır ki, çürümüş bir haneda­nın halife sanıyla başının üstünden zerre kadar uzaklaş­masına olanak kalmayacak biçimde korunmasını zorunlu kılan bir devlet biçiminde, cumhuriyet yönetimi ilân edilse bile, onu yaşatmaya olanak yoktur.”

Tartışmalar Büyük Millet Meclisi’ne dek ulaşmıştır. Başbakan İsmet Paşa:

“Bizi Büyük Savaş oldu-bittisine bir halife fetvasının at­tığını hiçbir vakit unutmayacağız. Ulus ayağa kalkmak istediği zaman bir halife fetvasının ona düşmanlardan daha aşağılık bir biçimde saldırdığını unutmayacağız.” diyerek eklemektedir:

“Herhangi bir halife, .. örtülü ya da açık olarak Türkiyenin geleceğiyle ilgiliymiş gibi bir durum almak isterse, Türkiye devlet adamlarını beğenirmiş, onları hoş tutar­mış gibi bir anlayışla düşünürse, bunları ülkenin yaşamı ve varlığına tümden aykırı sayacağız; davranışlarını yurt hainliği sayacağız.”

Görüldüğü gibi saltanatın halifelikten ayrılıp kaldırılmasından sonra, halifelik kurumu her konuda, her yeni uygulamada kendinden söz ettire­cek biçimde ülke yazgısında söz sahibi kılınmak isteniyordu; ama buna karşı verilen mücadele de halifelik kurumunun hem dinsel açıdan yeri ve değeri, hem 500 yıllık tarih boyunca Türk ulusuna nelere mal olduğu, hem de demokratik bir düzenle bağdaşmazlığı konularında Türk halkının aydınlanmasını da sağlıyordu.

Nitekim İzmir’de bir harp oyunları programını izlemekte olan Mustafa Kemal, Başbakan İsmet Paşa’dan son halifenin hükümete çektiği bir telgrafı haber alır: bir bölüm basında halifeliğe karşı yapılan eleştirilerden, özellikle de İstanbul’a giden hükümet önde gelenlerinin halifeyle görüş­memesinden ve halife hazinesinin yetersizliğinden yakınan bir telgraf!

Türk demokrasisinin önderi ve kurucusu şimşek hızıyla harekte geçer: 3 Mart 1924 günü TBMM’nde görüşülüp kabul edilecek olan Laiklik Yasaları ile yalnız halifelik gibi gerçekten hiçbir değerinin olmadığı, artık özgürlüğe kavuşan iyi niyetli çoğunluk tarafından kavranmış olan çürümüş kurumu kaldırmakla kalmaz; bununla birlikte ülkeyi de­mokratik yeni yargı ve hukuk düzenine, demokratik ve ulusal eğitim dü­zenine kavuşturan, tekke, tarikat, şeyhlik, dedelik, müritlik … gibi ortaçağcıl kurum ve sanları da kaldıran demokrasi atılımlarını yapar. Bunların önündeki Şer’iye ve Vakıflar Bakanlığı (asıl anlamı Yasalar Bakanlığı olmak gerekir­ken, gerçeğe aykırı olarak Din İşleri Bakanlığı olarak sunuluyordu), med­reseler, mahalle mektepleri gibi çürümüş kurumlar da kaldırılır.

Mustafa Kemal, İsmet Paşa’ya 22 Ocak 1923 günlü şifre telinde şunları belirtir:

“Halife ve bütün cihan kesin olarak bilmelidir ki, … halife makamının gerçekte ne dince, ne de siyasetçe hiç bir anlamı ve varlık hikmeti yoktur. Türkiye Cumhuriyeti boş laflar yüzünden varlı­ğını ve bağımsızlığını tehlikeye atamaz.”

Mustafa Kemal, 1 Mart 1924 günü Türkiye Büyük Millet Meclisini açış konuşmasında üç noktayı vurgular:

“1- Ulus Cumhuriyetin bugün ve gelecekte her türlü sal­dırıdan kesinlikle ve sonsuzluğa değin korunmuş bulun­durulmasını istemektedir. Ulusun isteği, Cumhuriyetin denenmiş, olumlu tüm temellere bir an önce ve tam ola­rak dayandırılması biçiminde anlatılabilir.

2- Ulusun genel oyunda saptanan ‘eğitim ve öğretimin birleştirilmesi’ ilkesinin an yitirilmeden uygulanması ge­reğini görüyoruz.

3- İslam dinini, yüzyıllardanberi yapıldığı gibi bir siyaset aracı durumundan arındırmanın ve yüceltmenin kesin zorunluluk olduğu gerçeğini de gözlemliyoruz.”

İki gün sonra, 3 mart 1924 günü, hepsi bir bütün oluşturan üç yasa birden kabul edilir: Şer’iye ve Vakıflar Bakanlığı ile Erkân-ı Harbiye-i Umumiye (Genel Kurmay) Bakanlığı’nın kaldırılması Yasası, Öğretimin Birleştirilmesi Yasası ve halifeliğin Kaldırılması, Osmanlı Hanedanının Türkiye Cumhuriyeti Ülkesi Dışına Çıkarılması Yasası.

Halifeliği kaldıran yasanın, yalnız içeriği açısından değil, toplumda hiçbir kavga ve bölünmeye yol açılmaksızın, ulusal egemenliği gerçekten isteyen her­kesin birleştiği bir karar olarak alınması da çok anlamlı ve önemlidir:

“Halifelik, hükümet ve Cumhuriyet anlam ve kavramında aslında var olduğun­dan, halifelik makamı kaldırılmıştır.” denmiştir.

Hemen belirtelim ki onca önemli ve değerli olduğu savunulan halifelik kurumunun kaldırılmasından sonra hiç bir islam devleti ya da halkı bu kuruma istekli çıkmadı. Son Osmanlı Halife-Padişahı Vahdettin de, son Halife Abdülmecid de hiç bir islam ülkesine gitmedi, gidemedi. Vahdettin İngilizlere sığındı ve İtalya’nın San Remo kentine gitti ve ölene dek orada yaşadı. Abdülmecid de ölünceye dek Fransa’da yaşadı!

Türk Devrimi yalnızca bilim dışı, baskıcı düşünceyi ortadan kaldır­mak, vicdanları baskı ve sömürüden kurtarmak, toplumu özgürleştirmek istiyordu. Tarikatlar ve tekkelerle birlikte türbelerin kapatılması da bu bağlamda düşünülmekteydi.

Nitekim tapınak ve adak, boş inançları uygulama ve pekiştirme yerlerine döndürülmüş olan türbeler, bir süre kapalı kalıp, büyülü güçleri olduğu savının yalan­dan başka bir şey olmadığı belirdikten sonra, içlerinde kalıcı sanatsal ve kültürel değeri olanların toplumdaki yerlerini almaları da sağlanmıştı.

Yine 1925 yılında uluslararası saat ve takvim, (1931’de de uluslararası ölçü birimleri) kabul edilerek hem uygar dünyayla bütünleşmenin, hem de müslüman kitleleri ölçü ve takvimde anlaşılmaz, büyülü bir etki olabileceği yolundaki us dışı anlayışların baskısından kurtarmanın yolları açıldı.

Bugün Türkiye dışındaki müslüman halkların gerilikler, yoksulluklar ve iç ve dış ezinç, kavga ve savaşlar altında yaşamasına, dinleri, peygamberleri ve kitapları bile Siyaset Batısı’nın hakaretlerine uğrayarak, çağdaş uygarlık değerlerine kapalı ve kışkırtmalara açık bir toplumsal aşağılık-duygusu içinde bulunmalarına neden olan asıl etken, iç ve dış sömürü kıskacındaki bu ülkelerin hiç birinin demokrasinin olmazsa olmaz koşulu olan laik siyasal, toplumsal ve kültürel düzeni başaramamış olmasıdır.

LAİK DEVLET KAVRAMININ AÇIK TANIMI

3 Mart Yasalarından Şer’iye ve Vakıflar Bakanlığını kaldıran yasa, laik devlet ve toplum düzenininin tüm uygar insanlığa bugün de örnek olacak yetkinlikte ta­nımını yapmıştır:

“Türkiye Cumhuriyetinde insan ilişkileriyle ilgili hüküm­lerin yasalaştırılması ve uygulanması Türkiye Büyük Millet Meclisi ile onun kurduğı hükümete aittir.”

Laik düzenin en açık gerekçesini de, tam olarak neleri gerektirdiğini de açıklamak bakımından en uygun ve tam tanım budur. Çünkü laikliği yalnızca “İnanç özgürlüğüdür” diye tanımlamak, dinsel baskıyı da, din duygularının sömürülerek bir siyaset ve ticaret aracı yapılmasını da önlemeğe yetmez. Tersine, bu yüzeysel ve biçimsel tanım, dinsel baskıcılığa ve sömürüye kılıf olarak kullanılmaya bile kalkışılabilir! Bunları önleyecek tanım, laikliğin, bir toplumda insan­lar arasındaki ilişkileri, yani kamusal alanları düzenleyecek yasaların her hangi bir inanç adına, o inancın ilkelerine göre yapılmasının önerilmesi­nin bile meşruluk dışı olduğunu söyleyen tanımdır.

Gerçek laiklik tanımı, kamu yaşamına iliş­kin karar ve işlemlerde “dine uygunluk fetvası” aramaya kalkışmanın meş­ruluk dışına düşmek olduğunu kabul eden tanımdır. Yurtaşları arasında değişik din ve mezhep sahipleri ve herhangi bir dinsel inanca gerek duymayan insanların bulunduğu gerçeğine göz yumma­yan, her ergin yurttaşın dinini seçmekte özgür olduğunu kabul eden bir devlet, toplumun ortak yaşamını dü­zenleyecek yasaları ve kuralları ( = evlenmeden boşanmaya, mirastan ticarete, iş yerinden bilim ve sanat kurumlarına, tapu dairesi ya da mahkeme salonundan hastahaneye, okuldan bankaya, sendikadan spor alanlarına, ulaşımdan ticarete, dinlenmeden eğlenmeğe … değin her alandaki insan ilişkilerini), görüşme ve tartışmalar yoluyla, özgür oyla düzenlemek ve asla değişmezlik, kutsallık, tartışılmazlık niteliği vermeğe kal­kışmamak zorundadır.

Kamu yararının hergün, her yurttaş tarafından özgürce ve yeniden yeniye tartışılabilmesi demokrasinin, yani ulusal ege­menlik ilkesiyle insan haklarının temel koşuludur. Yasaların bir din adına yapılması durumunda buna olanak kalmayacağı açıktır. Din devleti yan­daşlarının ulusal egemenlik ilkesine saldırmalarının temelindeki neden, demokraside kutsal, dolayısıyla değişmez yasaya yer olmayışıdır.

BASKIYA KARŞI DİRENME HAKKI

Din adına değişmez yasa koymaya ve böylece ulusal egemenliği ortadan kal­dırmaya yönelik herhangi bir girişim, demokratik düzen açısından baskı ve zulüm yönetimi demektir ve insan haklarının en başta geleni olan “zulme karşı direnmek” hakkını doğurur.

Bir siyasal iktidar, olmaz ya, tüm seçmenlerin bile oyunu alsa, ne din adına, ne herhangi bir başka doktrin adına değişmez yasa koymaya kalkışamaz. Kalkıştığı anda meşruluğunu yitirir. O hükümete uymak zorunluluğu kalkar. Çünkü egemenliğin asıl sahibi olan ulus bireyleri, her zaman görüşlerini, inançlarını ve kanılarını değiştirmek hakkına sahiptirler.

İşte bu demokrasi anlayışıyladır ki, Mustafa Kemal ulusal egemenliğe karşı herhangi bir kalkışma olduğunda, her birey gibi kendisinin de zulme karşı direnme hakkı doğduğunu söyler ve başkaları bu hakkı kullanmasa, kendisi tek başına bile kalsa yine her olanağı kullanarak di­reneceğini söyler:

..bayağı ve alçakça aldatmalarla hükümdarlık yapan hali­feler ve onlara dini araç yapacak ölçüde alçalan yalandan ve inançsız bilginler, tarihte her zaman rezil olmuşlar, rezil edilmişler ve hep cezalarını görmüşlerdir. Dini kendi tutkularına araç yapan hükümdarlar ve onlara yol göste­ren hoca sanlı hainler hep bu sona düşmüşlerdir. .. Artık bu ulusun ne öyle hükümdarlar, ne öyle bilginler görmeğe katlanma gücü ve olanağı yoktur… Eğer onlara karşı be­nim kişisel tutumumu öğrenmek isterseniz, derim ki, ben bir kişi olarak onların düşmanıyım; onların olumsuz yönde atacakları bir adım, yalnız benim kişisel inancıma değil, o adım benim ulusumun yaşamıyla ilgili, o adım ulusumun yaşamına karşı bir kasıt, o adım ulusumun yü­reğine gönderilmiş zehirli bir hançerdir. Benim ve be­nimle aynı düşüncedeki arkadaşlarımın yapacağı şey, ke­sinlikle ve kesinlikle o adımı atanı tepelemektir.

Kuşku yok ki arkadaşlar, ulus bir çok özveri, bir çok kan karşılığında en sonunda elde ettiği yaşam ilkesine kim­seyi saldırtmayacaktır. Kuşku yok ki arkadaşlar, ulus bir çok özveri, bir çok kan karşılığında en sonunda elde ettiği yaşam ilkesine kim­seyi saldırtmayacaktır. Bugünkü hükümetin, Meclisin, yasaların, Anayasanın niteliği ve varlık nedenleri hep bundan ibarettir.

Sizlere bunun da üstünde bir söz söyleyeyim: bir varsa­yım olarak, bunu sağlayacak Meclis olmasa, öyle olumsuz adım atanlar karşısında herkes çekilse ve ben kendi ba­şıma yalnız kalsam, yine tepeler, yine öldürürüm!”

DEMOKRASİ İÇİN DE, DİNİN SAYGINLIĞI İÇİN DE LAİKLİK!

Görüldüğü gibi bu tartışmalar dolayısıyla Türk halkı, demokrasinin gerekleri üzerinde de düşünmek, aydınlanmak olanağı buldu. Ulus, kendi kendini yönetebilmesi, ortak yararlarının ne olduğunu özgürce araştırıp, tartışıp, özgür oyuyla kararlaştırabilmesi için de, bireylerinin insan ve yurttaş hak ve özgürlüklerine sahip olabilmeleri için de laik devlet ve top­lum düzeninin zorunluluğunu anladı. İç ve dış sömürünün nasıl din kı­lığı altında işlediğini gördü, dinsel duygunun gerçek değerine ve saygınlı­ğına ancak laik bir ortamda kavuşabileceğini kavradı.

Çünkü laiklik yalnız bir inancın değil, her türlü inancın saygı görmesi demektir. Ne kadar azınlıkta olursa olsun, her inançtan insanlar kamu yaşamında, ortak alanlarda eşit insan ve yurttaş hak ve yetkilerine tam olarak sahip olmalıdırlar. Görüldüğü gibi din baskıcıları­nın yavuz hırsızlığa kalkışıp laikliği din özgürlüğünün kaldırılması gibi sunmaları, gerçeğe taban tabana aykırıdır. Asıl din ve inanç özgürlüğü düşmanları, yalnız kendi dinsel inançlarına özgürlük tanımak isteyen, başka inançları ise sapkınlık, cehennemlik, tanrısızlık … diye suçlayan, on­lara özgürlük tanımaya gerek görmeyenlerdir. Laikliğe düşman olmaları bundan dolayıdır. Oysa laik ortam dinsel inançlara, Atatürk’ün dediği gibi yücelme olanağı sağlar:

“İnsanlıkta dine ilişkin duygular bilimin ve tekniğin ışıklarıyla dupduru olup yücelmelidir. Bu olmadıkça, din oyunu aktörlerine her yerde rastlanacaktır.”

3 Mart 1924 Laiklik Yasalarının sağladığı temel üzerinde, 1925 yılında, şapka giymeği küfür sayıp engellemek, ya da siyasal-ekonomik üstlük-astlık göstergesi olarak kullanılan cübbe, sarık, vb. giysiler giyilmesi, kadınların örtünmek zorunda bırakılması gibi zorbalıklara son ve­rildi. Bu zorbalıklar, Rum başlığı olan ve II. Mahmut zamanında kullanıl­maya başlanan fesi “dinsel başlık”mış gibi sunuyor ve Türk halkını uluslararası uygar giyimin dışında tutuyordu; ulusu bir bez parçasında büyülü bir güç olabilirmiş gibi akıl dışı bir kafa yapısına mahkûm ediyor, öte yan­dan uygar toplumlarla da zıtlaşmaya itiyordu; toplum içinde de giyim ku­şamı, mevki farklarını sergilemenin aracı olarak kullanan baskıcılığa da­yanak yapılıyordu. İşte bütün bunları sona erdirmek için şapkadan başka başlık giymek yasaklandı.

Tekke, türbe, zaviye ve tarikatlar gibi ortaçağ kalıntısı, baskıcı, insan­ları yurttaş değil, erk sahibinin her buyruğuna sorgulamasız boyun eğecek uyruklar olarak koşullandıran kurumlar kapatıldı; şeyh, mürit, mansıp, çelebi, halife, nakip, falcı, büyücü .. gibi sanların ve bunlara özgü giyim kuşamların kulanılması, bu sanların anlattığı etkinliklerde bulu­nulması yasaklandı. Mustafa Kemal, 30 Ağustos 1925 günü Kastamonu’dan şöyle sesleniyordu:

“Efendiler ve ey ulus, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mansıplar ülkesi olamaz. En doğru, en gerçek tarikat (yol), uygarlık tarikatıdır. Uygarlığın buyurduğunu ve istediğini yapmak, insan olmak için ye­terlidir. Tarikat başkanları hemen bu dediğim gerçeği bü­tün açıklığıyla kavrayacak ve kendiliklerinden hemen tekkelerini kapatacak, müritlerinin artık erginliğe ulaş­mış olduklarını elbette kabul edeceklerdir.”

İSLAM DİNİ LAİKLİĞE ELVERMEZ Mİ?

Batı sömürgeciliği, 20. yüzyıl boyunca, Türkiye dışındaki İslam dünyasını, sözde komünizme karşı korumak gerekçesiyle ve islami yönetim biçimi olduğu savıyla şeyh, kral, emir, şah, .. gibi ortaçağcıl işbirlikçi yerli güçler aracılığıyla güdüm altında tutmuştu. Sovyetlerin dağılması üzerine ise, yine petrol gibi doğal kaynaklarını sömürmek ve özellikle İsrail’e karşı direnişlerini ezmek için, bu kez sözde demokrasi getirmek bahanesi ile İslam dinini demokrasinin önündeki engel olarak göstermek oyununu oynamaya başlamış bulunuyor.

Bu Büyük Orta-Doğu Projesi denilen aldırgan siyasetiyle Batı, müslüman halklara dinlerini bile kendisi tanımlamağa ve yorumlamağa kalkışmış bulunuyor:

Ilımlı İslam Bu oyunu oynarken, laik Atatürk Cumhuriyeti’ne de öteki müslüman halklara örneklik etmemesi için “Ilımlı İslam” deli gömleğini giydirmek istiyor ve Cumhuriyet Devrimlerimizi, aka kara, karaya ak diyerek demokrasi dışı imiş gibi göstermeğe, tüm insanlığın özlediği özgürlük ve barışa dayalı bir uygarlık tasarımının sahibi olan Mustafa Kemal Atatürk’e kin kusuyor! Ve bu yolda içimizdeki dinsel baskıcıları ve bir bölüm sözde sivil-toplum kuruluşu diye sunulan çıkarcı bezirgânları kullanıyor.

Bu sömürü oyununun merkezine ise, müslümanlığın demokrasiyle bağdaşmaz olduğu, onu demokrasiyle bağdaşır kılmak gerektiği, bunu ise işbirlikçileri aracılığı ile Batı’nın kendisinin yapabileceği savını koymuş bulunuyor!

Bir yandan tarikatların desteklenmesi, “şeyh efendileri”nin (!?) Batı başkentlerinde ağırlanması, onlara bağlı okullar kurulması, “Dinler arası diyalog” kılıfı altında kimi orta-çağcıl konum sahiplerinin ve onların tanıtımını üstlenen iletişim ve bilim adamlarının beslenmesi ve bu davranışların Kur’ana İncil ve Tevrattan eklemeler yapmaya dek vardırılması; öte yandan da İslamın peygamberini terörist gösteren yayınlar yaptırarak bu dini eniden düzenlemek gerektiği propagandasına ortamı hazırama çabaları … Yani aynı sömürgeci eli, bir yandan İslamı kirleten çağdışı güçlerin onu temsil etmesini sağlıyor, bir yandan da İslam dünyasının insan, toplum, dünya ve evren anlayışını kendisi biçimlendirmek istiyor!

Oysa Türk Demokrasi Devrimi İslam dininin laiklikle bağdaş­mayacağı savının gerçek dışı olduğunu 82 yıldan beri toplum ve birey yaşamında eylemli olarak kanıtlayıp onun saygınlığını sağlayarak, dinsel baskıcılık yanlıları ile İslamı Hristiyanlaştırmak da içinde olmak üzere her türlü sömürüden çıkar elde etmek isteyenlerin önünü kesecek önlemleri almıştır!

Hem de İslam dininin asıl ruhu, özü, temeli olan ilkeleri, yüzlerce yıldanberi onlara yapılan kötülüklerden temizleyip müslüman kitlelerin bilincine ulaştırarak!

Eğer uluslararası yaşamın etkin ögeleri, Atatürk’ün dediği gibi “açgözlülük, çekememezlik ve kinden arınıp”, İslam dünyasının ve dolayısıyla tüm insanlığın özgürlük, barış ve gönence ulaşmasını dürüstlükle isteseler, bu konuda Türk Devrimi’nin İslam dininin öz cevheri olarak ön plana çıkardığı, demokrasi ve bilimle tam örtüştüğünü vurguladığı şu çok değerli ögelerini temel almaları gerekirdi:

Her şeyden önce İslam dini, papazlık, vb. türünden, “Tanrı’nın muradını bilmek” gibi ayrıcalık sahibi makam anlamında hiç bir din adamlığı sınıfına yer vermemektedir; yani hiçbir müslümanı hiçbir konuda Tanrının muradının ne olduğunu öğrenmek üzere her hangi bir kişi ya da makama başvurmakla yükümlü kılınmamaktadır. Tek kaynak olan Kur’anı her insa­nın anlayabileceğini, artık insanlığın o olgunluğa kavuşmuş bulundu­ğunu kabul etmektedir; demek ki İslam dini, her insanın düşünür (mütefekkir) olmaya yeterli olduğunu ve bununla yükümlü bulunduğunu kabul etmektedir; bunlara ek olarak hiç bir müslümana kiliseye gitmede olduğu gibi camiye gidip orada tapınma zorunluluğu getirme­mektedir.

Dikkatle düşünülecek olursa, bütün bu ilkeler, bireyle vicdanı arasına kimsenin girmemesini sağlamak içindir; kimi açıkgözlerin kendi­lerinde Tanrının muradını bilme ayrıcalığı ve tekeli bulunduğunu öne sürmek küstahlığında bulunmamaları içindir. İşte İslâm dininin bu son derece özgürleştirici temel ilkeleri, laik bir toplum ve devlet düzeni gerçek­leştirmeğe çok elverişli bir ortam sağlamaktadır. Her bireyi Tanrının mu­radının ne olabileceği konusunda düşünmeğe hem yeterli sayan, hem de bununla yükümlü kılan bir din, ortak yaşamın özgür tartışmayla ve değiş­meğe açık yasalarla düzenlenmesi gereğini başka dinlerdekinden kuşku­suz daha kolaylıkla kabul eder.

Çelişkiye bakın ki, insan ile tanrısı ara­sına papaz sınıfı gibi bir aracı koyan, böylece hıristiyan bireylerin ya­şamına karışma, bunun için kiliseye düzenli gelmelerini isteme hakkı tanıyan Hıristiyanlık evrimleşerek laikliği benimsiyebiliyor ve laik toplumla bağdaşabiliyor da, bu baskıcı kurumlardan özgür olan İs­lam dininin demokrasiyle ve aynı şey demek olan laiklikle bağdaşamayağı propagandası içerde ve dışarda olanca gücüyle yapılıyor. Bu çelişkili du­rum, İslam dininin hâlâ sömürücülerin elinde bir çıkar aracı olarak kul­lanılmasından kaynaklanmaktadır.

İşte Türk Devrimi, 3 Mart 1924 Laiklik Yasaları ile, Türk toplumunda bu çelişkiye son vererek, yani İslam dininin inanç ve görüşleri birey vicdanlarına bırakan özünü kitlelere anlatarak ve yaşama geçirerek, bu amaçla her Müslüman Türk’ün anlaması için Kur’anı Türkçeye çevirterek, hak ettiği saygın konuma yücelmesi önündeki çağdışı ve sömürücü engelleri kaldırmıştır!

Uygarlık Batısı, siyasal ve askeri gücünü tekelci sermayedarlar sınıfının güdümünden kurtarıp Türk Demokrasi Devrimine destek vermeyi başarabilirse, kendisi de içinde olmak üzere tüm insanlığın barış, özgürlük ve gönencine çok değerli bir hizmette bulunmuş olacaktır.

This entry was posted in ATATURK, EMPERYALİZM, İrtica. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *