Hangi şeriat?

Hangi şeriat?

CUMHURİYET – İbrahim Türkeş
16 Mart 2024 Cumartesi

Türkiye’de demokrasi, “demokrasiyi İslamlaştırma” çabalarından bir türlü kurtulamamıştır. Bunda, laik bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’nde aynı zamanda “devlet yönetmeye talip bir din” olgusunun varlığı kadar, dini “devlet yönetimini ve karar merkezini ele geçirerek rejimi ve toplumu dönüştürme (eski başbakanlık müsteşarının sözü)” aracı olarak gören siyasetin/siyasetçinin payı vardır. Tarihe ve topluma bin yıllık şeriat geleneği içinde oluşmuş bir mercek ardından bakılan Türk toplumunda din, 1923 Devrimi ile devletten uzaklaştırılabilmiştir.
3 Mart 1924 tarihli Devrim Yasaları, “Şeriye ve Evkaf Vekâleti’nin kaldırılmasına dair, Tevhidi Tedrisat’a (öğretim birliği) dair ve hilafetin kaldırılmasına dair yasalar” bu yönde atılmış çok önemli adımlardır. Ancak Atatürk’ten sonra gelen bütün sağ iktidarlar, Cumhuriyetle dinden arındırılmış kamu yaşamına yeniden ve gittikçe artan bir dozda “İslami ayar” vermeyi öncelikli görev saymış, din yeniden bugün olduğu gibi bilim dahil her sosyal kuruma müdahale eden “kurumlar üstü” bir değer haline getirilmiştir. Bugün gelinen noktada Diyanet İşleri Başkanlığı, Cumhuriyet yasaları ile kaldırılan Şeriye Vekâleti’nin işlevini üstlenme, Milli Eğitim Bakanlığı da ÇEDES ve benzeri uygulamaları ile Cumhuriyet yasaları ile kaldırılan ikili öğretimi diriltme çabası içindedir. Sıra hilafettedir…
BATI DEMOKRASİSİ
Batı’da devlet yönetmeye talip bir din olgusu yoktur. Batı demokrasisi, daha 300 yıl önce Aydınlanma felsefesinin ve Sanayi Devrimi’nin yarattığı burjuvazinin gücü ile Hıristiyan şeriatı ile hesaplaşıp onun simgesi olan engizisyonun defterini dürmüş; sonuçta Hıristiyanlık devletten kiliseye çekilmiştir. Ne Aydınlanmayı ne Sanayi Devrimi’ni yaşamış İslam dünyasında yalnızca Türkiye, Atatürk’ün öncülüğü ve yanındaki bir avuç sivilasker bürokratın desteği ile “Anadolu Aydınlanması”nı yaşamış, laik Cumhuriyete ulaşabilmiştir.
Bu nedenle Anadolu insanı, dinini, diyanetini bir Suudiden, bir Afgandan, bir İranlıdan farklı olarak, kendi özgür iradesi ile yaşayan, yaşamayana karışmayan, Cumhuriyet değerlerine bağlı bir inanç profiline sahiptir. Yine bu nedenle o, inanç ve ibadet dünyasında dindar ancak dünyasal yaşam tarzında laiktir. Bireyin hem dindar hem laik olabileceğini, bu iki yaşam tarzının insanın iki ayrı dünyası ile ilgili olduğunu Anadolu insanı Cumhuriyetin bu Aydınlanma felsefesi ile kavramış, inanç ve ibadet özgürlüğünün güvencesi saymıştır.
BUGÜN YAPILAN NE?
Bugün devleti daha İslami kılmak ve bu amaçla karar merkezine dini oturtmak isteyen dinci siyasetçi, Cumhuriyetin bu dindar fakat laik insan profili ile yetinmiyor, ondan onun sömürebileceği en elverişlisini yaratıp dindarlığının sınırlarını zorluyor. Fıkhın (şeriat) insanın saçının telinden ayağının tırnağına kadar her konuda koyduğu değişmez kurallar içine onu hapsedip kullanışlı siyasi aparat ve sonuçta oy deposu haline getiriyor. Bu kışkırtmanın ayartması ile softa başkaldırmış, tıpkı Patrona Halil gibi, tıpkı Kabakçı Mustafa gibi, tıpkı Derviş Vahdeti gibi bağırıyor: “Şeriat isteriz.”
Efendi, hangi şeriat? Şeriat isteriz derken kastettiğiniz dinin ibadete ilişkin hükümleri ise bu ülkede sizin namazına, orucunuza, haccınıza, zekâtınıza kim karışıyor, kim engel oluyor? Yok eğer şeriat isteriz derken amacınız fıkhın dünyaya ilişkin koyduğu kurallar, münakehat (evlenme, boşanma), muamelat (mal, borç, ticaret), ukubat (ceza) ve bunların uygulanması ise sırasıyla başlayalım: Bu durumda çokeşli evlenme istiyorsunuz, “Boş ol” demekle eşinizi boşamak istiyorsunuz, mirasta kendinize iki pay, kadına bir pay istiyorsunuz, kadını toplumdan ve kamusal görevlerden uzaklaştırmak istiyorsunuz, hırsızın kolunun kesilmesini istiyorsunuz. İşte burada durun. Çünkü suç işliyorsunuz. Bütün bu talepler, TC Anayasası (m24) ve diğer Cumhuriyet yasaları karşısında anayasanın ve laik hukuk düzeninin ihlalidir.
Şimdi siyasetçiye sorulması gereken soru tam da şudur: Siz bu işin, “Şeriat isteriz” çığlıklarının neresindesiniz? Cevap verin, bilelim. Ama siyaset ahlakınızla, fikir namusunuzla!
Posted in Uncategorized | Leave a comment

AKIL FİKİR YAZILARI * AYDINLANMA ÜZERİNE GÖRÜŞLER DÜŞÜNCELER

AYDINLANMA ÜZERİNE GÖRÜŞLER DÜŞÜNCELER

Başarılı gençlik yerine dindar gençlik yetiştirmek doğru değildir. Çünkü Müslüman, dünya mutluluğu peşinde değildir, öbür dünya mutluluğu peşindedir. İmam hatipte okudum, medreseden geliyorum, İslam’ın öngördüğü dünya, öbür dünyaya yatırımdır, buraya geçici bakar. Dünya mutluluğu ikinci plandadır, asıl mutluluk ertelenmiş mutluluktur. Bir insanın zihninde bu varken neden bu dünyada bu kadar başarılı olsun?
Yatırımı öbür tarafadır. İslam’ın Batı tipi bir medeniyet kurma ideali yoktur, ihtimali de yoktur. Batı medeniyetinde, bilim, sanat, edebiyat, refah, neşe, şiir falan var. İslam böyle bir toplum öngörmüyor. Ben de iddia ediyorum ki dünya mutluluğu olmadan başarı olmaz, dünya mutluluğu olmadan ahlak da olmaz. Mutsuz insan ahlaklı olamaz, sevemez. Mutsuzlar arasında dayanışma da olamaz. İnsan tabiatı bu dünyaya yönelik mutluluk ister. Dünyasını mükemmelleştirmeyen insan kim olursa olsun mutsuzdur.
Orta Doğu Teknik Üniversitesi öğretim üyesi, Felsefe Profesörü Yasin Ceylan.

GÖNÜLLÜ KÖLELİK ve ZİHİNSEL ÖZGÜRLÜK

Çare bulma, kurtulma, tedavi edilme şansı bulunmayan bir gönüllü kölelik şekli vardır ki çağımızın sunduğu tüm olanaklara, bilimsel ve teknolojik devrimlere rağmen egemenliğini, gücünü binlerce yıldır sürdürebilmektedir. Bunun nedeni, insanın bazı bilinmeyenler karşısında duyduğu ve kökleri derinlerde, genlerimizde bulunan ilkel, içgüdüsel korku mekanizmasıdır. Bu öyle bir korkudur ki, en gerçekdışı, (hastalıklı sayılabilecek) hayal ürünü masalları bile kutsalmış gibi kabul ettirip her türlü çılgınlığı insana yaptırabilmektedir ki bunun sayısız örneklerini, bilim ve teknolojideki gelişmişliğe rağmen günümüzde hala görebilmekteyiz. Ölümden sonraki belirsizliğin sebep olduğu derin korku, farklı coğrafyalara ve yaşam şartlarına göre insanların değişik dinlere, tanrılara sığınmasına, bir bakıma “inanç bağımlılığı” şeklinde köleleşmesine yol açmıştır. Çok zor, hatta bazen imkansız gibi görünse de, İskandinavya gibi halkının büyük çoğunluğu inançsız olan gelişmiş ülkeler Allah korkusunu ve “kutsallaştırılmış” gönüllü köleleşme güdüsünü yenerek zihinsel özgürlüğe kavuşabilmiştir. Geri kalmış toplumların dışladığı, lanetlediği ateistlik, huzur ve özgürlüğe açılan en sağlam kapı işlevi görebilir. Yüce Atatürk’ün araladığı bu kapıdan sızmayı başaran aydınlanma ışığı, yıllardır siyasal İslamcılar tarafından zindan karanlığına çevrilmektedir. Bilimsel, laik eğitim yardımıyla mutluluğu doğru yerde, yani (inançsızlığa uzanabilen) zihinsel özgürlükte aramayı halkımıza öğretememişiz ve bunun bedelini ağır şekilde ödemekteyiz.
Kuranın “oku” tavsiyesi ile başladığı söylenir. Hiç şüphe yok ki, söz konusu hadis sadece Kuran ve kutsal sayılan diğer kitaplarla ilgilidir. Eğer akılcılığa, mantığa, aydınlanmaya dayalı bilim kitapları kastedilmiş olsaydı, dünyada (ve hele ülkemizde yüce Atatürk’ün aydınlanma seferberliğine rağmen) bu kadar çok sayıda zır cahil müslüman bulunmazdı.
Türkiye karpuz gibi ortadan ikiye bölünmüştür: “Atatürk Türkiyesi” bir yanda ve başlarındaki despot “tek adamla” “siyasal islamcılar Türkiyesi” öte yanda. Atatürkçülerin sayısını arttırmak (başta CHP olmak üzere) hepimizin en “kutsal” görevi sayılmalıdır.
Kemal Rastgeldi – 28.02.2024

Prof. Yasin Ceylan İslam dünyasının içinde bulunduğu acı durumu çok özlü bir şekilde anlatmış. 10 milyon nüfuslu İsviçre’nin 26 Nobel Ödülü alan bilim insanı yetiştirmesi ve 1.8 milyar nüfuslu 57 İslam ülkesinin bir tek bile Nobel Ödülü alan bilim insanı yetiştirememesi gerçeği de, yine bu acı durumun başka yönden görüntüsüdür. İslam ülkesinde doğmuş 3 bilim insanı Nobel Ödülü almıştır, fakat onlar ödüle layık görülen çalışmalarını ülkeleri dışında yapmışlardır.
“Din mi yoksa dinin özünden saptırılarak din tüccarlarının elinde bir para ve siyasi güç kazanma aracı olarak günlük yaşamda kullanılması mı bu sonucu doğurdu” sorusu tartışmaya açılmalıdır. Yahudi ve Hırıstiyan dinlerine inananların yaşadığı ülkeler bilimsel ve teknolojik alanlarda niye öncü oldular ve olmaya devam ediyorlar? Onlar da bir zamanlar Rönesans ve Aydınlanma devirleri öncesi dinin karanlığında boğuluyorlardı. Ne zaman ki devlet ile dini ayırdılar, yani laikliği tam anlamı ile kabullenip uyguladılar, ondan sonra dev adımlarla ilerlediler. Benim görüşüme göre, islam dünyasının sorunu din ile devletin iç içe olması ve bu bütünlük içinde akıl, bilim, özgür düşünme, sorgulama kapılarının kapatılmış olmasıdır. Türkiye Cumhuriyeti, büyük kurtarıcı ve düşünür Atatürk’ün önderliğinde bu kapıları açtı ve laik bir devletin onlarca yıllık savaşların yıkıntısı üzerinde neler başarabileceğini hem halkına hem de dünyaya gösterdi.
Asım Esen
Posted in Uncategorized | Leave a comment

KAPİTAL EMPERYALİZMİN HEDEFİNDE TALAN EDİLEN ÜLKE * EEEY MUHALEFET! SİZLER NERELERDESİNİZ ACABA?

EEEY MUHALEFET!
SİZLER NERELERDESİNİZ ACABA?

Dr. Noyan UMRUK – 12.03.2024

Eeeey muhalefet!!!

Yakın geçmişte evlerde kasalarda paralar yakalanırken, evlerdeki paraları kamyonlarla taşıma, bunlarla derhal villalar satın alma talimatları verilirken, Reza ve SBK rezaletleri yaşanmışken, Amerikalarda gökdelenler, çiftlikler edinilirken, birileri serveti ile dünyanın en zengin siyasileri arasına girerken ve de satın alınan bir il binası ile bile bayrak bayrak gündem yaratılırken sizler nerelerdesiniz Allah aşkına?…

Neden ortalığı ayağa kaldırmazsınız mesela şu sorularla :
► Neden saçma sapan ekonomik politikalarla ağır bir ekonomik yıkım yaratıldı?
► Neden Cumhuriyetten bu yana saçi bitmemiş yetim hakkı ile edinilen varlıklarımız haraç mezat satıldı, madenlerimiz elaleme peşkeş çekilerek çevre katliamlarına yol açıldı?
► Neden altın rezervimize kadar ihtiyat akçemiz harcandı?
► Neden inanılmaz bir dış borç yaratıldı?
► Neden Londra mahkemeleri yetkili kılındı?
► Neden maliyetinin çok üzerinde alt yapı çalışmaları yapıldı,30 yıllık garantiler verildi hemde enflasyona indeksli kur ile?
► Neden Atatürk ismi silinmeye çalışılıyor?
► Neden T.C. tabelası kaldırıldı?
► Neden sınır güvenliği yok ve vasıfsız milyonlarca sığınmacı ülkeye dolduruldu?
► Neden bir demografik bozulma yaratıldı?!
► Neden devlet kurumları yok edildi?
► Neden kuvvetler ayrılığı kaldırıldı?
► Neden denge-denetleme mekanizmaları kaldırıldı?
► Neden vergilerimizin akibetinin hesabı verilmiyor?
► Neden Milli Güvenlik Güçleri sistemi değiştirildi?
► Neden askeri okullar ve askeri hastaneler kaldırıldı?
► Neden bazı savunma sanayi kuruluşları üretim yapamaz hale getirildi?
► Neden ülkenin telekomünikasyonu satıldı?
► Neden eğitim sistemi laik sistem dışına çıkarıldı?
► Neden orta sınıf yok edildi?
► Neden üniversitelerin kalitesi düşürüldü?
► Neden sağlık sistemi kötü?
► Neden anayasa hükümlerine uyulmuyor?
► Neden uyuşturucu ve mafyanın merkezi olduk?
► Neden anayasal olarak bağlı olduğumuz AİHM kararları uygulanmıyor?
► Neden tarikat ve cemaatler holdingleşip devlete yerleştirildi?
► Neden ortak akıl devre dışı bırakıldı?
► Neden yetişmiş insan gücümüzü kaybediyoruz?!
► Neden üretim ekonomisinden vazgeçildi?
► Neden kendimize yeten tarım ve hayvancılıkta dışa bağımlı olduk?
► Neden bu kadar çok gaz, petrol nadir element kaynakları keşfedilirken (!) enerjide dışa bağımlılık arttı?
► Neden yıllar öncesinden bir varlık fonu oluşturuldu ve de denetlemez, sorgulanamaz kılındı?!
► Neden yurtdışı devlet adamları ile başbaşa yapılan görüşmelere dış işleri bürokratları alınmayıp, arkasından sınırlarda açık kapı politikası ile genç erkek Suriyeli, Afgan, Pako ve diğerleri akın akın ülkeye girmeye başlamakta? Neden göçmenlerin iadesi anlaşmaları yapıldı?..
ORTALIĞI AYAĞA KALDIRACAK O KADAR ÇOK VE HAYATİ NİTELİKTE SORU VAR Kİ..
Posted in Uncategorized | Leave a comment

Akılcı Eğitim ve Medrese Eğitimi

Akılcı Eğitim ve Medrese Eğitimi

Prof. Dr. Süleyman Çelik

Osmanlı’da modernizmin, seküler bilimsel ve teknik eğitimin başlamasıyla doğduğu kabul edilir. Bu doğrultuda açılan ilk eğitim kurumu, Cumhuriyet’ten sonra “Deniz Harp Okulu” adını alacak olan “Mühendishane-i Bahri Hümâyûn”dur (1773).
Bu okulun, ülkeyi müneccimlerle yönetmeye çalışan ve bunu, zamanın en güçlü devleti Prusya Kralı Büyük Friedrich’ten ödünç müneccim isteyecek kadar önemseyen, cahil bir padişah olan III. Mustafa’nın zamanında açılmış olması ilginçtir…
Padişah cahil olmakla birlikte, zayıflamış olan Osmanlı Ordusunu güçlendirme arayışı içindedir. Prusya Kralı’ndan ödünç müneccim istemesi de buna bağlıdır. O yıllarda Prusya Ordusu’nun girdiği tüm savaşları kazanmasını, çok iyi müneccimlere sahip olmasına bağlamıştır…
Bu şekilde akıl dışı arayışlar içinde olan Padişah’ın, bir vesileyle karşısına çıkan Fransız kurmay subay Baron de Tott’u askeri danışman yapmasıyla akılcı (rasyonel) bir yola gidiş başlamıştır.
Osmanlı Ordusu’nu inceleyen Baron de Tott, görüşünü arz eder: “kullanılan silahlar eski teknoloji ürünleri. Fakat daha önemlisi subaylar bilgisiz. Cahil subayların yönettiği bir ordu savaş kazanamaz. Öncelikle subaylar eğitilmeli” der.
Padişah, “o kolay. Bizim medreselerimiz var. Oralarda, hepsi çok büyük alim olan hocalarımız var. Subaylarımızı onlar eğitir” der.
Bunun üzerine medreseleri inceleyen Baron de Tott, “Ulema” denilen büyük alimlerin de hurafelerden başka bir şey bilmeyen zırcahiller olduğunu görür ve Sultana “yeni bir okul açılması gerektiğini” bildirir. Fakat Padişah bunu kabul etmez. “Sen yanlış kişilerle görüşmüşsündür. Gel birlikte gidelim, görelim” der…
Birlikte bir medreseye giderler. Medrese Emini (rektör) ve tüm müderrislerin (profesör) karşısına geçen Padişah, Baron de Tott’a dönerek, “bunların hepsi, her şeyi bilen büyük alimdir. İstediğine, istediğin soruyu sor” der…
Baron, “ben ortaya bir soru soracağım, bilen yanıt versin” der ve müderrislere dönerek sorusunu sorar: “bir üçgenin iç açıları toplamı kaç derecedir?..”
Tümü, başı öne eğik bir şekilde duran müderrislerden, kimse başını kaldırıp tek söz etmez. Sessizliğin uzaması üzerine bir yanıt verme gereksinimi duyan Medrese Emini, “Sultanım, üçgenine göre değişir” der!..
Baron de Tott, Sultan’a dönerek “Ekselansları, Fransa’da bunu ilkokul çocukları bilir. Bunların matematik bilgisi sıfır” der.
Gerçekten medreseler çoktandır yozlaşmış, “beşik uleması” dönemi başlamış, yani alimlerin(!) çocuklarının doğuştan alim olacaklarına karar verilmiş; medrese öğrencileri (softa) askere alınmadığı için, asker kaçaklarının sığınağı olmuştu. Bu öğrenciler üç aylarda cerre çıkar, yani (güya) din hizmeti yapmak üzere köylere dağılırlardı. Fakat bilgisiz oldukları için halka hiçbir yararları olmaz, tersine üç ay yer, içer; giderken de para ya da erzak, halkın elinde, avucunda ne varsa toplar, medreselerine dönerlerdi. Bu iş zamanla tam soyguna dönüşmüş ve “softa şekaveti” (öğrenci soygunculuğu) deyimini doğurmuştu…
Bu olaydan sonra Padişah, Baron de Tott’a yeni okul açma izni vermiş; o sırada Çeşme’de, Ruslar Osmanlı donanmasını tamamen yakmış oldukları için, öncelikle denizci subayları eğiterek yeni bir donanma kurmak üzere Deniz Harp Okulunun açılmasına karar verilmiştir…
İlk seküler eğitim kurumu III. Mustafa zamanında açılmış olmakla birlikte, Osmanlı modernleşmesinin öncüsünün III. Selim olduğu kabul edilir. Çünkü III. Selim, Osmanlı toplumunun tümden yeniden yapılandırılması gerektiği görüşündedir.
Bilgili Denizci subaylar yetiştirmek üzere açılmış olan Mühendishane-i Bahri Hümayun’un yanına, o da bilgili topçu ve istihkam subayı yetiştirmek üzere “Mühendishane-i Berrî-i Hümâyûn”u açmıştır (1795). Yozlaşmış olan yeniçerilerin düzeltilemeyeceğini anlayınca yeni bir ordu (Nizam-ı Cedid) kurmaya çalışmış, fakat toplumdaki yerlerinin sallandığını gören medrese ulemasının yeniçerileri kışkırtmasıyla önce tahtından indirilmiş, sonra da öldürülmüştür…
Sultan II. Mahmud, III. Selim’in izinden gitmiş; tahtta kaldığı 31 yıl, Osmanlı tarihinin askeri ve siyasi açıdan en bunalımlı dönemi olmasına karşın, gerçekleştirdiği reformlarla imparatorluğun çehresini tümden değiştirmiştir:
Yeniçeri Ocağını kaldırıp, Batı tarzında eğitim gören yeni bir ordu kurarak modern Türk ordusunun temellerini attı. Buna koşut olarak mehteranı kaldırdı. İtalya’dan getirttiği ve paşa sanı verdiği, ünlü kompozitör Donizetti’nin yardımıyla bando sınıfı ile senfonik konserler vermek üzere, Cumhuriyet’ten sonra adı Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası olan Mızıkayı Hümâyun’u kurdu.
Eğitime çok önem verdiği için, en çok seküler eğitim kurumu onun zamanında açıldı. İlköğretimi zorunlu yaptı. Modern tıp eğitimi verilen Askeri Tıp Okulu ile savaş eğitimi verilen Kara Harp Okulu’nu açtı. Bu okullara öğrenci yetiştirmek üzere askeri ortaokul (rüştiye) ve liseler (idadi) açtı. Aynı şekilde ilkokuldan yükseğine kadar birçok sivil okul da açtı. Bu okulların gereksinimini karşılamak üzere, başta Fransa’dan olmak üzere Avrupa’dan öğretmenler getirdi. Bu şekilde eğitimde Arapça ve Farsçanın yerini Fransızca almaya başladı.
Ondan önce esas olarak Ordu’da yeni düzenlemeler yapılmıştı. O, sivil yönetimde (mülki idare) de köklü değişiklikler yaptı.
1828 yılında yayınladığı Kıyafet Nizamnamesi ile sarık, kavuk ve cübbe giyilmesini yasaklayıp ceket, pantolon, fes giyilmesi kuralını getirdi ve kendi de sakalını kısa keserek modern kıyafetler ile halkın içine çıktı. Portrelerini yaptırıp devlet dairelerine astırdı.
Sultan II. Mahmud, Osmanlı Hanedanı’nın son soy atasıdır. Ondan sonra gelen altı Osmanlı padişahından ikisi (Abdülmecid, Abdülaziz) oğlu, dördü (V. Murad, II. Abdülhamid, Reşat, Vahdettin) torunudur…
Oğulları ve torunu Abdülhamid, reformları sürdürmüş ve yeni okullar açmışlardır.
Abdülhamid, özellikle taşrada en çok okul açan padişahtır. Cumhuriyet’ten önce Anadolu’da açılmış olan idadilerin (lise) çoğu (Kastamonu, Konya, Kayseri, Afyon, Trabzon, Erzurum, Diyarbakır gibi) Abdülhamid zamanında açılmıştır.
Abdülmecid döneminde mevcut yüksek öğretim kurumları, bir çatı altında toplanarak üniversiteye dönüştürülmeye çalışılmış, fakat ulemanın karşı çıkması üzerine yapılamamıştır. Bu girişim, Abdülaziz döneminde de sürdürülmüş, üç kez kısa süreli açılış da yapılmış ve fakat gene aynı tepkiler yüzünden kapatılmıştır. Babasının ve amcasının başaramadığını Abdülhamid gerçekleştirmiş ve 1900 yılında, Osmanlı’nın ilk üniversitesi olan “Darülfünun” açılmıştır.
Abdülhamid, yaptığı reformlarla Japon Aydınlanma Devrimini gerçekleştirerek, Japonya’nın dünyanın en güçlü ülkeleri arasına girmesini sağlayan, İmparator Meiji ile aynı yıllarda hükümdarlık yapmıştır. Kendisinden 10 yıl önce tahta çıkmış olan Meiji’nin yaptıklarından bilgisi vardır. “Ben de yapmak istiyorum, ama bırakmıyorlar ki…” der.
Bırakmayanlar, o zaman “düvel-i muazzama” denilen emperyalist ülkelerdir. Jeopolitik önemi ve hiçbir doğal kaynağı olmayan Japonya’nın ne yaptığı ile kimse ilgilenmez. Ama onunla tam anlamıyla karşıt niteliklere sahip Osmanlı’yı kendi haline bırakmazlar. Günümüzde bırakmadıkları gibi!..
Derken, Japonya’dan Abdülhamid’e bir elçi heyeti gelir: Meiji, Japonların dini Budizm’in insanları tembelleştirdiğini düşünmüş ve değiştirmeye karar vermiştir. Seçim yapabilmek için diğer dinleri incelemek istemektedir. Bu amaçla Müslümanların Halifesi Abdülhamid’den, “kendilerine Müslümanlığı anlatacak din bilginleri göndermesini” rica etmektedir.
Abdülhamid, İmparator’un bu isteğini yerine getiremez. Nedenini de kendisi açıklar: “yok ki göndereyim. Olsa önce ben yararlanacağım. Ulema arasında tanıdığım saygın Hocalar var. İyi insanlar, ama bilgisizler!..”
Said Nursi de medreseler ve ulema konusunda Abdülhamid ile aynı görüştedir. Ailesi tarafından verildiği medreselerde, cahillikle suçladığı hocalarla kavga ettiği için atılmış, öğrenim görememiştir. Bu arada seküler okullardaki eğitimi ve ders kitaplarını incelemiş, çok beğenmiştir. Bununla birlikte bu okullarda din dersleri olmamasını büyük bir eksiklik olarak görmüş ve durumu padişaha arz ederek eksikliği gidermek üzere İstanbul’a gelmiştir.
Bir fırsatını bulup Abdülhamid’in huzuruna çıkmış ve görüşünü açıklayarak, “okullara din dersleri konulmasını” arz etmiştir. Abdülhamid, baştan savmak anlamında başını sallayarak biraz dinledikten sonra eliyle çıkmasını bildirmiştir. Fakat o, kitaplarındaki gibi anlaşılmaz sözcüklerle konuşmasını sürdürünce, ilgililere dönen Sultan, “bu adam deli. Bunu hemen tımarhaneye atın” buyruğunu vermiştir. Bunun üzerine yaka paça tutulup, doğru Toptaşı Tımarhanesine (akıl hastanesi) atılmıştır. Orada 6 ay kadar yatan Said Nursi, bir yolunu bulup kaçarak kurtulmuştur…
Düşünüyorum da okullara din dersi konulmasını istediği için Said Nursi’yi tımarhaneye attıran, onu çok seven siyasal İslamcıların deyişiyle Ulu Hakan Abdülhamid Han, günümüzde padişahlığını sürdürseydi, okulları medreseleştirip toplumu Osmanlı modernizmi öncesine, yani 17.yüzyıla götürmeye çalışan; ihrama soktukları ilkokul öğrencilerine dersliklerde namaz kıldıran, Kâbe maketi tavaf ettirerek şeytan taşlatan ve mezar maketi başında ağlatanlara ne yapardı, acaba?…
Posted in Uncategorized | Leave a comment

EMPERYALİZM TÜRKİYE’YE NASIL KANCA ATTI? Thornburg Raporu

Thornburg Raporu

Mehmet Ali Güller – 9 Mart 2024
Cumhuriyet Gazetesi

Burjuvazinin Cumhuriyete ihanetini incelediğim önceki yazımda, ABD’li Max Weston Thornburg’un 1949 tarihinde yayımlanan raporlarından bahsetmiştim. 356 sayfalık rapor özeti Amerikan desteğinin koşulları olarak Türkiye’nin liberal ekonomisine dayandığını savundu.
O yıllarda Thornburg da başka ABD’lilerin raporlarını hazırlamıştı ve hepsi esas olarak aynı tavsiyeye işaret ediyordu. Sonuçları bugün acı bir şekilde işletilen bu dönüşümde önem sahibi olduğu için bugün o rapor ele alınacak:
Standard Oil yöneticisi
Max Weston Thornburg, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın uluslararası ilişkiler ve petrol sanayi danışmanlarının başında gelen isimlerdendi. Ama daha önemlisi, Rockefeller’in ünlü Standard Oil petrol şirketinin yöneticilerindendi.
Thornburg, ABD’nin 20. Yüzyıl Vakfı tarafından 1948’de Türkiye’ye gönderildi. Graham Spry ve George Soule ile birlikte Türkiye’de okuyan Thornburg, hükümet üyelerinden çeşitli görüşmeler yaptı, Karabük’te başta bazı yerleri gezdi. Thornburg ve ekibinin çalışmaları, New York’ta 20. Yüzyıl Vakfı tarafından basıldı.

Bağımlılık önerileri
Dokuzun içinde oluşan rapor önerilerinden bazıları seçildi:
– Devletçilik sonlandırılmalı ve liberal uygulamalara geçilmelidir.
– Hızlı ve planlı sanayileşme anlayışı terk edilmelidir.
– Demiryolu yerine karayolu ulaşımına uygunluğun sağlanması.
– Ağır sanayileşmenin gerekli olmaması. Örneğin Karabük Demir Çelik Fabrikası beyanı verilmelidir. Ağır sanayi tesislerinin yönetimi yerine yönetim üretimi artıracak, taranacak ve özel sektörün ihtiyaçlarını karşılamaya dönük hafif sanayileşmesi teşvik edilmelidir.
– Kimya, makine, kağıt ve selüloz gibi sektörlere girmek şu aşamada gerek yoktur.
– Traktörün kurulması gerekmiyor.
– Uçak ve motor üretimine gerek yoktur, projeler iptal edilmelidir.
– Enerji üretimine gerek yoktur.
– İthal değişimci politikalara son verilmeli, ithalat serbest bırakılmalıdır.
– Yabancı sermayenin ülkeye girişi serbest bırakılmalıdır.

SSCB’ye karşı cadırcılık
Evet, Türkiye bu önerileri yerine getirirse, Amerikan yardımları da devam edecekti. Peki ABD neden Türkiye’ye yardım edecekti?
ABD Başkanı Truman’ın Marshall Planı’nı oluşturmak üzere atanmış Averell Harriman bu soruna çok açık yanıtını veriyor. 1949’un başlarında Türkiye’ye gelen ve başbakanla görüşen Harriman, 6 Ocak 1949’da Washington’a gelen telgrafta şöyle diyor:
“Avrupa’nın hiçbir ülkesinde bu kadar kararlı bir şekilde direnme isteğine ve kaynakların işleme hırsına sahip değil. Yardımımızla ve yalnızca bizim yardımımızla Türkiye, Sovyet Salgınlığına karşı giderek daha etkili bir çaydırıcı olabilir ve Doğu Akdeniz ve Avrupa’daki ekonomik gelişmelere katkı bulunabilir.”

Atlantik için dönüşüm
Avrupa’ya karşı bir SSCB saldırısına karşı zaman kazanma için “oyalayıcı faktör” olarak kullanılabilir Türkiye; Bu amaçlanan ekonomiden siyasete, savunmasından eğitimine kadar biçimlendirilmeliydi.
ABD Arcansas Senatörü William Fulbright ve Illinois Senatörü Scott Lucas aynı yıl Ankara’ya geldiler ve 27 Aralık’ta Türkiye ile ABD arasında eğitim anlaşmaları anlaşmaları. Böylece Fulbright Eğitim Komisyonu üzerinden Türk eğitimi biçimlenmeye başladı.
1952’de NATO’ya girildiğinde “tam biçimlendirme” süreci başlayacaktı.
İşte bugün ABD’nin açık düşmanlığına rağmen hayatta kalabilmek için NATO’culuğu savunabilmek, temelleri o yıllarda atılmış bu büyük gözlenen eseridir. dolayısıyla NATO’culukla mücadele etmek, neredeyse Kurtuluş Savaşı’na kadar zorlu bir iştir.
Posted in Uncategorized | Leave a comment

ATATÜRK VE İLK KADIN AVUKAT SÜREYYA AĞAOĞLU

Posted in Uncategorized | Leave a comment

Karanlık vicdan trenin altına saklandı!- * HAK HUKUK ADALET KAYBOLDU

Karanlık vicdan trenin altına saklandı!

Necati Doğru –  04 Mart 2024

Mahkeme salonuna girerken “Hak-Hukuk-Adalet! Kaza değil cinayet!” diye hep bir ağızdan seslenip duyurmak istiyorlardı.

Bir yıl dolmuştu.
Adalet arıyorlardı
Bakan sessiz kaldı.
İstifa etmeliydi.
Özür bile dilemedi.
Genel müdür sustu.
O da istifa etmeliydi.
Bakan, genel müdür, üst düzey yetkili olanların da Çorlu’daki tren kazasından dolayı “ölüme sebebiyet vermekten birinci derecede sorumlu tutulmalarını” istiyorlardı. Bu yüzden ellerinde çocuklarının, torunlarının, eş ve yakınlarının fotoğraflarıyla mahkeme önlerinde toplanıyorlar, “Kaza değil cinayet” diye sesleniyorlardı. Onları duyan yoktu. Ankara’ya kadar geldiler. Anayasa Mahkemesi önünde toplanıp “Hak-Hukuk-Adalet” diye seslenirken, polis şefi onlara “şov yapmayın” diye kızdı, kabaca sürüklenip çekiştirildiler. Türkiye kara vicdanlılar ülkesi yapılmak isteniyordu.
25 yolcu can vermişti.
Bunlardan 7’sı çocuktu.
Derya Kurtuluş bebeğiyle oldu. Özgenur ve Dicle adlı kız kardeşler birbirine sarılı can verdi. 9 yasındaki Arda’nın hayali Barcelona’da top oynamaktı. Bihter ilk kez trene binmişti. Özcan akrabasının düğününden dönüyordu… 25 can, raydan çıkıp devrilen vagonlarda demir, çelik, cam, plastik enkazı arasında sıkışıp hayatlarından oldu.
340 yolcu da yaralandı.
Yağmur çok yağdı da…
Menfezler dar geldi de…
Toprak suya doydu da…
Şu rayların altını oydu da…
Çorlu treni bu yüzden kaza yaptı diye geçiştiriliyordu.
Yani “suçlu yağmur!” ölmüştü.
Bakım müdürü, yol bakım onarım şefi, hat bakım onarım memuru, köprüler şefi, “aslı kusurlu” bulunmuş, sadece onlar yargılanıyordu. 25 yakınını yitiren insanların tepkisi bunaydı. Trenin üzerinde yürüdüğü rayların altındaki toprağı yağmur suyunun erozyona uğratacağını başta TCDD’den sorumlu Ulaştırma Bakanı, TCDD Genel Müdürü ve önde gelen üst düzey yetkililerin bilmesi, önlem alması, TCDD’yi bu sorumlukla yönetmeleri gerekirdi.
Özen gösterilmemişti.
Kaza değil, cinayetti.
Menfezlerden haberin yoksa nasıl bakan oluyorsun?
Rayların altındaki toprağı yağmurun erozyona uğratacağından
haberin yoksa nasıl genel müdür kalıyorsun?
6 yıl geçti.
6 yıl boyunca Çorlu tren kazasında yaşamını yitiren 25 canın anne,
baba ve yakınları her duruşma öncesi mahkeme binası önünde toplandılar.
Adalet istediler.
19 kez duruşma yapıldı. Karar çıkmadı. 19’uncu duruşma sadece 10 dakika sürdü. Yargıçlardan biri hastalandı bahanesiyle duruşmayı 25 Nisan’a ertelendi. Ölenlerin yakınlarının “gerçek suçlu saydıkları ve yargılansınlar adalet yerini bulsun dedikleri” üst düzey partililer korunuyordu. Onlardan biri de kazanın olduğu dönemde TCDD Genel Müdürü İsa Apaydın’di. 2019 yılında görevden ayrıldı, ticarete atıldı. Özel bir inşaat şirketine müdür oldu. Cumhuriyet Gazetesi muhabiri Cengiz Karagöz’ün dün yayımlanan haberine göre İsa Aydın’ın şirketine 1 milyar 277 milyon TL devlet yol ihalesi verildi.

Bir örnek daha:
Çorlu tren cinayeti sırasında hayatını yitiren 25 canın yakınlarının, sorumlu saydıkları dönemin TCDD yöneticisi Veysel Kürt, kazadan 14 ay sonra görevden alınmıştı. Ancak Cumhurbaşkanı imzasıyla yeniden TCDD İşletme genel müdürü ve yönetim kurulu başkanlığına getirildi. Çift koltukla korundu. Karanlık vicdan trenin altına saklandı.
8 soru da ray altında ezildi!
Çorlu tren kazası davasının bu noktaya gelmiş olması sonunda 8 cevap arayan soru da rayların altında ezildi:
1- Bineceğim trenin sinyalizasyon sistemi var mı?
2- Bineceğim trenin üzerinde yürüdüğü rayların altındaki toprağı yağmur suyu erozyona uğratmış olabilir, kontrol edildi mi?
3- Ray güvencesi var mı?
4- Saatte 120-180 kilometre hiza çıkabilen “hızlandırılmış trenleri” bize “hızlı tren” diye yutturuyorsunuz, eyvallah, ancak saatte 50-80 kilometre hızla gidebilecek trenlere uygun olarak yapılmış eski raylar üzerinde 120-180 kilometre hız yapan “hızlandırılmış trenlerin” gelip Pamukova’da raydan çıkacağını ve tren yolculuğunun Kütahya’da, Kocaeli’ de, Çorlu’da ve Ankara’da “cinayete dönüşeceğini” hesapladınız mı?
5- TCDD’deki mühendis ve tekniker kadrolarına partili, yandaş, tecrübesizleri koyarken, tren yolu işletmeciliğinde en küçük hatanın büyük olumlu kazalara dönüşeceğini düşündünüz mü?
6- Kıldan ince ve kılıçtan keskin bir dikkatle yapılması gereken tren yolu projelerinde, halkın algısını avlayıp oyları artırmak için erken açılış yapılmasının olumlu kazalara davetiye çıkarmak olduğunu düşündünüz mü?
7- Pamukova’da 41 yolcunun canını yitirdiği hızlandırılmış tren kazasından sorumlu olarak yargılananlardan TCCD eski Genel Müdürü’nün önce iktidar partisinden milletvekili yapılması ve sonra mahkemede dosyasının kaybedilmesi trenciliğimizin ne halde olduğunun ve siyasete nasıl alet edildiğinin göstergesi değil mi?
8- En son bu yılın şubat ayında TCDD’ de bölge kontrolörü, büro şefi, gör müdürü, istasyon şefi, güvenlik şefi, şube müdürü gibi kilit görevlere yükseltme sınavında; ABD’li boksör Mike Tyson’ın Müslüman olduktan sonra hangi ismi kullandığı sorularak seçme yapılması TCDD’yi iyi yönetilen bir devlet şirketi yapar mı?

Değerli Arkadaşlar,
Necati Doğru’nun bu yazısını okurken şöyle düşündüm; Bu kadar tren, maden kazalarından sonra hiç istifini bozmayan (halbuki batılı ülkelerde istifa ederler) üst kademeler çifter koltukta oturmaya, çifter maaş almaya devam ediyorlar. Soma’da ölen yüzlerce insan varken, o civarın halkının iktidara çok yüksek (%70 lerde) tekrar oy verdiklerini hatırladım.
Özellikle emekliler enflasyonlarla aldıkları maaşların değeri çok düştüğü, 3 kuruşla geçinmeğe çalışırlarken, 10 milyonun çok üstündeki bu insanlarında gidip tıpış tıpış iktidara oy vereceklerini görür gibi oluyorum. Bizim gibilere bu müstehaktır. Ne demişler: İnsanlar layık oldukları hükümetlerce idare edilirler. Bizler buna layığız. Sağlıklı günler…
Not: Dönüp dolaşıp aynı noktaya geliyoruz. Ne kuvvetli bir muhalefet ve nede lider var. Halka bunları onların anlayacağı dille anlatamıyorlar. Şimdiki CHP -bence- eskisinden de kötü. Umarım yanılıyorumdur.
Tarık Karslı
Posted in Uncategorized | Leave a comment

İRTİCA DÖRTNALA * Kubilay’ın anısına saldırı cezalandırılmalıdır!

Kars’ta bir imam-hatip lisesi sınıfında
maket mezar başında ağıt yakan çocuk – 03.03.2024

CUMHURİYET – Emre Kongar – 07 Mart 2024 Perşembe

Kubilay’ın anısına saldırı cezalandırılmalıdır!


Sözcü Gazetesi İnternet Sitesi’nde 29 Şubat 2024 tarihinde Tarık Işık imzalı
“ÇEDES’le türbe ziyaretleri” başlıklı bir haber yayımlandı:
“Tartışmaların odağındaki ÇEDES Projesi kapsamında sınıfa mezar maketi getirilmesinin ardından ilköğretim okulu öğrencileri bu kez de türbelere götürülüyor. 
Teğmen Kubilay’ın gerici ayaklanmada şehit edildiği Menemen’de çocuklar, Nakşibendi tarikatı şeyhi Esad Erbili’nin türbesine götürüldü. Şeyh Erbili, Menemen olayına karışmış, idam ile yargılanmış ve yaşı nedeniyle müebbet hapse mahkûm edilmişti.”
Aynı tarihte Cumhuriyet Gazetesi İnternet Sitesi’nde İzmir Bürosu tarafından verilmiş bir haberde de olayın Meclis’e taşındığı belirtiliyordu:
“CHP İzmir Milletvekili Sevda Erdan Kılıç, Menemen’de ilkokul çocuklarının Nakşibendi Tarikatı Şeyhi Esad Erbili’nin türbesine ziyarete götürülmesini TBMM gündemine taşıdı.
Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’in yanıtlaması istemiyle TBMM Başkanlığı’na soru önergesi veren Kılıç,
‘Menemen’de ilkokul çocuklarının Nakşibendi Tarikatı Şeyhi Erbili’nin mezarını ziyarete götürülmesi ÇEDES projesi kapsamında gerçekleştirilen bir etkinlik midir?
Bu etkinlik hangi protokol, proje, anlaşma kapsamında yapılmıştır?’ diye sordu.
Milli Eğitim Temel Kanunu’nun 1. Maddesi, Türk Milli Eğitimin temel amacını
‘Atatürk inkılap ve ilkelerine ve Anayasada ifadesini bulan Atatürk milliyetçiliğine bağlı; Türk Milletinin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren; ailesini, vatanını, milletini seven ve daima yüceltmeye çalışan, insan haklarına ve Anayasanın başlangıcındaki temel ilkelere dayanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devleti olan Türkiye Cumhuriyetine karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getirmiş yurttaşlar olarak yetiştirmek’ olarak tanımlandığını hatırlatan CHP’li Kılıç, ‘Söz konusu ziyaretin, Milli Eğitim Temel Kanunu’na aykırı olduğunu düşünüyor musunuz?
Milli Eğitim Kanunu’na aykırı faaliyetlerde bulunan sorumlular hakkında adli ve idari işlemler yapılması konusunda bakanlığınızın ve ilgili kurumların bir çalışması var mıdır?
İlkokul çocuklarının, Nakşibendi Tarikatı Şeyhi Erbili’nin mezarına ziyarete götürülmesi etkinliğinin amacı nedir?
Etkinlik kapsamında, çocuklara hangi bilgiler verilmiştir?
Menemen Olayı’na karışmış kişilerin mezarlarının ziyaret edilmesi gibi faaliyetlerin, çocuklar üzerindeki etkileri ve toplumda oluşturduğu algılar hakkında yapılan bir değerlendirme bulunmakta mıdır?’ sorularını yöneltti.
CHP İzmir Milletvekili Sevda Erdan Kılıçkonuyla ilgili yaptığı açıklamada, ÇEDES’in iç yüzü yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı. 
Teğmen Kubilay’ın gerici ayaklanmada şehit edildiği Menemen’de, çocuklar Nakşibendi tarikatı şeyhi Esad Erbili’nin türbesine götürülüyor. Esad Erbili, Menemen olayına karışmış, idam ile yargılanmış ve yaşı nedeniyle müebbet hapse mahkûm edilmiş bir gericiydi.
ÇEDES denen bu garabet artık Laik Cumhuriyete karşı bir başkaldırıya dönüşmüştür.  Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’i Gençlik ve Spor Bakanı Osman Aşkın Bak’ı ve Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ı uyarıyorum:
Değerler eğitimi diyerek çocukların kafasına laik Cumhuriyet düşmanlığının aşılanmasına izin vermeyin. Menemen’de şehit edilen Teğmen Kubilay ile Bekçi Hasan ve Bekçi Şevki bizim değerlerimizdir.
Unutmayın ki İzmir Hasan Tahsin’dir. İzmir Kubilay’dır. Emperyalistlere de gericilere de geçit vermez’ ifadelerini kullandı.”
Sevgili okurlarım, İzmir Milletvekili Sayın Sevda Erdan Kılıç haklıdır: Bu olay, Anayasa’da tanımlanan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın yasayla belirlenen amacına karşı bir saldırıdır.
Sorumluları mutlaka cezalandırılmalıdır!
Posted in Uncategorized | Leave a comment

OYUNUZU “İTİBAR SAHİBİNE Mİ VERECEKSİNİZ?”

İTİBARSIZLAR VE “İTİBARLI”….

Posted in Uncategorized | Leave a comment

TARİHTEN – AKIL FİKİR YAZILARI * Yüz Yıl Sonra, 3 Mart 1340 (1924)

CUMHURİYET -Bilsay Kuruç – 04 Mart 2024 Pazartesi

Yüz Yıl Sonra, 3 Mart 1340 (1924)


UYGARLIK HAKKI

Tarih 3 Mart 1924 (eski 1340). Günlerden Pazartesi. TBMM’de üç yasa teklifi var. Biri, Urfa mebusu Şeyh Saffet (Yetkin) Efendi ve elli üç arkadaşının “Hilafetin ilgasına ve Hanedanı Osmani’nin Türkiye haricine çıkarılmasına dair”, ikincisi, Siirt mebusu Halil Hulki (Aydın) Efendi ve elli yedi arkadaşının “Şeriye, Evkaf, Erkânı Harbiyei Umumiye Vekâletinin ilgasına (bunun yerine Genelkurmay Başkanlığı’nın kurulmasına) dair” ve üçüncüsü, Saruhan (Manisa) mebusu Vasıf (Çınar) Bey ve elli yedi arkadaşının “Tevhidi Tedrisat” (Öğretim Birliği) hakkında teklifleri. Üçü de o gün yasalaşıyor.

Milletin yaşama arzusu Milli Mücadele’den geçip Lozan’a, oradan geçip Cumhuriyete erişmişti. Bütünlük içinde. Cumhuriyet o haklı arzuda vücut bulan iradedir. 3 Mart Pazartesi günü 20. yüzyılın kapısını açıyor. Toplum oradan, gecikmeden uygarlık adımlarıyla ilerleyebilmelidir. Üç yasa Cumhuriyetin devlettoplum diyalektiğini başlatıyor. Bunlara “Devrim Kanunları” denecektir. Şimdi, yüz yıl geriye bakınca “Toplumun uygarlık hakkı” demeliyiz. Laiklikle özdeştir. Milletin yaşama arzusu yerini orada bulur.

BÜYÜK HARİTALAR

Halide Edib’in baktığı yere emperyalizm de bakar. Orada kendine lazım bambaşka şeyler görmek için bakar ve görür. Gördükleriyle büyük haritalar yapar; içine “uygun tipler” koyar. İşi budur. Çünkü emperyalizm kapitalizmin ileri mertebesidir. Bir yere takılıp kalamaz.

Nereden başlayalım? Lord Curzon uygundur. Onu mesleğinin doruğunda, Lozan’da İsmet Paşa ile kapıştığı zaman tanıdık. Ama çok önceden, İngiltere’nin emperyalizme terfi edip “haritacılık”ta ustalaştığı zamanlarda sahneye çıkmıştı. Sahnede, sömürgeler imparatorluğu olarak, Çarlık Rusya’sına karşı Asya’da oynadığı “Büyük Oyun” vardı. 19. yüzyılın soluk kesen “Derbi”si!

Curzon 1888’de, daha 29 yaşında, hırslı, sağcı milletvekiliyken Hindistan Genel Valisi olmaya kilitlenmişti. Kalktı St. Petersburg’da trene bindi, Moskova üzerinden önce Bakû’ya, oradan Orta Asya’ya, Göktepe, Aşkabad, Merv, Buhara ve Semerkand’a gitti. Birkaç kez gitti geldi. Notlar tuttu, kitap yazdı: “Russia in Central Asia and the Anglo-Russian Question”. Kısaca, Orta Asya’daki Rusya. Şöyle diyor: “Türkistan, Afganistan, Kafkasya, ‘Persia’… Çoğu kişiye bu adlar uzaklık duygusu verir… Bence, üzerinde dünya egemenliğinin oynandığı bir satranç tahtasının taşlarıdır.” Ne güzel!

Ve strateji öneriyor: “Ortadoğu’da Müslüman devletlerin birbirine eklendiği bir ‘rabıta zinciri’ (‘nexus’) yaratmalıyız!” Bu İngilizler ne kadar da ileri görüşlü(!) Büyük haritacılıkla mesafe alıyorlar. Siyaset bu zeminde kurgulanır. Fazlasını merak eden okurlar, yine sağcı bir milletvekili olan Sir Mark Sykes’ın 1914’te “Türkiye bitmiştir” diye başlayarak Fransız Picot ve Çarlık Rusya’sının Sazonov’u ile yaptığı, daha sonraki Sevr’in esası olan gizli anlaşmanın heyecanlı seyrini inceleyecekler. Bu İngiltere’nin Büyük Ortadoğu Projesi’dir (BOP). 1920’nin yazında, “Artık Türkiye yoktur!” diyerek günün başbakanı Lloyd George noktayı koyacaktır. Ancak, az sonra Halide Edib orada, İngilizin hesabında olmayan bambaşka bir şey görecektir!

EHLİYETİ HEMEN ALABİLİR MİYİZ?

Helmut Sonnenfeldt 1926’da Berlin’de doğdu. 1944’te Amerikalı oldu. Zeki, çalışkan, kapasiteli ve sağcı idi. ABD’nin “derin devlet” sayılan kurullarında uzun yıllar özellikle Sovyetler ve Doğu Avrupa hizmeti verdi. Kissinger’la yakın çalıştı. Ona “Kissinger’ın Kissinger’ı” da dediler. 1970’lerin başında, bizleri de ilgilendirecek bir gözlem yaptı: “Sovyetler’de kamyon şoförlüğünü bir Rus bir günde öğreniyor, bir Müslüman ise beş günde. Orada bir ‘Yeşil Kuşak’ örmeliyiz!”

Biliyoruz, emperyalizm “sıkletleri”nde 1940’lardan başlayarak ABD “baş”a çıkmış, İngiltere “baş altı”na inmişti. Büyük haritalar alanı artık önce onun işiydi (İngilizler alanı terk etmeseler de). Soğuk Savaş yıllarında Batı Avrupa ve Latin Amerika ABD’ye ait oyun alanlarıydı. Latin Amerika “darbecilik” için en kullanışlı saha idi. Ana kurgu devlet yönetimlerini devirmekti. Brezilya, Arjantin, Şili’de pratik yaptılar. Küçükleri saymayalım.

Sovyetler 1990’da sahneden çekildikten sonra emperyalizmin oyun alanı genişleyiverdi. Curzon’ın yüz yıl önce dillendirdiği “satranç tahtası”, ilginçtir, yüz yıl sonra hemen aynı başlıkla, aynı meramla bir başka derin devletçi “stratejist”in kitabına başlık oldu: “Büyük Satranç Tahtası” Yazarı Polonya’da doğup sonra Amerikalı olan Zbigniew Brzezinski. Emperyalizmin atardamarı dünya haritasından hep “gıda” almak zorundadır.

Genişleyen oyun alanında önemli bir yenilik “Yeşil Kuşak” bakışının eski Sovyet haritasında tümüyle yok olmasa da artık Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya indirilişiydi. Bölge yeni büyük haritanın önemli ağırlık merkezi oluverdi. Darbeciliğe elverişli hale geldi. Projelendirildi, başlığı “Büyük Ortadoğu Projesi” (BOP) oldu. Kısa sürede “tayinleri” ve pratiği yapıldı. Bu BOP 2.0 idi. İlkini 1915’in SykesPicot’su ve resmi başlığıyla Sevr olarak biliyoruz.

Yeni ve bereketli bir alan da Doğu ve Orta Avrupa’da açıldı. Emperyalizm sömürgecilik pratiğini artık geride bırakmıştı. Geçen yüzyılın başlarında “nüfuz bölgeleri” pratiğine geçmişti. Buna 1990’dan sonra son vermemiş ama yeni bir pratikle zenginleştirmişti: karşıdevrimcilik. Rejimini beğenmediği ülkelerde bir “karşı madde” keşfedip, bunu besleyip büyüterek toplumun dokusunu hedef almak, dejenere etmek ve buradan hareketle rejimi değiştirmek. Değiştiremezse, yapılarını, kurumlarını karşıdevrimle yıkarak “aciz devlet”e dönüştürmek. Son otuz yılın tablosunda bu var. Kısaca, emperyalizm ve yavrusu karşıdevrim gözünü topluma dikmiştir. Toplumu “zapt etmeye” girişiyor.

CAN DAMARI

3 Mart 1924 sayesinde anlıyoruz ki milletin yaşama arzusuna vücut veren irade bir can damarından beslenecektir: laiklik. Bu damar toplumun kişiliğini besler; takviye eder; haklarına sahip olabilmesini, onları perçinlemesini böylece devletin de gelecek yüzyılların yolunu açabilmesini sağlar. Çünkü hukuk diliyle söylersek toplum asildir, devlet vekildir. Cumhuriyete ileri hareket veren diyalektik bu can damarından beslenerek gelişir.

Karşıdevrim emperyalizmin yavrusudur. Düşünenler, geçtiğimiz yılların seyri içinde şunu görmekte güçlük çekmemişlerdir: Türkiye coğrafyası, emperyalizmin haritaları içinde, karşıdevrimle “Yeşil Kuşağın” örtüştüğü alan olarak seçilmiş görünüyor. Emperyalizmin seçtiği hedef öncelikle toplumdur. Yani, asil olan unsurdur. Cumhuriyetin toplumunda laiklik, yani can damarı daralırsa haklar alanı daralır. Toplum soluk almakta zorlanır ve eğer yön duygusunu yitirirse yozlaşmaya başlar. Karşıdevrimin emperyalizm hesabına “misyonu” kısaca budur. Toplumun can damarını zedelemek, kabilse kesmek ve devleti toplumdan gelecek ileri hareketten yoksun kılmak.

MUHAFAZA VE MÜDAFAA ETMEK!

3 Mart 1924, o günün köylüler ülkesinde “uygarlık hakkı” getiren üç yasayla topluma can damarı verdi. Zamanı gelmişti. Cumhuriyet, “Milletin yaşama arzusu”nun ne demek olduğunu doğru anlamıştı. 3 Mart bunu gösterdi. Gecikmedi. Emperyalizmin bu ana damarı tıkamak için uğraşacağını, “karşı maddeler”i, karşıdevrim elemanlarını kullanacağını bilmiyor muydu? Bildiğini kısa sürede berraklıkla gösterecek. Sözü eğip bükmeyecek

Cumhuriyetin ilanından henüz dört yıl geçmişken 1927’de uzun bir “Nutuk”la her şeyi anlatmak ve hesaplaşmak gösterir ki mücadele devam etmektedir ve devam edecektir. Nutkun sonunda çarpıcı biçimde vurgulanan budur. Cumhuriyetin “muhafaza ve müdafaası” baş görev olacaktır. “Koru!” diyor. Kimin görevi? Düşünelim. Devlet katının mı, ordunun mu, Emniyet’in mi? Hiçbirinin! Ya kimin? Gençliğin, yani toplumun en zinde öğesinin! Yine düşünelim: Dünya haritalarının sahibi emperyalizmin, karşıdevrimi toplumun yaşama arzusunu söndürmek için seferber etmesi rastlantı mı? 3 Mart 1924’ten yüz yıl sonra bir daha düşünelim.

Posted in Uncategorized | Leave a comment