VELEV Kİ TÜRBAN SİYASİ SİMGEDİR !!!‏

VELEV Kİ TÜRBAN SİYASİ SİMGEDİR !!!
 
Naci Kaptan
 
 
Başbakan Erdoğan ispanya’da “Velev ki türban siyasi simgedir” diyerek
Türbanın başörtüsü olmadığını ve siyasi amaçlı olduğunu dile getirmişti.
 
DinCİ’ler Anadolu kadının başörtüsünü Alman misyoner Maria ile çaldılar.
 
Sözde müslüman olmuş olan Maria , 60’lı yıllarda İslam’cı yazarlar
Şule Yüksel Şenler ve Mehmet Şevki Eygi tarafından desteklenerek
Türkiye’de şehirleri ve ilçeleri dolaştırdılar. Gittikleri yerlerde kadınların
baştan aşağıya ve vücut hatları gözükmeyecek şekilde örtünmesi,
Bugün tesettür ve türban olarak isimlendirilen ve misyoner Maria
tarafından şekillendirilmiş modelde kadınların başlarını bağlamaları istendi.
Böyle yapmayanların “cehenneme gidecekleri” söylendi.
 
Misyoner Maria’nın eğitilmiş 6 yaşındaki oğlu konuşma yapılırken
sahneye çıkarak şöyle bağırtılıyordu ;
 
“Sen…ey Müslüman! Sen…namaz kılmıyoğ? Yazık sana…Sen ey Müslüman! Sen domuz eti yiyoğ? Haram, cehennem!.. Sen ey Müslüman…Sen içki içiyoğ?.. Yazık, çok yazık…Sen ey Müslüman kadın!.. Sen, yüzünü, gözleğini, udaklağını böyle boyuyoğ, başörtü takmıyoğ, mini etek giyiyoğ, çıplak geziyor… Tuuuu!…Sana lazım cehennem!…”
 
60’lı yıllarda Şulebaş olarak isimlendirilen baş bağlama şekli daha sonra üst üste ve dolandırılarak daha şık duracak ipek eşarplarla türban olarak karşımıza çıkıverdi.
Böylece mütedeyyin insanların inançları gereği veya güneşten,tozdan korunmak için
başlarını bağladıkları yazmalar , eşarplar , güzelim başörtüsü   misyonerlerle el ele
veren sözde müslümanların da desteğiyle Anadolu kadınının yaşamından kayboldu,gitti !!!
 
Ilımlı islam dayatması,yeşil kuşak projesi, DinCİ siyaset kazandı.
Olan gerçek inançlı ve imanlı insanlara oldu.
Onlar Siyasete manivela kılındılar.
 
Türban yine toplum gündemine oturdu.
 
CHP’nin türbanın üniversitelerde serbest olması için yeşil ışık yakmasından birkaç gün sonra Cumhurbaşkanlığından yapılan açıklama ile Çankaya’da  türbanlılara kapatılan davetlerde türban sorununun artık olmayacağını açıklanıyordu !!!
 
Atatürk’ün çağdaşlaşmaya giden yolu ve kıyafet devrimi bugünlere kadar AKP hükümeti tarafından çok hırpalanmıştı.Böylece Türban kamu alanlarında mevzi kazanmıştı !!!
Üniversiteler ve Çankaya’da türban serbestisinden sonra Laik Cumhuriyetle hesaplaşanlar menzillerine bir adım daha yaklaştılar.
 
CHP farklı alanlardaki olayları eleştirirken “eksen kaymasından” bahsederken
nereden estiği belirlenemeyen rüzgarla acaba CHP’nin kendisi mi eksen kaymasına
uğramıştı. ?
 
Üniversiteleri türbanla bitirenler mezun olduktan sonra doğal olarak çalışmak isteyeceklerdir.
 
Merak ediyorum ; 
 
Türbanla kamuda çalışacak olanlara acaba CHP ne diyecektir ? 
Eğer yasalara,Anayasa Mahkemesi kararlarına rağmen türbanla kamu alanı olan üniversitelerde okumak özgürlüğü verildi ise, bunun mantıksal süreci olan ;
Kamu alanlarında çalışma özgürlüğü de verilmesi gereklidir.
 
İş türbana geldiğinde ,türban misyonerlik çalışmaları sonucu ve İslam kuralı olarak
kadınlarımıza dayatılmasıyla şekillenmiş bir örtünmedir.Türban daha sonra Yeşil kuşak modellemesiyle ılımlı İslam’ın dayatıldığı Türkiye’de siyasi bir simgeye dönüştürülmüştür.
 
Bugünlerde illa türban takacağım ama okuyacağım diyen kız öğrencilerimiz ve türbanlı kadınlarımız ne yazık ki AKP’nin din üzerinden rant sağlamak aracı olmuşlardır.
 
Türban modeli baş bağlama Alman asıllı ve müslüman olduğunu söyleyen Maria isimli misyoner bir kadının Türk kadınlarını etkileyerek,şehir şehir dolaşarak yaptığı konuşmalarla başladı.
 
Alman misyoner Maria’ya Şule Yüksel Şenler yanında olarak gazeteci  Mehmet Şevki Eygi  Bugün gazetesindeki yazılarıyla destek verdi.Bugün türban olarak isimlendirilen
bağlama şeklinin adı O günlerde ŞULE BAŞ idi.
 
Alman bir misyoner kadın tarafından Türk kadınına dayatılan ve 60’lı yllarda Türkiye’de var olan İslamlaşmak hareketinin öncülerinden olan Fatma Yüksel Şenler ile islamcı gazeteciliğin önde gelenlerinden ,Kanlı pazar ve Dolmabahçe 6. filo olaylarının kışkırtıcısı olan  Mehmet Şevki Eygi bu kez de Alman misyonere destek vererek Türk kadınının
baş örtüsünün şekil değiştirerek Şulebaş / türban adı verilen şekilde örtünmesi sürecini başlattı.
 
Bu olayların gelişimini Cengiz Özakıncı’nın İblisin Kıblesi isimli kitabının 68-69-70-71-72 sayfalarından özet aktarıdan okuyalım :
 
***
 
Türkiye’de türbanı yaygınlaştırma eylemini ilk başlatan da Kanlı Pazar Olayın’nı kışkırtan Amerikancı İslamcı Mehmet Şevket Eygi’ den başkası değildi. Mehmet Şevket Eygi’nin Bugün gazetesinde köşeyazıları yazan Şule Yüksel Şenler, o yıllarda İstanbul’dan yola çıkıp Anadolu’yu il il dolaşarak kadınları başlarına türban bağlamazlarsa cehennemde yanacakları yönünde korkutmaya başlamıştı.
1960’larda “türban” ın adı daha “türban” değildi; bu örtüye, Mehmet Şevket Eygi’nin 6.’ncı Filo savunucusu yoldaşlarından Şule Yüksel Şenler’in adıyla özdeşleştirilerek, Şule Baş deniyordu.Türkiye’nin başındaki ağrı (Ercüment İşleyen-Milliyet, 10 Mayıs 1999)
Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakultesi öğrencisi Hatice Babacan 1968’de bir ilke imza attı.Başını örtüp derslere girmeye başlayan Babacan başlangıçta pek fark edilmedi. Kısa bir süre sonra okul yönetimi, Babacan’ın başını örtüp derslere girmesine izin verilmeyeceğini açıkladı. Babacan direndi, erkek öğrencilerle boykota başladı. Dekanlık, 11 Nisan 1968’de Babacan’ın okulla ilişkisini kesti.
Türkiye’nin ilk türban eylemcisi ise Şule Yüksel Şenler oldu. Türban savunucusu Şenler,
İstanbul’da başlattığı eylemini Anadolu’ ya da taşıdı. Mehmet Şevket Eygi ile il il dolaşıp kadınlara tesettüre bürünmeleri çağrısını iletti, türban propagandası yaptı. “Başörtüsü saçı ve gerdanı gizlemeli, vücut hatlarını belli etmeyen manto veya pardösü giyilmeli” diyerek tesettürün ana hatlarını çizdi. O günlerde türbanın adı “Şule Baş” oldu. “Tesettür” misyoneri Alman kadın Maria ve İslamcı Bugün gazetesi köşe yazarı ŞuleYüksel’den ilk Kitlesel Türban eylemi…
Şule Yüksel Şenler’in, ilk basımı 1967 yılında, ikinci basımı ise 1968 yılında Mehmet Şevket Eygi’nin çıkardığı Bugün gazetesi tarafından yapılan “Hidayet” adlı kitabının kapağında, Müslüman bir kadının nasıl örtünmesi gerektiğini gösteren bir fotoğraf basılıydı.
Şule Yüksel Şenler, bu kitabında, 1960’lı yıllarda Doğu Almanya’da komünist bir yönetim altında “dinsiz” bir ana-babanın kızı olarak yaşayan Maria’nın, günün birinde Müslüman olup örtündüğünü ve daha sonra Avrupa’da okuyan bir Türk genciyle tanışıp evlenerek 1960’lı yıllarda Türkiye’ye geldiğini anlatıyordu. Şenler, Müslüman olduktan sonra Cemile adını alan Maria ile tanışmıştı.
 
İslam kurallarına en küçük ayrıntısına dek uyan Doğu Almanya’lı Maria, Türkiye’deki kadınları başı açık dolaştıklarından dolayı kınıyor, ayıplıyordu. Şenler ve Maria, Türk kadınlarının örtünmesi için pek çok ilimizde kadın toplantıları düzenliyor ve ikisi birlikte Türkiye’yi karış karış dolaşıyorlardı. Kitabında “Maria,(Cemile) Türkiye’de kaldığı müddetçe, örnek bir Müslüman hanım olarak, pek çok genç kız ve hanımın hidayetine vesile oldu,” diyordu Şule Yüksel Şenler; “Gencecik bir Alman hanımın pür tesettür( kapalı, örtülü) hali, Müslüman oldukları halde açık saçık gezen bir çok hanım için, bir ibret vesilesi olmuş ve onların da örtünmelerini sağlamıştı.
 
Şenler, Türkiye çapında düzenlenenkitlesel kadın örtünme toplantılarında Maria ile boy gösterip onu örnek göstererek, “Bakın o bir Doğu Almanya’lı komünist iken Müslüman olduktan sonra tepeden tırnağa örtülü dolaşmaktadır, siz ki Müslümansınız, niçin
örtünmüyorsunuz!.” diye haykırıyordu.
 
Dahası, bu “örtünme” toplantılarına Maria’nın 6 yaşındaki oğlu da götürülüyor, bacak kadar çocuk mikrofonu kapıp Türk kadınlarını tıpkı annesi Maria gibi örtünmeye çağırıyordu. Maria’nın 6 yaşındaki oğlunun Türk kadını çarşafa Ve türbana sokmakta en az annesi denli başarılı olduğunu anlatırken şöyle diyordu Şenler:
 
Maria(Cemile)’ nin 6 yaşındaki oğlu nasıl olduğunu anlayamadım, yanımdaki sandalyesinden fırladığı gibi mikrofonu elimden kaparak, o yarım yamalak ve bozuk şiveli Türkçesiyle: “Dur, bana ver onu. Ben bişey söyliyecem şimdi” dedi ve hanımlara hitaben şöyle haykırmaya başladı:
 
“Sen…ey Müslüman! Sen…namaz kılmıyoğ? Yazık sana…Sen ey Müslüman! Sen domuz eti yiyoğ? Haram, cehennem!.. Sen ey Müslüman…Sen içki içiyoğ?.. Yazık, çok yazık…Sen ey Müslüman kadın!.. Sen, yüzünü, gözleğini, udaklağını böyle boyuyoğ, başörtü takmıyoğ, mini etek giyiyoğ, çıplak geziyor… Tuuuu!…Sana lazım cehennem!…”
 
Önce derin bir sükut ve hayret ifadesi…arkasından büyük bir alkış tufanı koptu salonda. Bazı genç kız ve hanımlar, bu küçücük çocuktan, üstelik Alman asıllı bir annenin yavrusundan duymuş oldukları bu ibretli sözler karşısında gözyaşlarını ve boğazlarında düğümlenen hıçkırıkları zaptedememekteydiler.
Bugün gazetesinin türbanlı yazarı Şule Yüksel Şenler, sonradan Müslüman olmuş Alman kadını Maria ve onun 6 yaşındaki oğlu, illeri ilçeleri dolaşarak kadınları toplar ve onları türban-pardesü giymeye yöneltirken, Mehmet Şevket Eygi’nin İslamcı Bugün gazetesi de bu üçlünün gerçekleştirdiği kadın toplantılarını büyük bir gürültüyle yansıtıyordu:
 
Manevi diriliş öylesine büyük bir süratle ve ihtişamla gelişmektedir ki, kitleler işte böyle İslami bir konferansı dinleyebilmek için salonlardan taşıp caddelere dökülmektedir. Resim(kitapta sayfa 72), Şule Yüksel Şenler’in Bandırma’da verdiği “İslam’da kadının yeri ve mükellefiyetleri” mevzulu konferansını dinlemek için salonda yer bulamayıp konferansı caddelere dökülerek dışarıdan hoparlör vasıtasıyla dinleyen hanımları göstermektedir” (Şenler, age, sf. 42)
Resimde müstedi( sonradan Müslüman olmuş) Alman hanımı (solda, beyaz başörtülü) Maria (Cemile Alkonavi)yi Şule Yüksel Şenler’in “İslam’da kadının Yeri ve Mükellefiyetler” adıyla vermiş olduğu konferansını dikkatle takip ederken görüyorsunuz. (Şenler, age, sf.49)
 
Kadınlar, “sonradan Müslüman olmuş “türbanlı” , “tesettürlü”, “bir tel saçını bile göstermeyen, pardesülü, kalın çoraplı” Alman kadını Maria(Cemile) ve onun 6 yaşındaki “tesettür misyoneri” oğlunu görmek için koşuyordu bu toplantılara.
 
“Bakın Alman kadını bile Müslüman olunca tepeden tırnağa örtünmüş, oğlu bile örtünmeyen cehenneme gider diye haykırıyor, ne duruyorsunuz, bu Alman kadından ve çocuğundan utanın, haydi örtünün!” diye haykırıyordu Şule Yüksel Şenler.
 
Başlarında öğretmenleriyle bu “tesettür propagandası”na getirilen kız öğrencilerden 70 tanesi, konferanstan çıkınca topluca örtünüyorlardı.(Şenler, age,sf. 50) II. Abdülhamid bile Çarşafı yasaklamışken Eygi’nin Şenler ile birlikte başlattığı türban hareketiyle Türkiye II. Abdülhamid döneminden beri geriye götürülüyordu çünkü Abdülhamid çarşafı yasaklamış, Müslüman kadınların başlarına süslü fesler takmasını buyurmuştu.
 
Günümüz Türkiye’sinde örtünme konusu öyle ilginç boyutlara tırmandırıldı ki, kimi yurttaşlarımız eşlerine, kızlarına, gelinlerine kurşun yağdırıp, “Örtünmediler, öldürdüm” demeye başladı. (“Örtünmediler, öldürdüm”-Milliyet- Haber)
 
Bu süreçte , en yoğun çabalar 1968-1969’larda gösteriliyor; Şule Yüksel Şenler,
Eygi’yle birlikte karış karış dolaştığı Anadolu’da bir yandan kadınların başlarındaki başörtüleri “türban” biçiminde bağlaması için yırtınıyor, öte yandan Bugün gazetesinde
Amerika’nın ehven( uzlaşılabilir, zararsız) ve Müslüman dostu bir ülke olduğunu söyleyen Eygi ile birlikte, Amerika’nın 6’ıncı Filo’yu savunuyordu.
 
1950’lerde tek tük görülen türbanın yayılması bu Amerikan 6’ncı Filo İslamcıları’nın çabalarıyla gerçekleşmişti. Demek ki, 1960’ların “türban misyoneri” Şule Yüksel Şenler ile 1990’ların “türban misyoneri” Şule Baş Türban’lı Merve Kavakçı’nın iki ortak yönü bulunuyor:
 
Biri Amerikancılık, biri türbancılık…
 
*** 
 
Türbanın Türkiye’ye nasıl ithal edildiğini araştırmacı yazar Cengiz Özakıncı’dan
sizlerle paylaştım.
 
Türban takan kadınların belki yüzde doksanı ailesinin,eşinin dayatmasıyla tesettür/türbanla örtündüklerini düşünüyorum.Aile ve mahalle baskısı örtünme ve türban kullanımında başta gelen faktör.
 
Neden mi ?
 
Kadınlardan gelen aşağıdaki  yanıtları okuyalım ;
 
Türban tartışmalarının yeniden alevlendiği şu günlerde televizyonlarda, radyolarda sadece türbanlılar konuşturuluyor. “Mağdur” olma hakkını sonuna kadar sömüren türbancı kadınların sesi bu kadar yüksek çıkıyorken işçi kadınlarımızın ve üniversite öğrencilerimizin sesini de biz duyuralım istedik.
 
Nezahat (28 yaşında, tekstil işçisi)
 
“Başörtüsünün namusla ilgisinin olmadığını anladım…”
 
Ben doğulu bir ailenin kızıyım. Bize, kapalı olmanın namuslu olmak olduğunu öğrettiler hep. Namuslu olacak kızlar okula gitmezmiş, başlarını kapatır, evlerinde oturup babalarına, abilerine hizmet edermiş. Ben de böyle büyütüldüm. Bana da ancak başını kapatıp, bu söylediklerimizi yaparsan namuslu olabilirsin dediler. Oralarda kızlar bu söylenenlere inanmasalar bile bu şekilde yaşamaya mecbur kalırlar. Ben de mecbur kaldım. Zaten kızların hepsi benim gibiydi.
 
İstanbul’a geldiğimde kızların da okula gittiklerini gördüm. Beni okutmamışlardı, bende okula gitmek istiyordum. Kızlar başları açık geziyorlardı. Başörtüsünün namusla ilgisinin olmadığını anladım ve başımı açmak istedim. Ailem çok büyük tepki gösterdi. Beni ‘yolumu şaşırmakla’ suçladılar. Ben de onlara şöyle söyledim: “Beni köyde kız çocuğu olduğum için okutmadınız, ama erkek çocuğu gibi tarlada çalıştırdınız!”. Anlamadılar. Beni günahkâr olmakla suçladılar. Buna rağmen türbanı başımdan çıkarmayakarar verdim. Çünkü, bu şekilde kendimi daha iyi ifade edebilecektim.
 
O sıralar çalıştığım yerdeki insanlar da ailemle aynı zihniyetteydi. Kadınlardan biri, erkek işçilerden biriyle konuştuğunda bu hemen yanlış anlaşılıyor ve o kadın suçlanıyordu. Oraya başımı açıp gidemezdim. Bu yüzden işten ayrıldım.
 
Şimdi kendimi daha rahat hissediyorum. Ailem hala baskı yapıyor. Eski arkadaşlarım artık beni aralarına almıyorlar, onlarla görüşmüyorum. Banahakaret bile ettiler. Çünkü onlara göre ben “suç” işledim ve artık “namus”lu değilim. Ama bu baskılara boyun eğmeyeceğim. Kararlıyım, kendi bildiğim gibi yaşayacağım. Çünkü; benim de özgürce yaşamaya hakkım var.
 
Öznur (29 yaşında, tekstil işçisi)
“Çok dindarlardı ama bizi taciz etmekten çekinmiyorlardı…”
 
Çalıştığım işyerinde Fethullah Gülen cemaatinden olanlar vardı. İşyerinde onların sözü geçiyordu, çünkü patron da onları destekliyordu. Her hafta bize kendi dergilerini getiriyorlardı, almak zorunda kalıyorduk. Almayanlara baskı yapıyorlardı. Bu dergiyi almayanlar işten çıkartılmakla tehdit ediliyordu. Farklı bir mezhebe mensubum. Bu yüzden beni dinsiz olarak görüyorlardı. Onlar gibi namaz kılıp, oruç tutmuyordum. İşyerinde benim gibi oruç tutmayanlar olmasına rağmen, ramazan ayında öğle yemeği paydosumuz kısaltılmıştı. Hatta, su içmemiz bile yasaklanmıştı.
 
Moldovalı bir kadın işçi vardı. Kadın başka memlekettendi, bırakın mezhebini dini bile farklıydı. Ama bu onlar için farketmiyordu. Patron her cuma benimle birlikte bu Moldovalı kadını odasına çağırıyor ve bir yandan vaaz verirken bir yandan da bizi sözleriyle taciz ediyordu. Onlar kadar dindar olmadığımız, başörtüsü takmadığımız için hepimiz ahlaksızdık onlara göre. Sakız çiğnememiz yasaktı. Pantolon giydiğimizde üzerine bir kumaş bağlamamız gerekirdi vücudumuz belli olmasın diye. Benim topuklu ayakkabılarımın sesinden rahatsız oluyorlardı, bu yüzden uyarı alıyordum. İşyerinde başı açıkkadınlar taciz ediliyorlardı. Çok dindarlardı ama bizi taciz etmekten çekinmiyorlardı. Onlara göre vücudunu örtmeyen kadınlar olarak iffetsizdik ve tacizi “hak” ediyorduk. Hele dul kadınlar… Onların durumu bizimkinden daha kötüydü. En sonunda yüksek sesle konuştuğum için bir kez daha uyarıldım ve bu kez tekrarlanırsa işten çıkartılacağım söylendi bana. Buna dayanamadım ve işten ayrıldım. Zaten onların da istedikleri buydu. Bir süre işsiz dolaştım. Şu an çalıştığım yerde kadınlar olarak yine benzer şeylerle karşılaşıyoruz. Ama bu sefer daha iyi durumdayım, çünkü yanımda benim gibi kadınlar var. Üzerimize geldiklerinde birbirimize sahip çıkıyoruz, onlar da fazla ileri gidemiyorlar.
 
Aynur (25 yaşında, tekstil işçisi)
“Benim inancımı, emeğimi, ahlakımı bir örtüyle test ediyorlar…”
 
Ben hiç başörtüsü takmadım. Ama ailem bana çocukluğumdan beri başörtüsü takmam için baskı yapıyor. Onlara da kendi çevreleri baskı yapıyor aslında, elalem ne der diye kaygılanıyorlar. Beni zorla evlendirip, kapanmaya zorlayacaklar diye korkuyorum. Sadece ailem değil, örneğin işyerinde de baskı görüyorum. Aslında çok açık da giyinmiyorum ama bütün kızlar kapalı olduğu için hep ben göze batıyorum. İşyerinde kapalı kızlara saygı gösteriyorlar, bana yaptıklarını onlara yapmıyorlar. Ne yaparsam yapayım kimseye yaranamıyorum, bana hep diğerlerinden farklı davranılıyor. Bana saygı duymuyorlar. Benim inancımı, emeğimi, ahlakımı bir örtüyle test ediyorlar.
 
Gülnur (35 yaşında, ev kadını, iki çocuk annesi)
“Onları okula ölümle korkutulsunlar diye değil, bilim öğrensinler diye gönderiyorum”
 
Erken yaşta evlendim. Eşimin ailesi Sultançiftliği’nde oturuyordu. Biz de evlendikten sonra oraya, eşimin annesinin yaşadığı binaya yerleşmiştik. Sultançiftliği, tarikatların yoğun faaliyet yürüttükleri bir bölgeydi. Sürekli evlerde toplantılar yapılıyordu. Eşimin annesi de bu toplantılara katılıyordu. Benim ailem Trakyalıdır. Evlenene kadar hiç dini baskı görmedim. Ailem beni çok rahat yetiştirdi. Evlenmeden önce diskolara giden bir kızdım, ama şimdi bambaşka bir ortamda bulmuştum kendimi. Eşim baskı yapmıyordu, hatta bu tarz faaliyetlere karşıydı. Ama ben yalnız kalmıştım, hiç arkadaşım yoktu. Çevremdeki herkes sık sık bir araya geliyordu, evlerde toplanıyordu, ama ben onlardan uzak kalıyordum. Kendilerinden olmayanları bu toplantılara almıyorlardı. Ben de gençtim, sıkılıyordum, merak ediyordum. Eşimin annesiyle birlikte bu toplantılara katılmaya başladım. Orada konuşulanlar bana komik geliyordu, kendimi tutamayıp gülüyordum; kaynanam, “Bunda gülünecek ne var?” diyor, beni uyarıyordu. Bu toplantılara hali vakti yerinde insanlar, son model arabalarıyla gelirlerdi. Kadınlar ile erkekler ayrı odalara alınırlardı. Toplantıları yöneten hocayı adeta ilah olarak görürler, önünde eğilirlerdi. Mantıklı gelmiyordu bazı şeyler tabi, ama yine de gidiyordum işte. Neyse, 21 yaşındayken eşimi kaybettim. Onu kaybedince çok zor günler yaşadım. Çaresizlik ve boşluk içerisindeydim. Toplantılarda zaten sürekli ölümden ve ölümden sonra yaşanacaklardan bahsediliyordu. Başı açık gezen kadınların öldükten sonra cezalandırılacağı söyleniyordu. Öyle cezalardı ki bunlar, dehşete kapılıyordum. Mesela hiç unutamadıklarımdan biri şuydu: açık gezen kadınlara öbür dünyada ateşten yapılmış bir gömlek giydirileceğini söylüyorlardı. Çok korkuyordum. Artık eşim de ölmüştü. Pantolon giyiyordum, “eşi yeni öldü ama o utanmadan kot pantolonla geziyor” diyorlardı. Sonunda ben de başımı kapatmıştım. Daha sonra oradan uzaklaştım, ailemin yanına geri döndüm ve çalışmaya başladım. Çalışmaya başladıktan sonra dayanamadım, başörtüsünü çıkarttım. Yeniden evlendim, şimdi iki çocuğum var. Ancak onları okula gönderirken çok tedirgin oluyorum. Gençliğimde, daha yeni evlenmişken bana anlatılan saçmalıkları okulda çocuklarıma anlatan hocalarının olduğunu biliyorum. Onları okula ölümle korkutulsunlar diye değil, bilim öğrensinler diye gönderiyorum. Kimya dersinde kimya, biyoloji dersinde biyoloji öğrensinler istiyorum. Ama bunu durduramıyoruz. Çocuklarımın geleceğine ben karar vermek istiyorum. Şimdi sadece bunu yapamadığım için endişeliyim.
 
Didem Kul (İstanbul Üniversitesi)
“Türbana karşı mücadele yürütmek, özgürlüğü benimsememekle eşleştirilmiş durumda”
 
AKP, “Özgürlük” kavramını değiştirdi. Evet, bu memlekette hâlâ özgürlük var ama onlar için var. Türbana karşı çıkarken özellikle yaşadığımız sorun şu oluyor; türbana karşı mücadele yürütmek, özgürlüğü benimsememekle eşleştirilmiş durumda. Gericisi de, liberali de bizi böyle görüyor.
 
Üniversiteler, Türkiye’nin her dönem siyasi tablosunda en fazla baskı altına alınan yer. Türbanlıların fakülteye girişleri konusunda artık bir sorun yok. Son gelinen nokta şu oldu; türbanlı bir öğrenci -isterse disiplin suçu olsun- fakülteye girebilecek, bunun yanında hocalar da tutanak tutacakmış. Ve bu durum diğer öğrencilerde, “türbanlıların üzerinde ciddi bir baskı var” algısını yaratacak, yaratıyor. Bu durumda tutanak tutmak isteyen hocalara da, cemaat ve paralel olarak YÖK’teki AKP yandaşları baskı yapacaklar. Dolayısıyla türbanlıları derse almayacak hocalar da, bu durumda fişlenecekler.
 
Cemaatler üniversitede gün geçtikçe çoğalıyorlar. Bir örnek anlatayım; kayıt yapılacağı günlerde birkaç türbanlı yan yana gelmiş konuşuyorlar. Ellerinde telefon defterleri bir yerleri arıyorlar. Konuşmalardan biri ne renk türbanın var?, deseni nasıl?…vs. Türbanını nasıl bağladığı ile ilgiliydi. Birbirlerini tanımak için yapıyorlar bunu ve yeni gelen öğrencileri kendi yurtlarında kalmaya zorluyorlardı.
 
Bir de geçenlerde televizyonda çıkan bir program vardı konuklardan biri Marmara Üniversitesi’nde öğretim görevlisi, diğeri de türbanı destekleyen bir dernek başkanı ve iş kadını. Öğretim görevlisi kadına savundukları düşünce ile; türbanın kadını eve hapsettiğini çeşitli örneklerle anlatmaya çalışıyor, “iş” kadını olan türbanlı konuk ise aynen şu cümleyi kuruyor:”ona bakarsanız sizin savunduğunuz şey de, kadını geneleve gönderiyor…”
 
Tüm bunlar bu kadar meşrulaşırken türbana karşı mücadele etmek giderek zorlaşıyor tabii. “Türban Neyi Örtüyor?” broşürü çıkardık. Bizimle bu çalışmayı yapmak isteyen herkesle beraber, bizlere, aydınlığın temsilcisi olan üniversitelilere uygulanmak istenen baskıya karşı duracağız. (soL – İstanbul)
***
 
Türbanda durum vaziyetleri böyle sayın okur.
 
Yazım sabrınızı zorlayacak kadar uzundur ama ,
azıcık daha diş sıkın …
Aşağıda yazının devamı sizi türbancılar hakkında farklı düşünmeye zorlayacaktır.
Mehmet Tezkan’ın 07 Ekim 2010  tarihli bu yazısında ters köşe bir soru var !!!
 
 
TÜRBANLI NEREDE DAHA ÖZGÜR?

Ortaköy’de gezerken mi?
Sultanbeyli’de turlarken mi?
İzmir’de yaşıtlarıyla şen şakrak sohbet ederken mi?
Bitlis’te yaşıtlarıyla laflarken mi?

Nerede?

Kilit soru budur..
Türbanlı kız nerede yaşamaktan daha mutludur..
Kendini nerede daha çok özgür hisseder..

* * *

Kot pantolonuyla türbanını bütünleştiren, başı açık arkadaşlarından geri kalmayan, onlar kadar sosyal hayata giren, girmesi istenen, girdiği için örnek gösterilen, türbanın modern mahrem olduğunu ispatlayan genç kız, neden koşa koşa ‘kendinden korktuğu’ iddia edilen insanların yaşadığı yerlere gider..
Oralarda vakit geçirmeyi tercih eder?
Neden?

Sevgilisiyle yan yana yürüyebilmek..
El ele tutuşmak..
Birlikte sinemaya gitmek, yemek yemek, bir kafede oturup sohbet etmek için..
Neden hayırcıların yoğun olduğu bölgeleri seçer..

* * *

Oysa siyasi analizcilere (!) göre; evet oyları daha çok özgürlük, daha çok demokrasi, daha çok hoşgörü talebidir..
O zaman evetlerin yoğun olduğu bölgeler de özgürlükçü bölgelerdir!..

Hayır oyları, statükodur, faş ist eğilimin ifadesidir, değişime sırtını dönmektir,
dünyaya gözünü kapatmaktır..
Bu duruma göre, hayır oylarının yoğun olduğu yerler de tutucuların yaşadığı yerlerdir..

* * *

Hal böyleyse türbanlı genç kız neden Bağcılar’da eğlenmiyor da,
koşa koşa Yeşilköy’e gidiyor..
Orada yaşayanlar..
Türbana karşı olan, türbanlıdan nefret eden, öcü görmüş gibi bakan, insanların kılık kıyafetine karışan, demokrasi karşıtı, hoşgörüden nasibini almamış insanlar değil mi?
Evet..

Evetse türbanlı genç kız yaşıtlarıyla Yeşilköy sahillerinde kahkaha atıyor..
Etiler’deki kafelerde sigarasını tüttürüyor..
Maçka parkında sevgilisiyle el ele yürüyor..
Beşiktaş’ta diz dize sohbet ediyor da..
Bunların hiçbirini neden ‘evet’lerin çok yoğun çıktığı yerlerde yapamıyor..
Neden başı önde, hızlı adımlarla evine gidiyor..

* * *

42’lerin yaşadığı yerlerle,
58’lerin yaşadığı yerleri anlamaya çalışırken işe buradan başlayalım..

Tam bu sorudan!..

Ne dersiniz?

Naci Kaptan
15 Ekim 2010

This entry was posted in İrtica, Politika ve Gundem, Uncategorized. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *